DOĞA VE YUNANLILAR BİLİM VE HÜMANİZMA
(ERWİN SCHRÖDİNGER)
SUNUŞ
Öncelikle “Schröndinger’in Kedisiyle” nam salmış bir teknik, teorisyen bir fizikçinin, bilim tarihi, bilim felsefesi, bilim, felsefe din alanlarının toplumsal yansımaları gibi konulara el atıp, bu alanlarda düşünüyor olması beni şaşırttı, onun bu yönlerinin de olduğunu bilmiyordum. Zaten kendisi de girişte şöyle diyor; “…. Yine de söylediğim gibi, özellikle bu dersler, resmi görevim olan teorik fizik profesörlüğünden ileri geldiği için, biraz huzursuzluk hissediyordum, bu bakımdan, kendimi bu konuda tamamen ikna edemesem de, açıklanması gereken bazı hususlar vardı (…) Geçen zaman içinde antik yunan düşünceleri hakkında anlatılanları ve görüşlerine dair yorumları, … sırf bir hobi faaliyeti dahilinde takip etmiş değildim, bu uğraş aylaklık vakitlerimi dolduran bir zaman kaybı değildi ve haklı gerekçesi de, modern bilimi ve diğerleri arasında modern fiziği anlamaya katkıda bulunması umuduydu”,
Böylelikle tüm niyet ve amacını ortaya koymuş oluyor. Ona göre, modern bilimsel ve felsefi düşünüşün kökeni, bugüne kadar gelebilen temel sorunları, antik çağ Yunanistan’ında ortaya çıkmıştı ve bu yüzden de tekrar geriye dönülerek ele alınma çabasını hak ediyordu. Bu bağlamda şöyle diyor; “Antik Yunan felsefesi bugün bizi cezbetmektedir, çünkü dünyanın hiçbir yerinde, onların öncesinde veya sonrasında, bu kadar geliştirilmiş, detaylandırılmış bir bilgi sistemi, spekülasyon, bizi bu denli bugün bile uğraştıran ve günümüzde dayanılmaz hale gelen ayrışmadan bağımsız biçimde kurulabilmiş değildir”
Ele aldığı konu oldukça sorunlu, bugün dahi çözümsüz olan yığınla sorunlarla dolu. Buna rağmen, bilim tarihi bağlamında, bilimle felsefenin kesişim noktalarında yaptığı bilim felsefesi analizleri oldukça güçlü ve güzel, hep geçmişe hem de şimdiye değin ışık tutar nitelikte…
Kitap iki ayrı ama birbiriyle ilişkili metinden oluşmaktadır. Birinci metinde, antikitede bilimsel ve felsefi düşünüşün izlerini sürerken, Bilim ve Hümanizm adı verilen ikinci metinde bilimin günümüzde içinde bulunduğu konumu, durumu sorunları temelinde ele alınmıştır.
KİTABIN ANA ÖNERMELERİ
A) DOĞA VE YUNANLILAR
BÖLÜM 1; ANTİK DÜŞÜNCEYE DÖNMEK İÇİN NEDENLER.
TEMEL ÖNERMELER
1.ÖNERME: Bu günkü modern dünyada, bilimsel ve felsefi düşünüşün içinde bulunduğu ve çözmeye çalıştığı sorunları anlayabilmek için, Antikçağa geri dönmek, süreci oradan başlatmak gerekir. Bu yapılmadan günümüz dünyasının bilimsel ve felsefi yapısını, sorunlarını anlamak mümkün değildir.
DEĞERLENDİRME
Doğru, yerli yerinde ve önemeli bir tespit, antikiteye baş vurmadan, oradaki durumun analizini yapmadan, bilim ve felsefenin bu günkü yapısını, metodik ve içeriksel sorunlarını anlamak mümkün değildir. Zaten felsefe için denilmiştir ki, “o platonun dip notlarından başka bir şey değildir”
2.ÖNERME: Din ve bilim arasındaki artan düşmanlık, Bertrand Russell’ın da dediği gibi ne rastlantısal koşullar ne de bunlardan birisinin kötü niyetidir. İkisi arasındaki ciddi boyutlara uzanan güvensizlik, doğal ve anlaşılabilir niteliktedir.
DEĞERLENDİRME:
Schrödinger bu saptamasında, din ile bilim arasındaki gerginliğin, doğal ve kaçınılmaz olduğunu vurguluyor, bu kaçınılmazlığı ise ikisinin kaygı ve yapılarındaki farklılığa dayandırıyor, Din, bilimin tamamlandıramadığı, cevabını ortaya koyamadığı anlam ihtiyacını gidermeye çalışırken, evrene, evrendeki şeylerin yapı ve ilişkilerine dair bazı değerlendirmeler yapıyor. Bilim ise, taşıdığı “nesnellik” kaygısı yüzünden, nesneye ve ilişkilerine dair açıklamalar yaparken, dinin açıklamalarını giderek erozyona uğratıp aşındırıyor. Bu süreçte her ikisinde de bir kötü niyet veya kasıt yok ama yapı, içerik ve metodoloji farklılıkları onları doğal olarak karşı karşıya getiriyor.
Belki bu noktada Schrödinger’e şöylesi bir çekince konabilir; aslında din bilim çelişkisi, her ikisi açısından da geliştirici, dönüştürücü bir işleve sahip. Herkesin aynı şeyleri tekrarladığı bir düşünce ortamında, düşünce serpilip gelişemez. Bu bağlamda, dinsel düşünüş ve eyleyiş biçimleri, bir anlamda bilimsel düşünüşü kışkırtmış ve buradan hareketle de düşünce devinmeye başlamıştır. Öte yandan, dinsel kurumsallaşmanın güçlenmesi, kendini iktidar aygıtına dönüştürmesi, bilimsel düşünüş için öldürücü de olabilmiştir. Tüm bir Ortaçağ bunun en net örneğidir. Bir yerde Schrödinger şöyle demektedir; “Antikite kesintiye uğramasaydı, (ortaçağın karanlık dünyası) acaba günümüz dünyası nasıl olurdu? Bu ilginç, üzerinde düşünülmesi gereken bir soru.
3.ÖNERME: Şöyle diyor Schrödinger, “…. Bununla birlikte bilimi, ortaya çıktığı ilk günden beri uğursuz sayan, tabiri caizse, tamamlayıcı (dini) endişe de aynı derecede gerekçelendirilebilir ve bilim, karşı taraftan bilhassa bilimsellik kisvesi altında gelebilecek her türlü kifayetsiz müdahaleye karşı sürekli tetikte olmalıdır.”
DEĞERLENDİRME: Schrödinger bu tespiti yaparken şuna dayanıyor, dinsel düşünüş, yapısı ve kaygıları gereği bilime karşı hep yanıltıcı davranmak zorundadır, çünkü bilimsel açıklamalar onu sürekli aşındırmaktadır. Bu yüzden din, bilimi bir şekilde yoldan çıkarma çabası içindedir.
Oldukça haklı ve yerinde, güçlü bir tespit. Schrödinger bu tespitini, kendi alanı olan kuantum fiziğinden örneklerle zenginleştirebilirdi. Bilindiği gibi, kuantum fiziğinin çokça ezoterik, spritüalist yorumları yapılmış ve hatta kuantum fiziğinin kendisi bu alan için kanıt olarak gösterilmeye bile çalışılmış, çalışılıyor. Schrödinger’in bu noktayı ortaya koymaması, tam da bu bağlamda bu örneği vermemesi ilginç bir durum.
4.ÖNERME: Din ve bilim iki ayrı yoldur. Bu iki ayrı yol bir türlü birleştirilememektedir, ikisi arasında aşılmaz net duvarlar vardır. Yeterince bilgi birikimi, entelektüel, felsefi yeterliliği olmayan büyük kalabalıklar, iki yol arasında bocalamaktadır, duruma, konuma göre bir o yola, bir bu yola meyletmektedirler. Bilim yapısı gereği, nerden geldik, nereye gidiyoruz sorusunu cevapsız bırakmaktadır, din bu soruya kendince güçlü, ikna edici cevaplar verdiğini düşünmekte ve yine o da dogmatik yapısı gereği, başka yolları yasaklamaktadır. Din ve bilim uzlaşmak yerine, birbirini görmezden gelerek yollarına devam etmektedir.
DEĞERLENDİRME:
Din ve bilim uzlaştırılabilir mi? Daha da önemlisi buna gerek var mı? Evet var, uzlaşı anlamında değil ama, bu gerilimin bir şekilde çözümlenmesi gerekiyor, çünkü bu gerilim, insanlığa zarar verir nitelikte.
Sorun nasıl çözülecek, çözülmeli? Tarihsel süreç bir şekilde kendi akışı içinde bu sorunu çözecektir, bu noktada, nereye nasıl müdahale edileceği aslında sistemsel ve siyasal bir sorundur. Schrödüinger’in ele aldığı bu konuyu, entelektüel, düşünsel düzlemde kalarak çözmeye çalışması bana biraz tuhaf geldi. Bu da sanırım onun “akademisyen” yanından kaynaklı.
Kanımca bu noktada sorun bilimden değil, dinden kaynaklanıyor. Bilim hiçbir art niyet, ideolojik v.s kaygılar taşımadan, karınca kararınca kendi mecrasında yol almaya çalışıyor, şey ve olayların yapı ve ilişkilerine dair bulguları ortaya koyuyor. Ortaya konan bulgular, dinsel anlayışa ters düşünce, dinsel kurumlar, kuruluşlar, iktidarlarını kaybetmemek adına, feryat figan hale geliyor. Ewrim teorisi tartışması, dünya merkezli anlayıştan güneş merkezli anlayışa geçerken ortaya çıkan sıkıntılar. Tüm bunlar sorunu, “kurumsallaşmış” dini yapıların ortaya çıkardığının net kanıtı olarak insanlık tarihinde duruyor. Dini çevreler bugün hala, evrim teorisinin doğru yanlışlığını tartışa dursun, biyoloji bilimi, evrim teorisi temelinde bu tartışmalara aldırmadan, canlılık olgusunun yapı taşlarının sayım dökümünü yapmaya ve işleyişini açıklamaya çalışmaya devasa adımlarla devam ediyor.
Şöylesi bir tespit yapmış Schrödinger; “… Bilim yaygın dini inançları tehlikeye atmak için yeterlidir, fakat onların yerine yeni bir şey koymakta yetersiz kalır. Bu durum bilimsel olarak eğitilmiş ve yetkin kafalarda inanılmaz derecede çocukça, -gelişmemiş veya körelmiş- bir felsefi görüşle birlikte grostek olgusunu meydana getirir.”
Anlam arayışına cevap veremiyor olması, bilimin evet buna yetişememesi onun bir “yetersizliği”, kusuru değil, bu durum onun metodolojisinin ve içeriğinin doğal, kaçınılmaz sonucudur ki zaten Schrödinger önceki paragrafların birinde, bilimin ereksellik, teleolojik yaklaşımlar karşısında uyanık olması gerektiğini söylemişti.
5.ÖNERME: Şöyle diyor Schrödinger; “…. Antik yunan felsefesi bugün bizi cezbetmektedir, Çünkü dünyanın hiçbir yerinde, onların öncesinde veya sonrasında, bu kadar geliştirilmiş, detaylandırılmış bir bilgi sistemi, spekülasyon, bizi bu denli bu gün bile uğraştıran ve günümüzde dayanılmaz hale gelen ayrışmadan bağımsız biçimde kurulabilmiş değildir”
DEĞERLENDİRME: Schrödinger bu saptaması ile Antikiteye yönelişinin gerekçesini de ortaya koymuş olmaktadır. Yerden göğe kadar haklıdır. Bilimsel ve felsefi bilgiyi başka ve öncesi kökenlere dayandırmaya çalışanlar şu hatayı yapmaktadır. Evet, mısır Mezopotamya’da da bilimsel düşünüş vardı, antik yunandan önce, ancak onlar teorik olmaktan, bilmek için bilmek noktasından hareket etmeye çok uzaktılar, yapmak için bilmek noktasından hareket ediyorlardı. Bilimsel ve felsefi kaygı, teorik niteliğiyle Antik çağ Yunanistan’ında başlamış oldu, yansımasını bu günlere taşıyabilecek kadar güçlü biçimde hem de…
6.ÖNERME: Rölativite ile başlayan ve kuantum fiziğiyle devam eden süreç, yerleşik gerçeklik algısını değiştirip, dönüştürmüştür. Klasik Newton fiziğinin kaideleri sarsılmış, uzay, zaman, madde gibi mutlaklıklar yerle bir olmuştur.
DEĞERLENDİRME: Evet, kelimenin tam anlamıyla böyle olmuştur. Ancak bu noktada ilginç bir durum var, aslında rölativitenin temelleri de yine antikitede ortaya atılmıştır, sofistler ve septikler denilen düşünürlerce. Daha sonra da işaret edeceğim gibi, Schrödinger, antikiteyi inceleyen bu kitabın birinci bölümünde, sofistlere ve septiklere pek de yer vermemiştir. Oysa aslında asıl “aydınlanmacı” olan bunlardı ve bence özgür düşünceyi özgürleştirme çabası onlara aitti, sofistler ve septiklerin, sokrat, platon ve Aristo üçlüsüyle girdiği savaşta yenilgiye uğraması, insanlık için büyük bir kayıp olmuştur, çünkü aslında İslam ilahiyatı da dahil olmak üzere, Hristiyan teolojisinin temelinde, Aristo ve Platinos bulunmaktadır. Özellikle de Aristo.
7.ÖNERME: …. Antikiteyi kuşatmış olan son derece açık fikirli ve esnek ruh devam etseydi, bu tür meseleler de tartışılmaya devam edecek ve düzeltilecekti. Bir ön yargıyı, yanlış olanı, ilk ortaya çıktığı haliyle, saf formuyla tespit etmek ve (düzeltme yoluna gitmek), daha sonra gelişecek, kemikleşip doğma formuna dönüşecek olanlara nazaran daha kolaydır.
DEĞERLENDİRME: Çok güçlü ve yerli yerinde bir tespit bu. Ancak Schrödinger bu sürecin kesintiye uğramasının nedenlerine pek girmemiş. Bu noktada, Sokrat, Platon Aristo üçlüsünün durumuna pek vurgu yapmamış, oysa ondan sofistlerin ve septiklerin yanında yer almasını beklerdim ben.
II.BÖLÜM
AKIL VE DUYULAR ARASINDAKİ MÜCADELE;
1.ÖNERME: Doğa filozoflarının temel sorunlarından birisi, duyuların güvenilirliği sorunuydu ve bu sorun, duyularımızın zaman zaman bizi yanıltıyor olmasından kaynaklanıyordu.
DEĞERLENDİRME: Bu noktada ortaya konulan sorun, duyuların bizi illüzyon veya halüsinasyon düzleminde zaman zaman bizi yanıltıyor olmasının çok ötesinde, daha başka ve kökensel durumlarla ilgilidir. Duyularımız sadece yanılmaz, aynı zamanda “eğer varsa” gerçeklik denileni doğrudan süzgecinden geçirir ve bu süreçte de gerçeklik denileni çarpıtır. Örneğin, insan gözü, bildiğim kadarıyla, 360 ile 740 mili mikron arasından görür, diğer dalga boylarında görmez. Şöylesi ilginç bir kurgu deney düşünelim, gözlerimizin yerinde, elektron mikroskobu olduğunu varsayalım veya gözlerin bu yapıda olduğunu kabul edip, bu gözlerle dış dünyaya ve kendimize baktığımızı varsayalım… Buradan çıkan sonuç şu, göz bir mekanizmadır ve şeyleri kendisinin gördüğü, görebildiği kadarını ve şeklini gösterir. Bu durum tüm duyularımız için geçerlidir.
2.ÖNERME SAPTAMALAR:
ü Bizim deneylediğimiz dünya resmi yalnızca duyulara mı dayanır? Onun kurgulanmasında aklın payı nedir? Yoksa salt, nihai gerçek yalnızca akla mı dayanır?
ü 19.yüzyılda yapılan deneysel keşiflerin zafer yürüyüşünün ortasında, saf akla güçlü biçimde meyleden akıl, bilim insanları tarafından eleştiri aldı, olumsuzlandı. Ama bugün durum böyle değil, Sir Edington, saf akıl teorisine giderek daha fazla sarıldı
ü Bugün hala devam eden bu tartışma antikitede de olduğu gibi yer alıyordu.
ü M. Ö 480’lerde, İtalya’nın Elea’sında yetişen Parmenides, aşırı derecede duyu karşıtı, salt akılcı görüşü ortaya koyan ilk kişiydi.
ü Ona göre varlık, her yanı, yeri tıka basa dolu, devimsiz, kımıltısız, salt ve mutlak bir BİR-olandı. Her türden çoğulluk algısı, değişme, hareket sadece bir sanıdan ibaretti.
ü Parmenides’in salt akılcılığı karşısında, salt duyucu Protogoras yer alıyordu. O, insan her şeyin ölçüsüdür diyecekti ve ayrıca, tanrılar söz konusu olduğunda, var olduklarını veya olmadıklarını söyleyebilecek durumda değilim, kesin bilgiyi ortaya koymaya çok engel var diyerek gnostisizmi kuruyordu.
BU NOKTALARLA İLGİLİ GENEL DEĞERLENDİRME:
Parmenides tüm duyu verileri birer yanılsamadır dediğinde, duyular ona şu şekilde sesleniyordu;
“Zavallı akıl, tüm kanıtlarını, verilerini bizden almana rağmen, bizi alt etmeyi mi umuyorsun, senin zaferin aslında yenilgindir ama bunu fark edemiyorsun”
Antikitede başlayan ve günümüze kadar hala devam eden bu akıl duyu çelişmesini Schrödinger yeterince temellendirip işleyememiştir, geçişleri, sonraki süreçte bu tartışmanın ele alınışlarını ortaya koymamıştır. Platonik sistem aslında tam da bu çelişme ve onun çözümü üzerine bina edilmiştir. Platon, Parmenides’ten bir olanı alıp, idealar dünyası adını vermiş ve onun safında yer almıştır, duyu verilerinin bize bildirdiği dünyaya ise, sanılar, doxalar dünyası demiştir. Bu tartışma sonraki süreçlerde, epistemolojik düzlemde, doğru bilgi mümkün müdür sorusu bağlamında, septiklerle doğmatikler arasında cereyan etmiştir. Kesinci olanlar, yani doğru bilgiyi mümkün görenler, peki doğrunun ölçütü nedir sorusunu sorduklarında, antiketedeki duyumcuların ardılları (Locke, Hume v.s), deneydir derken, Parmenides’in ardılları akıl, rasyonel olandır cevabını vermiş. Kant ise bu çelişmeyi uzlaştırmaya çalışmış, deneysiz akıl boştur, akılsız duyu kördür diyerek.
Hegel ise, Parmenides Herakleitos karşıtlığını kendi kurgul felsefesinde çözmeye çalışmış, Parmenides’in mutlak birini alıp, saltık geist yapmış, Herakleitos’un karşıtlığa, savaşa dayanan sürekli devimini ise saltık ruhun açılımı olarak görmüş.
Sonuç olarak akıl duyu karşıtlığı, restleşmesi ve bu soruna çözüm arayışları aslında klasik, sistematik felsefenin hem hareket noktası olmuş hem de bu felsefelerin omurgasını oluşturmuş.
III.BÖLÜM
PİSAGORCULAR
ÖNERME VE SAPTAMALAR
ü Pisagorcular, güçlü bir bilimsel yönelime sahip düşünürler prototipi olmakla birlikte, dikkat çeken önyargılarıyla, dini doğmanın eşiğine kadar gelip, görkemli doğa mimarisini salt akla indirgemeye çalışan bir topluluktur.
ü Kapalı dini bir tarikat görünümündeydiler ve Pisagor’a, (şeyhvari)* doğa üstü güçler atfediyorlardı. O önceki hayatlarında (re-enkarnelerinde) yaşadığı tüm hayatları hatırlayabilendi. Platon aslında bu tarikatın ardılıdır. (Geometri bilmeyen buradan içeri giremez, akademianın giriş yazısı) * Xefones, köpeğini döven sahibine şöyle seslenir, ona vurmayı bırak çünkü onun sesini duyduğumda fark ettim ki, o bir dostumun ruhudur.
ü Onların görüşüne göre, her şeyin temelinde sayılar vardı. … Örneğin “4 adil, eşitlikçi bir sayıydı ve onlara göre bu tür ahlaki durumlar sayılardan doğuyordu, Tek sayılar, şeylerin sonlu ve sınırlılığın temsil ederken, çift sayılar, sonsuz bölünebilirliği, seyreklik ve aralığı, boşluğu temsil eder, çünkü sonsuza değin bölünebilirler.
ü Pisagorcular, dünyanın küre şeklinde olduğunu söyleyen ilk düşünürlerdir.
DEĞERLENDİRMELER:
Pisagor ve Pisagorcular, kendilerinden sonraki düşünceye, bilim felsefesi alanına, matematik, sayılar ile doğa arasındaki örtüşme, uyum nasıl mümkün olabilmektedir sorununu bırakmışlardır. Schrödinger onların, gizemsel, dinsel olanla karışmış “bilimci” yanlarına vurgu yaparken, bu soruna değinmemesi ilginç olmuş. Oysa teorik bir fizikçi olarak bu konudaki düşüncelerini ortaya koyması ilginç olacaktı.
Gerçekten de bu konu oldukça önemli. Matematik gibi, salt soyut, ideal, zihinsel olanın, doğa ve onun işleyişi ile örtüşmesi, onun temel dinamiklerini açıklıyor olması nasıl açıklanacak. Matematiğin bu durumu, deney mi akıl mı tartışmasında akılcılardan yana bir veri durumundayken, deneycilerin aleyhine olan bir durumdur ve şu soruyu gündemde tutmaktadır, acaba sahiden de insan aklı doğaya dair öncelenmiş, apriori verilere mi sahiptir?
IV. BÖLÜM: İYONYA AYDINLANMASI
ÖNERME VE SAPTAMALAR:
ü Akıl/duyu çekişmesinde İyonyalılar duyuları temel almış ve dünyayı duyu verilerinin malzemesi olarak görüp, onları açıklamaya çalışmıştır.
ü İyonya aydınlanması, M.Ö 6. Yüzyılda başlamıştır, aynı dönemlerde doğuda, Lao-tzi, Konfüçyüs, Buddha gibi isimler özelinde, “ruhsal aydınlanma” ortaya çıkmıştır.
ü Söz konusu olan Küçük Asya’da, güçlü merkezi otoritelere dayanan mutlak monarşik iktidarlar yoktu, siteler halinde kısmi demokratik yönetimler vardı.
ü İkinci olarak bu bölge deniz yollarının kesiştiği ticaret merkeziydi ve farklı kültürler burada karşılaşma olanağı buluyordu.
ü Üçüncü olarak düşünürler, alışılageldiği gibi ruhban sınıfından gelmiyordu.
DEĞERLENDİRMELER
Bu dönem düşünürlerine “doğa felsefecileri” deniyor ve bunların temel sorunsalı şu; evrenin “arkhesi” nedir? Bu arayış aynı zamanda insanlık tarihinde fikri bir devrime denk düşüyor. Çünkü doğa filozoflarına gelinceye kadar, insanoğlu doğayı hep doğa üstü güçlerle açıklamıştır. Thales’in her şey aslında sudan gelir, suya döner derken bilimsel ve felsefi düşünüş de başlamış oldu ve mitoloji, söylenceye ve dinsel olan açıklamalara bir de bilimsel, felsefi açıklama eklenmiş oldu.
Schrödinger bu kırılma anını çok net ve güzel biçimde ortaya koymuş.
V.BÖLÜM
KSENOFANESİN DİNİ FELSEFESİ VE HEREKLEİTOS
ÖNERME VE SAPTAMALAR:
ü Xenofanes “monoteizmi” bulan ve kuran kişidir. Şöyle demiş; “insanlar tanrıların kendileri gibi doğup büyüdüğünü, kendileri gibi davrandığını düşünür.
ü Eğer öküzlerin, atların ve aslanların insanlar gibi elleri olup da sanat eseri yapabilselerdi, öküzler öküz gibi, atlar at gibi, aslanlar da aslan gibi tanrılar resmederlerdi. Etiyopyalıların tanrısı, siyah renkli, kalkık burunlu Trakyalıların tanrıları ise mavi gözlü ve kırmızı saşlıdır.
ü İnsanlar ve tanrılar arasında en büyük olan ve ölümlü olanlara hiç benzemeyen tek tanrı vardır. O her şeyi görür, bilir, iştir ve daima aynı kalır, değişimden, dönüşümden muaftır. Bir oraya, bir buraya gitmek ona yakışmaz.
ü Hiçbir zaman tanrılar ve sözünü ettiğim şeyler hakkında kesin bilgi sahibi olan biri olmadı ve olamayacak da. Bütün hakikati bir şekilde söyleme şansı bulsa da kendisi bunun böyle olduğunu bilemeyecek, söylenenler tesadüfen doğru olan sanılardan ibaret olmaya devam edecek.
(Bu tespitlerin tümü Ksenofanes’e ait)
Herakleitos ise şunları söylemiş;
ü İnsan yaşayan ölü olduğu gece vakitlerinde kendinde bir ışık yakar. Uyuyan ve göz ışığı sönen kişi, ışığını ölülerden, uyanık kişi ise ışığını uyuyanlardan alır. (Müthiş, güzel ve güçlü bir saptama) *
ü Çocukların hayatlarının ilk iki yıllarında, konuşamıyor olmaları büyük bir kayıp, çünkü eğer konuşabilselerdi muhtemelen kantın felsefesinden bahsederlerdi (P. Dussen’den aktaran, Schrödinger)
DEĞERLENDİRMELER
Oldukça ilginç ve önemli olan bu noktayı Schrödinger yeterince işleyip, geliştirmemiş. Ortaya çıkan yeni düşünme biçimi olan, bilimsel felsefi düşünüş şekli, geleneksel mitolojileri, dinsel anlayışları da yerinden edip dönüştürmüştür. Özellikle dinsel düşünüş, daha fazla dinsel düşünüş olmaya, katılaşıp dogmatik olana doğru dönüşmeye başlamıştır. Bu süreç Xenofanes’le başlamış, Aristo ile devam edip, Platinos ile doruğa ulaşmış ve onlardan sonra gelecek olan, Hristiyan ve İslam teolojilerinin felsefi dayanaklarını hazırlamıştır.
Gerek Hristiyan gerekse İslam teolojisi, ilahiyatı incelendiğinde, tüm bunların tüm akli temellendirmelerinin, kelam ve fıkıhlarının Aristo’ya dayandığı, Aristo’nun şerhinden başka bir şey olmadığı açıkça görülecektir.
Öte yandan felsefe tarihinde çok önemli olan ve kendisinden sonra gelen süreci, özellikle de 19. Yüzyılda felsefi içeriği çokça etkileyen Herakleitos’a çok az yer verilmiş, en azından Parmenides kadar yer verilmeyi hak ediyordu. “Pante rei” ve savaş her şeyin babasıdır diyen, değişmeyen tek şey değişimin kendisidir diyen, karşıtlıklara vurgu yapan Herakleitos, aynı zamanda Hegelyen diyalektiğin de önceleyicisi olmuştur.
VI. BÖLÜM
ATOMCULAR
ÖNERME VE SAPTAMALAR:
ü Acaba Demokritos ve Leukippos (doğumları yaklaşık olarak M.Ö 460) isimleriyle bağlantılı olan eski atom teorisi modern teorinin gerçek atası mıydı? Bu soru sıklıkla sorulmuş ve iki karşıt cevap verilmiş. Bazıları evet, modern atom kuramının atasıdır derken bazıları da buna karşı çıkmış.
ü Atomlar görünemeyecek kadar küçüktür, hepsinin maddesi veya doğası aynıdır, fakat müthiş sayıda farklı şekil ve büyüklüklere sahiptir, şekil ve büyüklükleri ise onların kendilerine özgü olan tek özelliktir.
ü Atomlar sonsuz halde, düzensiz ve kuralsız biçimde hareket halindedir.
ü Atomların süreğen hareketliliği kendiliğindendir, (kendileri dışında bir hareket ettiriciyi gerektirmez) *
ü Ağırlık ve kütle çekimi, atomların birincil özellikleri arasında değildir.
ü Şöyle diyor Schrödinger; “bana göre yüzyıllardır uyuyan güzel olan bu teorinin yaşadığı yenilgi onun ruh anlayışından kaynaklanmaktadır. Ona göre ruh özel türden bazı atomlara dayanıyordu”.
ü Demokritos’un kabullerine göre,
(A) Canlı bir vücuttaki bütün atomların davranışları, fiziksel doğa yasalarınca belirlenmişti
(B) Atomların bazıları bizim ruh ya da zihin dediğimiz şeyi meydana getiriyordu.
ü Bu iki kabul Demokritos’u antimoniye sürüklüyordu, (bu kabuller, doğa ve insandaki “özgürlüğü, özerkliği ortadan kaldırım, sıkı bir belirlenilmişliğe, mekanik bir doğa ve kültür dünyasına getirip bırakıyordu) *
DEĞERLENDİRME:
1-Demokritos’un atom teorisini modern atom teorisinin önceleyeni olarak görmeyenleri anlamak mümkün değil, çünkü onların gerekçesi şu, onlar atomları kesintisiz, bölünemeyen olarak görürken, modern atom teorisi kesintili ve bölünebilendir. Ne yani ne bekleniyordu ki? Tarih M.Ö 5. Yüzyıl, o dönemde atomu bırakın, kuarklara inmeleri mi bekleniyordu?
2-Öte yandan, Demokritos bağlamında her türden mekanik materyalist anlayışların “özgürlük” sorunsalını beraberinde getirmesi tespiti oldukça önemli. Bu tartışma veya sorun aslında dinler içinde geçerli ve hatta daha fazlasıyla geçerli. İster din olsun, isterse din dışı materyalist anlayışlar olsun, ortada tümel tanrısal veya doğasal, kökensel bir belirlenim varsa, devreye evrensel “kader” giriyor ve özgürlük ortadan kalkıyor. Bu bağlamda, Demokritos kendisinden sonraki materyalist sürece, açıklayabilmeleri için bu paradoksu bırakmıştır. Eğer sahiden de onun dediği gibi, her şeyin temelinde atomlar ve boşluk içinde onların devinimi varsa, her şeyi bunlar belirliyorsa, bu temel birimlerden oluşan tekil şeyler o zaman kendi kendiliklerinden davranamıyor demektir.
VII. BÖLÜM
YUNANLILARIN AYRICALIĞI NEYDİ
SAPTAMA VE ÖNERMELER:
ü Yunanlıların ayrıcalığı neydi? Schrödinger bu soruya, Brunet önsözünden alıntı yaparak şöyle cevap veriyor, bilim bir Yunan icadıdır, yani Yunan etkisi altına giren halklar dışında, bilim hiçbir zaman var olmamıştı.
ü Peki bilimsel olan neydi? Doğanın görüntüsü (insan tarafından) * anlaşılabilir niteliktedir.
ü Bilim insanı, manzarayı tamamlamak için, bilmenin öznesi olarak kendisini, kendi kişiliğini görmezden gelip, kesip atmak yoluyla (kendisini yok-sayarak) * doğayı anlama probleminde hataya düşer.
DEĞERLENDİRMELER:
1-Antikitenin bilimsel ve felsefi düşünceye öncülük ettiği kuşkuya yer vermeyecek kadar açık bir durumdur. Bunu tartışmak, bilimsel ve felsefi olmayan başka kaygıların ürünüdür
2- Öte yandan, Schrödinger, antikite üzerinden özne, bilen ve bilinen nesne ayrışmasından doğan paradokslara işaret ediyor. Klasik bilim, salt nesnelliğe dayanıyor, bilimsel süreçler söz konusu olduğunda, öznenin “öznelliğinin” askıya alınabileceğini düşünüyordu. Schrödinger bunun konuyu hafife, basite almak olduğunu düşünüyor ki haklı. Bilim felsefesi, rölativiteden ve kuantum fiziğinden beri, klasik bilim anlayışının yerine modern bilim anlayışını koydu ve klasik bilimin “salt nesnellik” iddiasının içinin boş olduğunu, bunun olmazlığını örnekleriyle ortaya koydu.
Öte yandan bu sorun, Schrödinger’in ortaya koyduğundan çok daha karmaşık ve kökensel bir sorun. Bilenin, bilmeye çalıştığı bilgiye, nesneye müdahalesi asla ve kat a manipüle edilemeyecek bir durum olarak ortada duruyor. Odanın sıcaklığını ölçmek için bir “araç” kullanmak zorundayım. Öte yandan, kullandığım bu araç, ortamın ısısına bir şekilde etki edecektir ve ben odanın ısısını asla kendinde-olduğu gibi bilemeyeceğimdir. Kantın kulakları çınlıyordur sanırım, “kendinde şey, numen asla bilenemez, sadece fenomenal dünyayı bilebiliriz”. Kantın bu saptaması aslında, rölativite ve kuantum fiziğiyle kanıtlanmış oldu, parçacık düzeyindeki “şeylerin” hareket ve hızını aynı anda saptamak olanaksızdır.
Kısacası, klasik bilimin iddia ettiği gibi, bilen özne konumunda olan insanı, özneyi, bilme sürecinde askıya almak olanaksızdır ve öznenin bu zorunlu olan hatası, müdahalesi, bilme süreci için amansız paradoksları beraberinde getirmektedir. Bu durumda şöyle demek gerekiyor sanırım, bilimsel bilgi nesnel değil ama, tümel bir öznellikten başka bir şey değildir. Yani ortada nesnellik değil de, öznelliğin çeşitli türleri var, kişisel veya kültürel diyebileceğimiz öznellikler ve bir de tümel, insanlık özneli olan bilimsel öznellik.
KİTABIN BU BÖLÜMÜ İÇİN SON SÖZLER:
Schrödinger bu bölümün son paragrafında şöyle diyor, ki katılıyorum ve bunlar benim de son sözlerim olarak kabul ediyorum;
“Dünya büyük, muhteşem ve güzeldir. Onun üzerine olan bilimsel bilgim yüz milyonlarca yılı kapsamaktadır. Fakat bu kadar uzun sürece rağmen, bu bilgileri (kesintileri dışarıda tutarsak) * bu bilgileri yetmiş, seksen veyahut doksan senede edindim. Nereden geldim, nereye gidiyorum? Bu hepimiz için geçerli olan ama cevabını bir türlü bulamadığımız bir sorudur. Bilimin de buna hiçbir cevabı yoktur. Fakat yine de bilim, güvenilir ve tartışmasız bilgiye doğru giden yolda, ulaşabildiğimiz en ileri noktayı temsil etmektedir.”
DOĞA VE YUNANLILAR ADI VERİLEN BÖLÜMÜN SONU
Not: * Değerlendirmelerin dışındaki, (parantez içi) * şeklinde olan italik ifadeler bana aittir, diğerleri ise, birebir olmasa da Schrödinger’in ifadeleridir.
İKİNCİ KİTAP
BİLİM VE HÜMANİZMA
ALT BAŞLIK 1
BİLİMİN HAYATIMIZDAKİ TİNSEL ETKİSİ
SAPTAMA VE ÖNERMELER
Bilimsel araştırmanın değeri nedir? Sorusuyla kitabının ikinci temel bölümüne başlayan Schrödinger, bilimsel araştırma ve bilginin toplumsal yansımalarını sorguya çekmeye çalışmaktadır. Bilimsel araştırma ve bulguların, “değeri” söz konusu olduğunda, az sayıdaki bilim insanının ve bilim insanı olmayan çoğunluğun, bilimsel bilginin, teknolojik, endüstriyel yansımalarından söz ederek, bilimin “değeri nedir?” sorusuna, faydacı, pratik ve pragmatist bir cevap vereceğini söylüyor. Tam da bu noktada o, bu yaklaşıma karşı şu itirazı ve iddiayı ortaya koyuyor.
Doğa bilimleri veya beşerî denilen bilimler, bilimsel araştırma sürecine girdiğinde, bu sürece “pratikte, günlük hayatta faydalı olsun kaygısıyla girmezler, her ne kadar her bilimsel araştırma ve bulgunun bu türden sonuçları olsa da bilimin ve bilim adamlarının başlangıçta böylesi bir niyeti kaygısı yoktur. Hatta, sözü edilen teknik, endüstriyel gelişmelerin, tümelde insanlığı daha mutlu, huzurlu kıldığı tartışmaya açık bir durumdur.
DEĞERLENDİRMELER:
İki noktada da sonuna değin haklı Schrödinger, birincisi evet, hiçbir bilimsel araştırma, sürecine aktüel, güncel toplumsal veya bireysel fayda kaygısıyla başlamaz, o salt-sırf bir “teorik” kaygıdan, bilmek için bilmek noktasından hareket eder, etmelidir. Örneğin Einstein’ın, atom üzerine çalışmalarını düşünelim, başlangıçtaki kaygısı ne ulusal ne de bireysel fayda yaratmaktı. Yani ben atomu bileyim, bulayım ve atom bombası yapayım, ulusum savaşı, savaşları kazansın gibi bir kaygı taşımıyordu. Öte yandan bu kaygıları taşıyan bilim insanları yok muydu? Varsa bile onlara bilim insanı demek doğru değildi, değildir. Bu noktada, bilimsel bulguların kötü amaçlar, sonuçlar için kullanılması ile, bilimsel kaygıyı ve bilimsel duruşu birbirinden ayırmak gerekiyor.
Diğer noktada da haklı. Bilimin, teorik olan bilimsel bilginin getirisi olan, teknolojik ve endüstriyel ilerleme, çağımız insanını daha mutlu kılmamıştır ne bireysel ne de toplumsal bağlamda. Çünkü mutluluk, teknolojinin getirdiği “konforla” yaşamla elde edilebilecek bir sonuç değildir.
SAPTAMA VE ÖNERMELER;
Schrödinger bu eleştiriden sonra şöyle diyor; “Öyleyse sorabilirsiniz ve hatta hemen sormalısınız bana, peki size göre nedir bilimin değeri” Bu soruya şu cevabı verebilirim, (mealen yazıyorum) Öncelikle hiçbir tekil bilimin, diğerlerine daha fazla önemi, üstünlüğü yoktur, hepsi de eşit derecede ve önemdedir. Hiçbir bilim dalı, tekil olarak bir başına işleve sahip değildir, evet, daha iyi ve ayrıntılı bilgi için ayrışma, uzmanlaşma kaçınılmazdır, ancak, tüm bilimsel bilgiler, bir şekilde temelleştirilmelidir. Bu ne işe yarayacaktır? İşte bu birleştirme sayesinde, belki Delphi tanrısının buyruğuna uyulabilecektir, “kendini tanı”. Ya da belki platonun o kısa sorusu cevabını bulacaktır; “peki ya biz, tam olarak kimiz?”
DEĞERLENDİRME:
Schrödinger, Sokrat, Aristo ve Platon vari biçimde bilginin, bilmenin erdemi, kendisini bilmeyi, tanımayı getireceğini söylüyor. Daha uygunu şöyle diyor bir paragrafında; “sınırlı bir alanda, uzman bir gurup tarafından elde edilen ayrıksı (yalıtılmış)* bilgilerin kendi içinde hiçbir değeri yoktur. Bu bilgilerin ancak ve sadece bir araya gelmesiyle ve ortaya çıkan sentezin, biz kimiz? Sorusunun cevabına katkıda bulunduğu oranda belirir”
Evet katılıyorum, tam da bu noktada aslında felsefe devreye giriyor ve Schrödinger’in buna vurgu yapması gerekiyordu. Felsefenin bir işlevi de beklide en önemli işlevi, bilimlerin varlık, insan, doğa, kültür alanında parçalamış olduğu bilgiyi (ki var olan bir-bütündür ve parçalanamaz aslında ama metodik olarak bilimin bunu yapması bir zorunluluktur) kendi potasında birleştirip, varlık, bilgi, kültür, yaşam konusunda bir sentez sonuca ulaşabilmek. Bu vurguyu yapmaması, Schrödinger için büyük bir eksiklik olmuş.
ALT BAŞLIK 2
BİLİMİN GERÇEK YARARLARINI GEÇERSİZ KILABİLECEK PRATİK BAŞARILARI
SAPTAMA VE ÖNERMELER:
Şöyle diyor Schrödinger; “…. Eğitimli bireylerin büyük çoğunluğu, bilime karşı ilgisizdir ve bilimsel bilginin insanın fikri hayatının alt yapısını oluşturabileceğinin farkında bile değildir. Pek çoğu, bilimin gerçekte ne olduğundan bi haber biçimde, onun yaşam koşullarımızı düzeltmek için, makinalar icat etmek veya icat etmeye yardımcı olmaktan ibaret görür. Tıpkı botların tamirini uzmanına bırakmak gibi, bu işi de uzmanlarına bırakmaya hazırdırlar. Bu bakış açısına sahip kişiler, çocuklarımızın eğitim müfredatına karar veriyorsa vay halimize (…)”.
DEĞERLENDİRME; Tüm bunlar yerli yerinde ve ama aynı zamanda siyasal alanla da ilgili olan sorunlar. Bir toplumda eğitimin biçim ve içeriğine karar verenler, en nihayetinde o toplumda iktidarı elinde bulunduran egemen güçlerdir ve eğitim plan, programları bunların tercihine göre şekillenir. Kapitalist ekonomik modeli tercih eden bir ülkede, eğitim kurumunun, insanlığa veya bireye hizmet edecek şekilde düzenlenmesini beklemek ham bir hayal olur, iktidar sahibi muktedirler, doğal olarak kendi sistemlerinden duydukları kaygılara göre eğitim politikaları tercih ederler.
ALT BAŞLIK 3
MADDE HAKKINDAKİ FİKİRLERİMİZDE ÇARPICI BİR DEĞİŞME
SAPTAMA VE ÖNERMELER:
Bu alt başlık bağlamında şöyle diyor Schrödinger; “… size bahsedeceğim yeniliklerden hiçbirisi kendi içinde muazzam biçimde heyecan verici değildir, heyecan verici, devrimci olan şeyse, takınmamız gereken genel bir tutum olarak, bunların hepsini bir arada düşünebilmektir. Madde nedir, maddeyi zihnimizde nasıl resmederiz? Sorunun ilk hali gülünçtür, her ikisi de bize zaten veriliyken, nasıl sorabiliriz ki bu soruyu. (…) 19. yy. yarısı boyunca madde anlayışı belli ve kabul edilebilir nitelikteydi. Bu madde bütün yapısı ve hareketleri itibarıyla, katı cisimler yasasına tabiydi, hiçbir zaman yaratılmamış ve yok edilemez yapıdaydı.” (Yoktan varlık, varlıktan yokluk çıkmaz, varolan hiçbir şey yok edilemez) *
Madde hakkındaki fikrimiz, 19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren sarsılmaya ve madde giderek daha az “materyalist” olmaya başladı. Artık şunu rahatlıkla söyleyebiliriz, maddenin artık en ufak parçasını dahi uzayda takip edebilecek durumda değiliz.
Tam da tekil, birbirinden ayrı atom ve parçacıkları izlemekte başarılı olduğumuz on yıllar boyunca, bu tekilin sonsuza dek aynılığını koruduğunu düşünmek artık gülünç bir durumdur. Tam aksine, maddenin nihai bileşenleri için, aynılığı ve kendisine özdeşliğini düşünmek artık olanaksızdır. Parçacığı hareketi boyunca “aynılığı” ve kendisine özdeşliği içinde gözlemleyebilmek artık olanaksızdır.
DEĞERLENDİRME;
İşin erbabından çok önemli saptama ve değerlendirmeler bunlar. Nihayet kendi alanı ile ilgili olarak konuşmaya başladı. Dediği gibi, klasik, geleneksel madde ve varlık anlayışı, parçacıklar dünyasındaki o öngörülemez hareketlilik ve belirsizliklerinde, yerle bir olmuştur artık. Şimdi, yeni madde ve varlık anlayışını oluşturma zamanıdır.
ALT BAŞLIK IV
TEMEL KAVRAM OLARAK -MADDE DEĞİL- BİÇİM
SAPTAMA VE ÖNERMELER:
Durum artık çok rahatsız edicidir, parçacık eğer münferit bir varlık değilse nedir peki? Bu soruya şöylesi bir örnekle, ilginç ve güçlü bir cevap veriyor Schrödinger. “En sonunda çevremizdeki bütün nesnelerin moleküllerden, moleküllerin atomlardan, atomlarınsa nihai parçacıklardan oluştuğunu gözlemleyebiliriz. Ve eğer bu sonuncular, “ferdiyetten” (tekillikten)* yoksunsa, kol saatinin bir ferdiyete sahip olduğunu nasıl söyleyebilirim? Sınır nerde başlayıp bitmektedir, ferdiyeti olmayan şeylerden oluşan nesnelerin, münferit varlığı nerden gelmektedir (veya mümkün müdür)
Schrödinger bu soruya şu cevabı veriyor, parçacıklarda aynı kalan şey, içerik değil, biçim ve şekildir ve hatta parçacık sadece bir “saf bir şekildir”.
DEĞERLENDİRME:
Temel parçacık şekil veya değil, bu da önemli bir sorun ama burada daha kökensel, daha önemli bir sorun var. Rasyonalite veya matematiksel sonsuzluk ile, duyusal sonluluk arasındaki paradoksal durum ki antikitede bu paradokslar önemli bir sorundu ve Schrödinger bu soruna hiç vurgu yapmamıştı. Uçan ok, Aşil v.b paradokslar. Şimdi, klasik bilim anlayışı, atom parçalanıncaya değin, atomu bölünemez, en küçük birim olarak kabul etti, sonra o da bölündü ve proton nötron ortaya çıktı, sonra onlarda kuarklarına bölündü, bu bölünme, en küçük parçayı arama çabası bir yerde duracak mı? Eş deyişle, sahiden de maddenin daha ötesine götürülemeyecek temel parçacıkları var mı? Sanmıyorum, çünkü varlığın makro bağlamda sonsuza kadar gittiği gibi, mikro bağlamda da sonsuza kadar gittiğini düşünüyorum.
ALT BAŞLIK V
“MODELLERİMİZİN” DOĞASI
SAPTAMA VE ÖNERMELER:
Parçacığın şekli ile kastedilen şey, geometrik bir şekil değildir. Peki nedir? Biz parçacığı açıklamak için onu “resmederiz” ve “modelleriz” ve olayların modelimize uyup uymadığını araştırırız. Dolayısıyla aslında ortada bir şekilde yok, sadece modelleme çabaları var.
DEĞERLENDİRME:
Sanırım Schrödinger parçacık düzeyindeki belirsizliğe ve kestirimsizliğe vurgu yapıyor ki haklı. Peki tüm bu belirsilik ve bir anlamda yokluk, hiçlik gibi bir halde, durumda bilimsel araştırma hala nasıl mümkün olmaktadır. Araştırma biçimleri, kesinlikten olasılığa, doğruluk arayışından uygunluğa doğru kaymıştır ve bilim adamlarının yeni metodolojisi budur artık bu bağlamda, Schrödinger L. Boltzman’ı yardıma çağırıyor ve o da şunu diyor; “Sırf deneylerden elde ettiğimiz dolaylı kanıtlara bakarak, doğanın gerçekte nasıl olduğunu bilemeyeceğimin farkındayım, ama yine de kendi modelimden emin olmama, hatta çocuk saflığıyla emin olmama müsaade edin. Mutlak anlamda emin bir modelin yokluğunda, düşüncenin kendisi de güvensiz hale gelir ve modelden çıkarılacak sonuç belirsizleşir”:
ALT BAŞLIK VI
SÜREKLİLİK TANIMI VE NEDENSELLİK
SAPTAMA VE ÖNERMELER;
Parçacığın hareketi söz konusu olduğunda bir süreklilik yoktur, belli bir anda ve yerde gözlemlediğim parçacığın, sonra gözlemlediğim bir parçacığın aynısı, onun süreğeni olup olmadığını bilemiyorum. (Makro dünyada bu hep böyledir, yol boyunca giden araba, yine o aynı arabadır) * Süreklilik gözlemi yapamayacağımızı artık kabullenmek zorundayız. Eğer parçacık düzeyinde bir süreklilik yoksa, nedensellik ilkesi de olanaksızlaşır.
DEĞERLENDİRMELER
Güçlü ve yerinde tespitler ve D. Hume’un olumlanması durumu söz konusu. O nedenselliğin nesneden, nesnellikten değil alışkanlıktan kaynaklandığını söylemişti, tam da bu noktaya geri dönmüş oluyoruz. Parçacık fiziği söz konusu olduğunda artık klasik nedensellik işlemiyor. Schrödinger bir “acil çıkış” kapısından söz ediyor. Bakalım neymiş, merak ettim
ALT BAŞLIK VII
DALGA MEKANİĞİNİN GETİRDİĞİ GEÇİCİ ÇÖZÜM
SAPTAMA VE ÖNERMELER:
Schrödinger’in, parçacıklar düzeyinde ortaya çıkan belirsizlik nedeniyle doğan metodolojik sorunlar için önerdiği “acil çıkış” kapısını, Eddington “bu bir fizik teorisi değil, çok iyi bir kaçamak yoludur” şeklinde değerlendirmiş.
Parçacıklar düzeyindeki hareket, uzay ve zamanın klasik sürekliliğine aykırı hareket eder. Uzay ve zamanın belirsiz, eksik olduğu bir resimden, açık ve kesin sonuçlar çıkarılamaz, bu durumda ortaya konan sonuçlar, bulanık, keyfi nitelikler taşır. Bu sorun nasıl giderilecektir? Bu soruna rağmen bilimsel metodoloji ile bilimsel bilgi üretmek nasıl mümkün olacaktır, ne yapılmalıdır?
Uzay ve zamanda sürekli, hiçbir boşluğa yer bırakmayan bir tanım ortaya koymamız gerekiyor, bunu “bir şeyin tanımını” vererek yapabilir durumdayız. Ancak bu bir şeyin tanımı bize o şeyin doğası ve hatta onun gözlemlenebilir olup olmadığı hakkında hiçbir veri sunmaz ve bunun fizikçiler de farkındadır. Acil çıkış kapısı olarak ortaya konan “dalga mekaniği resminde” ne uzaysal ne zamansal boşluk yer almaz ve ayrıca nedenselliği de tehlikeye atmaz.
Peki, gözlemlediğinin ne olduğunu ortaya koyamayan bu tanımlama ne işe yarar? Fizikçiler her şeye rağmen, tüm bu sorunlara rağmen bu dalga boyu resminin, tanımlamasının, bize parçacıkların karşılıklı ilişkileri hakkında bilgi verdiğine inanıyorlar ve bu konuda iyimserler Bu tanım bize özellikle de, gözlemlenen olay ve olgular arası nedensel ilişkiyi ortaya koymada oldukça yetersiz kalır.
DEĞERLENDİRME:
Bu noktayı anlamak benim için pek de mümkün değil, çünkü sanırım yüksek düzeyde teorik, teknik fizik bilgisi gerekiyor. Ancak anlayabildiğim kadarıyla, durum böyleyse bilimlerde kelimenin tam anlamıyla metodolojik bir kriz söz konusudur, uzay zaman ve nedensellik dayanakları olmadan, bilimsel çalışmayı düzenlemek ve sonuç çıkarabilmek olanaksızlaşıyor…
Bu durumun şununla da ilgisi var mı bilemiyorum. İnsanoğlu mikro dünyalara doğru indikçe, hassasiyet artıyor. Metreye göre santim metreyle uğraşmak zordur, santim metreye göre mili metreyle uğraşmak daha zordur, mili metreye göre nano metreyle uğraşmak daha zordur, nano metreyle uğraşmaya göre …… daha zordur şeklinde süreç giderek zorlaşıyor. Bu sadece bu ölçüm için geçerli değil, hareketi düşünelim, saatte bir kilometre yol kateden hızla uğraşmak kolaydır, ışık hızıyla uğraşmak, onu anlamaya çalışmak zordur gibi.
ALT BAŞLIK VIII
ÖZNE VE NESNE ARASINDAKİ SINIRIN SÖZÜMONA ÇÖKÜŞÜ
SAPTAMA VE ÖNERMELER:
Şu uzun cümleyi kuruyor Schrödinger; (mealen yazıyorum); Doğa nesnesine bakmanın günlük düşünme deneyimlerimizle uyuşmayan bu alışılmamış gözlem yolu, köklerini gözlemlenen olgulardan mı almaktadır –ki bu durumda, eğer öyle ise, asla kalıcılık ve süreklilik kazanmış bir daha asla kurtulamayacağımız bir yol mudur_ yoksa bu yeni yol insan aklının nesnel bir niteliğinin değil de onun belli bir düzeninin, doğa anlayışımızın günümüze ulaşmış olduğu aşamanın bir hali midir? Bu cevaplaması oldukça zor bir sorudur. Çünkü şunlar hali hazırda açıklanabilmiş durumlar değildir hala, nesnel doğa ve insan aklının konumu ve bunların ilişkisi. Çünkü benim bir yandan doğanın bir parçası olduğum kuşku götürmez bir gerçekken, öte yandan doğa nesnesini zihnimin bir olgusu olarak bilmek de zorundayım.
Yadsınamaz olgularda uzay ve zamanın, sürekli, boşluksuz, kesintisiz bir tanımını verebilmenin imkansızlığı ortaya konabilir mi? Fizikçilere göre aslında var olan durum tam da budur. Bohr ve Heisenberg bu konuda oldukça yaratıcı bir teori ortaya koydular ve bu teori artık popüler hale geldi. Bu teori ise şudur;
Belli bir doğa nesnesi, ya da fiziksel sistem hakkında onunla “temasa geçmeden” herhangi bir olgu önermesi ortaya koyamayız. Buradaki temas gerçek bir fiziksel etkileşimi anlatmaktadır. Sadece nesneye “bakıyorken” bile durum böyledir. Bakıyorken bile, özne, gözden yayılan ışık ışınları ile, nesnesini etkilemektedir. Bunun anlamı, nesneye “gözlemleme yoluyla müdahale” edildiğidir. Bir nesne hakkında, onu tamamen izole ederek, özneden yalıtarak asla gözlem yapamazsınız. Teori, bu iç içe geçmenin ne tamamen konu dışı ne de bütünüyle incelenebilir olduğunu iddia ederek devam etmektedir. Bu durumda nesne bazı özellikleriyle bilinirken, bilinebilirken, öznenin müdahalesi noktasında bilinemez olarak kalmaya devam etmektedir. Bu durum, fiziksel nesnelere için neden tam, yetkin bitirilebilir bir açıklamanın yapılamadığının da göstergesidir.
Onların bu teorisi çoğunlukla yanlış anlaşılmıştır. Yanlış anlaşılma noktası şudur, nesnenin özneden bağımsız bir “gerçekliği” olamaz. Oysa onların anlatmak istediği durumu bu noktaya kadar götürmek değil de sadece şuydu, artık durumu, eskiden olduğu gibi, klasik “özne/nesne” ayrımıyla ortaya koyamıyoruz, özne ve nesne arası ilişki, oldukça kararsız, sınırları rahatlıkla ortaya konabilecek bir ilişki biçimi değildir. Fizik bilimi bizi artık özne ve nesne arasındaki garip, esrarengiz bir ilişki biçimine getirip bırakmıştır.
Özne ve nesne arasındaki sınırın çizilebileceğine, çözülebileceğine inanmıyorum, öznenin nesnesine ne kadar müdahale ettiğinin miktarının belirlenebileceğine ve “özne hatası payının” ne olduğuna karar verilebileceğine inanmıyorum ve bu sorun, sorun olamaya devam edecektir.
DEĞERLENDİRMELER;
Evet, Schrödinger’in sözünü ettiği bu sorun aslında aşılmaz ve yeni olmayan bir sorundur felsefi bağlamda, fizik bilimi bunu 19. Yüzyılın ortalarından itibaren “deneysel” olarak ortaya koymuş olsa da felsefi spekülatif öngörünün içinde bu tartışma hep vardı zaten. Kant “kendinde şeyi, kendinde olarak” asla bilemeyeceğiz derken, bu soruna dair bir çözüm önerisi ortaya koymaya çalışıyordu.
Felsefi ve başlangıçta spekülatif olan _ama giderek de deneysel nitelik kazanabilen- öngörülerinin gücü de burdan gelmektedir.
ALT BAŞLIK IX
ATOMLAR YA DA KUANTUMLAR, SÜREKLİLİĞİN KARMAŞIKLIĞINDAN KAÇMAK İÇİN KADİM OLANIN KARŞI-BÜYÜSÜ
SAPTAMA VE ÖNERMELER;
Fizikteki son yarım yüzyıllık gelişmeyi göz önüne alırsanız, doğanın süreksizlik özelliğinin irademize son derece aykırı biçimde kendisini bize dayattığı izlenimine kapılırsınız. Oysa süreklilikten ve nedensellik bağıntısında son derece hoşnuttuk. Max Planck, 1900’lü yıllarda kara cisim ışımasındaki enerjinin dağılımını açıklamak amacıyla ortaya koyduğu “süreksiz” enerji dağılımı fikrinden korkuya kapılmış, bu hipotezi zayıflatmak ve mümkünse ortadan kaldırmak için elinden gelen her şeyi yapmıştı. Ama nafileydi, olmuyordu.
DEĞERLENDİRME
Sonuç olarak o halde, Aristo’nun mantık ilkeleri, klasik bilimin sürekliliğe dayanan nedensellik ilişkisi, her ne kadar günlük hayatta işimizi kolaylaştırıp görse de, doğanın temel parçacıkları düzeyinde artık iş göremez durumdadırlar, bu durum ayyuka çıkmıştır artık. Aslında ilginç olan durum şu; sosyo-kültürel hayat alanı, felsefi spekülasyonun ve bilimsel açıklamanın çok gerisinden geliyor, ilerleyen zamanlarda kim bilir, belki de parçacıklar düzeyinin yapı ve durumuna göre hayatlar, toplumsal sistemler ortaya çıkacaktır. Hani endüstriyel tasarımcıların, kuantum bilgisayarlarından söz etmesi gibi, kuantum bilgisayarı, adı bile büyüleyici gibi duruyor. Gelecekte belki, kuantum toplumlarında, davranışlarında, sevme biçimlerinden söz edilecek “belki de” …
X ALT BÖLÜM
FİZİKSEL BELİRLENİLMİŞLİK ÖZGÜR İRADEYE YENİ BİR ŞANS TANIR MI?
SAPTAMA VE DEĞERLENDİRMELER:
136. sayfada özetleyerek değindiğim bu eski mesele, determine, belirlenilmişlik ile özgür irade arasındaki çelişkidir ve açılımı şudur; zihinsel durumum, vücudumdaki özellikle de beynimdeki fizyolojik olaylarla açıkça ve çok yakından ilişkili ise, bu fiziksel olaylar da doğadaki fizik yasalarınca belirlendiğine göre, şu veya bu biçimde hareket etme kararı aldığıma dair yadsınamaz duygum ve aldığım kararlar yüzünden bende ortaya çıkan sorumluluk duygum için ne söylenebilir? Çünkü bu durumda, dış dünya cisimlerinden kaynaklanan değişiklikler de dahil, bütün eylemlerim, kararlarım, beynimdeki maddi unsurlarca önceden belirlenmiş olmuyor mu? Ve eğer bu böyleyse, özgürlük ve sorumluluk duygularım birer yanılsamadan ibaret olmuyor mu?
Bu içine düşmüş olduğumuz durum gerçek bir açmazdır ve bana göre bu açmazı kişisel olarak deneyimleyen ilk kişi Demokritos’tur. Durumun bütünüyle farkındaydı.
Şimdi sorunumuzun orijinaline dönelim, doğal olarak modern fizikteki, belirsizlik, kesintililik ve nedenselliğin krize girmesi gibi durumların bu sorunu çözebileceği umudunu doğurdu. Acaba doğa yasalarının boş, belirsiz bıraktığı bu alanlar, özgür irade ile doldurulabilir miydi, böylelikle de belirlenilmişlik ve özgür irade çelişkisi aşılabilir miydi? Bu girişimi yapan kişi, alman fizikçi Pascaul Jorden oldu.
DEĞERLENDİRMELER
(Değerlendirme işlemini, Schrödinger ile birlikte yapıyorum, onun ifadeleri ile benimkiler birlikte veriliyor, çünkü tamamen örtüşüyoruz bu konuda)
Bana göre ise bu girişim hem fiziksel olarak hem de ahlaki bakımdan olanaksız bir çözüm. Şu bağlamda olanaksız, fizik yasalara, özgür irade gibi ahlaki bir durumu enjekte etmeye çalışmayı, fizik yasaları, doğa kaldıramaz, kaldıramaz çünkü doğanın “etiği” yoktur ve doğaya etik yüklemeye çalışmak, doğaya müdahale etmek anlamına gelir ki, insanın buna gücü yetmez zaten.
İşin etik boyutuna gelince, Schrödinger bu noktada, yani özgür iradenin, parçacıklardaki belirsizlik, olasılı durumdan çıkarılabileceği tezine, Ernest Cassirer tarafından yapılan güçlü itirazı ortaya koyuyor ve şöyle diyor; Özgür iradenin insanı en fazla ilgilendiren yanı, etik eylemleridir. Eğer parçacık fiziğinin iddia ettiği gibi, doğa en temelde rastlantısal biçimde hareket ediyorsa, ki öyle görünüyor, rastlantısal olandan insan davranışı için özgür-edimler doğurtmak olanaksızdır, raslantı, tasarlanmış olana kaynaklık edemez.
Bu sorun aslında en nihayetinde bütün-parça ve bunların bir-birleriyle ilişkileniş sorunudur ve evreni, bir bütünsel yapı olarak gören her kurgul büyük anlatının, içine düşeceği, düşmek zorunda kalacağı bir paradokstur. Örneğin, dinlere göre evren bütündür ve insan bu bütünün parçasıdır ve yine dinlere göre, bütün olan evrenin, bütünsel genel işleyiş kaide ve kuralları vardır. Şimdi, küll/cüz ilişkisi ve sorunu burada başlıyor işte. Bir atom veya molekül bütününü düşünelim, her bütünde parçanın hareketi, bütünün işlev, konum, ereğine bağlıdır, bağlı olmak zorundadır, eğer o bir bütünse. Atom altı parçacığı, başına buyruk hareket edemez, ederse o atom bütün olamaz, öte yandan başına buyruk hareket etmezse de özgür olamaz, çünkü özgürlük başına buyruk olmayı gerektirir.
Bu bağlamda sorun aslında evreni, sistemi ele alış sorunudur, din veya bilim fark etmiyor, dinin yerine bilimi koyalım, bilime göre de bir bütün ve parça ilişkisi var, durum böyle konulduğu anda, kader/kaza, belirlenilmişlik/özgürlük paradoksları ortaya çıkıyor ve hem din hem de bilim açısından “çözümsüz” olarak kalıyor.
SONUÇ DEĞERLENDİRMESİ,
Kitabı sondan başa doğru okumaya çalıştığımda, Schrödinger’in niye Antikiteye başvurduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Günümüzü anlamak adına, kesinlikle gidilmesi, anlaşılması, hesaplaşılması gereken bir alan burası. Bunu yapmadan, bilimsel ve felsefi sorunların, sorgulamaların neye karşılık geldiğini, niye ortaya çıktığını anlamak olanaksızlaşıyor…
Erwin Schrödinger ısrarla şunu söylüyor, genelde bilgi özelde bilimsel bilgi, en nihayetinde, Delphi tanrısının “KENDİNİ (BİL) TANI” buyruğunu yerine getirme amacı gütmelidir. Tüm bu metni, kitabı da sanırım bu amaca hizmet etmek için yazmış, hem kendisi için hem de bu yolu kat etmeye çalışanlar için.
https://hepimizsanaliz.medium.com/subscribe
KAYNAKÇA
Erwin Schrödinger, Doğa ve Yunanlar- Bilim ve Hümanizm, Babil Kitap, İstanbul, 2020.
Erwin Schrödinger, Yaşam Nedir?, Evrim Yayınevi, İstanbul, 1999.