Günahkar Yaşamın Diyalektiği ve NİETZSCHE

Hepimiz SANALIZ
Anlama Kılavuzu
Published in
17 min readSep 26, 2022

Sonsuzluk payından kendinize sadece acıyı mı eş edindiniz …?” diye sordu kız. Oğlan; “evet … Ama” dedi. “Her ninni söylendiğinde avutulan çocuk benim.

Hata yapmak
fırsatını Adem’e veren sendin
bilmedim onun talihinden ne kadar düştü bana
gençtim ve ben neden hata payı yok diyordum hayatımda İSMET ÖZEL

Ön NOT: Bu yazıda ‘günah’ (hata-kusur-eksiklik-kötülük) kelimesine ve bilindik çağrışımlarına değil yaşamımızda ve anlatılardaki paradoxal işlevine odaklanınız. ‘Güneş’ gibi düşününüz günahı; iyinin de kötünün de … her şeyin üzerine doğuyor değil mi?

Günah; çok azımıza göre sadece seküler ahlâkla sınırlı iken çoğunlukla dinî bir mahiyet arz etiği düşünülür. Tüm dinlerin ve mistik sistemlerin bakışıyla düşünüldüğünde; ruhun mükemmele doğru gelişimini engelleyen veya geciktiren davranış ve alışkanlıklardan ibarettir. Dinle bağlantılı olan günah kavramının içeriği, dinlerin teolojilerine göre değişse de: Günah addedilen davranış gerçekleştikten sonra hissedilen suçluluk ve özgüven kaybı tüm insanlarda ortaktır. Günah kavramı kendi güdülerimizden ve cinselliğimizden utanmamıza yol açmıştır. Oysa bu suçluluk insanı insan mı yapar yoksa tanrı mı? Nietzsche için insan günahın işlemenin yarattığı suçluluk duygusundan (delilik döngüsü-günahtan arınma histerisi) kendini kurtarmalıdır. Üstinsanı yaratacak trajedi buradadır. Günahın hakkını teslim teslim etmek mümkün ise bu yazı bu hakkın tesliminin peşindedir. Günah insan olmanın yegane şiarıdır.

‪Şunu kabul etmemiz gerekir ki insanda hiçbir şey kendisinin aynısı olamaz. Belki bir duraksama yanılsamasıdır her şey. Günah kelimesine de bu açıdan paradoxal yaklaşılmalı. “Eğer siz günah işlemeseydiniz, Tanrı sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tövbe eden kullar yaratırdı.” O halde insanın hamuruna katılan su günah/eksikliktir. Ademin hatasına da bu açıdan bakmak gerekir. Bu yüzden insan tanrısal olana (kibire) ulaşmak için kabarmak zorundadır. ‬İyilik ifşa… kötülük gizlenme talep ediyor insandan. İnsan olmak istiyorsanız kötülüğü talep etmelisiniz o halde. İnsan olmanın teçhizatı (yeteneği) kötülükle/hata ile kazanılabilir.

Gerek çağdaş gerekse modern felsefede ve psikolojide söylemlerin ana hedefi çoğunlukla umut ve iyiye evrilmenin zorunluluğu üzerindir. İnsanın yaratıcı yıkımının görmezden gelinmesi. Oysa bu yıkım insanın başta kendini yaratmasında ve dışardaki dünya üzerinde sürekli hatırlatır. Sürekli olumlama, olumlu düşünmeyle, kendisi, dış dünya ve başkasıyla ilişkisini düzenleyemez insan. Bu olumlama, hayatın akışına açıkça uyumsuz ideal bir tasarım. Yaşamla bütünleşmek tam bir yas işidir. Felsefe insandaki yaratıcı yıkıcılığı ciddiye almak zorundadır.

Nietzsche bu günah ve yıkıcılık üzerindeki anlatıyı biraz daha ilerletti ve yaşamla günahı birbirine yaklaştırmaya çalışarak “insan ve yaşamı” korumak için günahı ve günahkarlığı yüceltti. Bu onun için bir seçim değil zorunluluktu. Halihazırda akıl ve bilim çağında yaşanıyordu ve tragedyanın mümkün olması için eksik olan ölçüsüzlük idi. Nietzsche’ye göre Batı kültürünü dekadansa dönüştüren olgu, hakikat arayışında aklı başat bir değer olarak insan içgüdülerinin önüne koymasıdır. Batı metafiziği insan içgüdülerini kötü ve günah olarak kabul ederek insan doğasıyla çatışmaya girmiştir. Nietzsche, ilk günah inancının ağır yükü altında ezilen bir insan prototipi yaratan Batı metafiziğinin kendisini en büyük günah olarak ilan etmiş ve buna karşı mücadele etmiştir. Bu anlamda Batı medeniyetinin çoğu, Yahudi-Hıristiyan anlatısının yerle bir edilmesini amaçlasa da tersinden onlarla mitolojiyi güçlü bir şekilde ilişkili kılarak fikir geliştirmiştir. İyi (sevap) ve kötü (günah) Nietzsche tarafından yutulmuş ve kusulmuştur.

Nietzsche kafasını kuma gömmek yerine acısını/günahını deneyimleyebilmek ister. Bu sayede mutluluğu da duyumsama şansı edinebilirdi. Yani duygularına karşı tolerans penceresini açabilirdi. Çünkü acıyı tanımlanamayan, bilinçdışı ataklarını göremeyen ve hislerini yasamaktan kaçan birisi, doğal olarak neşe ve keyif gibi olumlu duygulardan da vazgeçmiş olacak. Acı gerçeklere gözlerini sıkı sıkıya kapattığında, bu gözler mutluluğa da kapanmış olacaktı. Günahla yüzleşmek gerçek mutluluğun anahtarıydı ona göre. ‘Pezevenklik etmeyen İblisi de üttüler’ çünkü.

Ona göre günahkarlığı ertelemek için bastırdığın arzu gerçek değildir. Günahsızlık için bastırılan öfke veya cinselliğin yerine ikame edilen ikincildir. Ama bastırmak yerine doyumun trajedisinde gezinmek arzu sahibini özne yapar? Arzunu anlayan annesine oyun için direnen çocuk kendisini anlayan kişi ancak yaşamanın gerçeğini gerçeğini kavramaya başlar. Annesinin eve çağırmasına direnen çocuk günahı duyumsayarak var olmaktadır.

Öyle ki bilinen Sümer ve İbrahimi Dinlerin öncesinde de günah vardı: Büyüye dayanan ilkel kavimlerde günah “büyü usul ve erkânına saygı göstermemek” veya “cemaatin düzenine karşı kusur işlemek” ya da “tabunun çiğnenmesi” şeklinde anlaşılıyor, böylece sihir ve onun etrafında gelişen kült günahın objesini oluşturuyordu. Bu tür topluluklarda günahın toplumun diğer fertlerini etkilediği kabul edildiğinden derhal dinî bir merasimle giderilmesi gerekiyordu.

Ama tüm bunlar aslında felsefi bir sorun değil ve sıkıcı literatür konuları. Asıl heyecanlı kısım günahın kaynağı, kaçınılmazlığı yada ölçüsü sorunudur. Dini literatürlerde günah üzerinden gitsek de durum değişmez aslında: Bozulmayı mı, aşırılığı mı ifade ediyor yoksa mutlak anlamda bir şey (davranış) mı? Öyle ki; günaha sevk eden faktörleri, insanın yapısında bulunan meyil ve arzularla onu dışarıdan etkileyen sebepler olmak üzere iki grupta ele almak mümkündür. İslâmiyet’e göre insan yapısında bulunan kötülüklerin kaynağı nefistir. Çünkü nefis, “alabildiğine kötülüğü emreden” (nefs-i emmâre) (Yûsuf 12/53) ve kişiyi günaha yöneltmek için fısıltılar halinde sürekli telkinde bulunan (Kāf 50/16; en-Necm 53/23) bir güçtür. Günaha sevk eden bir başka faktör de ölümsüz bir dünya hayatı içgüdüsü ve âhireti düşünmeme tavrıdır (el-Bakara 2/95–96). Kendini bu psikolojiye kaptıran insan, hayat sadece bu dünyadan ibaretmiş gibi pervasızca hareket etme arzusuna kapılır ve hayvanî istekleri tatmin etme duygusunun baskısıyla günaha kolayca kayabilir. Kur’ân-ı Kerîm bu menfi temayüllü nefse karşı, kendini kınayan (levvâme) ve rızâ-i Hak’ta huzur bulan (mutmainne) nefisleri, yani dizginlenmiş ve eğitilmiş, iyilik yapmayı kabullenmiş nefislere ulaşmayı önerir (el-Kıyâme 75/2; el-Fecr 89/27–28). Ayrıca insanın hassas bir psikolojik yapıya sahip olması (en-Nisâ 4/28), fizyolojik ve psikolojik bağımlılıklarının bulunması da önemli günah faktörleri olarak zikredilmektedir (el-Bakara 2/155; Âl-i İmrân 3/14). Günaha götüren hâricî sebepler içinde dünya hayatının cazibesi (meselâ bk. Âl-i İmrân 3/14, 185; Yûnus 10/23; er-Ra‘d 13/26), kötü örneklerin bol miktarda mevcudiyeti (el-En‘âm 6/116; el-Furkān 25/27–29) ve insanın mânevî yücelişine karşı mücadele etmeye ahdetmiş olan şeytanın tahrikleri de (el-A‘râf 7/14–18; el-Hicr 15/36–42) önemli bir yer tutar.

Trajedinin Olanakları: Yunan yüksek kültürü (felsefe+sanat) üretme olanağı sunan “Dialektik/dikotomik” yapının gözle görülür hali ‘Trajedi’dir. Nietzsche’nin [klasik] Yunan’ı doğru mu yoksa yanlış mı algılamış olduğu bir yana — sonuçlar yine de aynıdır: Yunan, Nietzsche’nin kendi için aradığı ideal oluvermiştir; [Yunan] hem pesimizmi, hem de yaşama yönelik coşkun sevgiyi kuşatan geniş bir kavrayış haline gelmiştir […] Nietzsche Yunan dünyasını keşfetmesiyle bulduğu ilhamla şöyle ilan eder: Yaşamı sadece sürdürmeyi değil, aynı zamanda pesimizmi ve romantisizmi ve Hıristiyanlığı — ve intiharın ve yaşama çamur atmanın her türden çeşidini hoşgörüyle reddederek, yaşamı sevmeyi ve onu tutkuyla kucaklamayı becerebilmeliyiz. […] Nietzsche’nin o âna kadar tapındığı putlar böylece devrilmiştir. O putlar Nietzsche’ye romantisizmi ve yüksek duyarlılığı öğretmiş, yaşama yönelik güvensizlik ve nefret ilhamı vermiştir. Ve işte şimdi Nietzsche, özgür, kaygısız ve neşeli olduğu kadar derin de olan, yaşamı seven ve ölümden korkmayan; dingin anlarında Apolloncu, uyarılma ve kutsal coşkunluk hallerinde Dionysosçu; bütününde Olymposlu olan bir ırk keşfetmektedir. O putlar Nietzsche’ye pesimizmi öğretmiştir; ve işte şimdi o, yalnızca optimist değil, aynı zamanda pesimizmi optimizmin bir enstrümanı olarak kullanan ve böylece yaşamı bütün cilveleriyle — kederli olanlar kadar duyusal haz verenleri de birlikte — kahramanca kabul etmek yoluyla trajik antinomiden kurtulan bir ırkla karşılaşmaktadır.

Varoluşun Dionysos’un çekimine girmesiyle birlikte öznel olan kendi unutulmuşluğu içinde yitip gider. Bu büyüsel etkiyle insanla insan ve insanla doğa arasındaki ilişki yeniden kurulur. Yunanlar, esrime halini azaltmayı ya onu baskı altına almayı değil, onu düş yoluyla yüceltmeyi başarmışlardır ve bu iki kurucu unsurun mükemmel dengesi trajik düşüncede ve trajik sanat yapıtında ortaya çıkmıştır. Bu da aslında yaşama karşı duyulan tiksintiden, “insan için en iyi olanın hiç doğmamış olmak ya da en kısa zamanda ölmek” olduğu ilkesinde somutlaşan ölüme övgüden ve aşırı, sonu barbarlığa varan esrime halinden Yunanları kurtarmıştır. Fakat bu yalnızca bir kurtarmayla sınırlı değildir. Yunanlar, Dionysosçu ve Apolloncu istencin birleştiği yerde ortaya çıkan trajik düşünce ve sanat yapıtı sayesinde yaşamı olumlamayı, onun yüce, yüksek formlarını icat etmeyi de başarabilmişlerdir. Dionysosçu ve Apolloncu istencin bir hedefi vardır; yaşamın daha yüce bir olasılığını yaratmak ve bunun için de daha ulvi bir yücelmeye varmaktır. Yücelmenin biçimi ise sanattır.

Dionysos’un yardımı olmaksızın Apollon kefareti düşler, ama onu ihsan edemez. Kefaret, yaşamın üstünde veya ardında değil, içinde gerçekleşmek zorunda olduğundan ve Dionysos fani dünyaya hükmeden tanrıların en kusursuzu (par excellence) olduğundan, Apolloncu hayalci, Yunanların hayatı sevmeye karşı duydukları büyük ihtiyacı tatmin edebilmek için, eğlenmeyi ve şenlikler düzenlemeyi seven Dionysoscuyla güçlerini birleştirmek zorundadır. Antik Yunan’ın günahlarındaki ölçüyü burada aramak doğru olacaktır.

Günah, Hukuk ve İnsan İradesi: Tanrı meleklere; “ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” dediğinde melekler doğrudan “biz seni hamd ile tesbih ve takdis ederken yeryüzünde bozgunculuk yapacak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” Sonra Tanrı onlara dedi ki: “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” Tanrı’ın bildiği neydi? Peki tüm yaşamımızı sezgisel olarak tarttığınızda günahsız mısınız? İnsanın kusurunu ve olacakları bilmemek Tanrı’ın mükemmelliğine yakışır mı? Tabiki de yakışmaz. Kötü bile olsa yaratmak, yaratmamaktan iyidir. Neyse…

Nietzsche’ye göre günah öğretisi ve dolayısıyla suçluluk duygusu, istemin özgür olduğu varsayılmaksızın iş görmezler; zira, suç ve günah ancak onlardan sorumlu olan, onları istemiş ve tercih etmiş olan bir özne varsa söz konusu olabilirler. Bu İslamda’ki günah anlayışına da benzemektedir. Günahı insanın iradesi neticesinde konuşabiliyoruz. İslâm’da Hz. Âdem’in yasak ağaca yaklaşması (bk. el-Bakara 2/35–37; el-A‘râf 7/19–22), onun ahdi unutması olarak nitelendirilir. Muhtelif tefsirlerde, Âdem’in bu davranışının kasıtlı değil unutkanlık sonucu vuku bulmuş basit bir hata (zelle) olduğu belirtilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm, “Âdem oğlu” (el-A‘râf 7/35) ifadesiyle insan olarak kimsenin hatadan uzak kalamayacağını, önceki bazı dinlerde “Tanrı’nın oğlu” vb. şekillerde tanrılaştırılan insanların da Âdem’in neslinden geldiklerini ve onların da hata işleyebileceklerini ima etmektedir. İnsan tanrının vekili olmaklığı ile bir yönü mükemmeliyete bakarken neticede bu dünya/beden yaşamı mutlak anlamda kusura meyillidir. Adem, anlatıya göre aklını/iradesini kullanmamıştı. Dolayısıyla mutlak anlamda günahkar değildi. Peki insana “unuttuklarını hatırlatmaya çalışan” Sokrates… Bir peygamber olmalı değil mi?

Günah kavramı Yahudi düşüncesinde toplumsal/rasyonelleştirilmiş bir niteliğe sahiptir. Ahd-i Atîk’teki bazı ifadelere bakılırsa insanın başlangıçta işlediği suç bütün insanlık tarihine sirayet etmiştir. Tanrı’nın emrini dinlememe cennetten sürülme anlamına gelmiştir ki Yahudi düşünce tarihinde mevcut bütün sürgünler bu suçun cezası olarak düşünülmüştür. Bundan dolayı Yahudilik’te günah ferdin kendisiyle sınırlı değildir. Bu yüzden tüm devletlerin bir günah bakanlığı vardır adeta.

Nietzsche’nin Günahı: Neyse buradan sonra ölçü ile Nietzsche yan yana nasıl getirilebilir ona bakalım. Özellikle 1888 sonrası Nietzsche için. Ölçülü günah… Günah ölçülü olmanın karşıtı değil midir? Bizi fuhşiyattan men eden Tanrının bakışıyla günah, aşırılık değil mi? Nietzsche bunu iyi anlamış olmalı. Tragedya bunu gerektiriyordu çünkü. Günahın aşırı olduğunu inkar etmediği gibi eksik olan bedensel coşkuyu salık verdi. Ona göre güçsüz ama iradeli, yozlaşmış kitlelerin sürü olmaktan kurtulması için aşırı derecede günaha ihtiyaçları vardı.

Din tutkuyla her anlamda savaşacak ve çözümü hadım etmede bulacaktır. Ama Nietzsche’nin problematiği “günah sayılan bir tutku nasıl ruhsallaştırılabilir”, estetize edilebilirliği üzerinedir. Modern kültürün (sanatın) yarattığı hayranlık uyandırıcı katillerini düşünün… Snobizm yaparak mitosu puslu kılma olanağını veren Freud’dur. Ya hepimiz tehlikedeyiz ya da hepimizin tehlike olduğunu düşünebiliriz buradan. Günahı yatıştırabileceğini düşünen modern psikanalizmin açmazı da buradaydı.

O disiplini hadım etmede yasaklamada görmüyordu. Yasak ve ceza yaşama saldırı idi bu anlamda. Ona göre tutkunun köklerine saldırmak, yaşamın köklerine saldırmak anlamına gelir. Kendilerine ölçülülüğü (trajediyi-riski) empoze edemeyecek kadar iradeli olanlar aynı zamanda yozlaşmış olanlardı. Asıl yaşamın düşmanları bunlardır. Nietzsche’nin fikirleri “koyun kılığındaki kurtlar”dır adeta. Ancak bu kurt için kendisi bir koyundur.

İnsanı, kendisini Tanrı karşısında ancak farkında olmasını nasıl anlamalıyız? İnsan dünyaya bırakılmış, günaha meyilli bir varlık olarak konumlanışı nasıl ele alınmalı? “Erdemli ahlaksızlık” trajedisine düşmüş insan. İnsan gururu taşımalı çünkü bu gururu (günah işleme-isteme) taşımak insanı var eden bir paradokstur adeta. Ne de olsa, gurur duygusu olmadan kişi kendi alanında mükemmelliğe ulaşamayabilir veya çabalamaya devam etmeyebilir. İşte tamda bu noktada ölçülülük devreye girecektir. Güçlüler asla mutlak olarak güçlü değildir, zayıflar da kesinlikle zayıf değildir. Savunmasız bir bebeğin en leziz besinlere ulaşmasının arkasında nasıl bir güç yatmaktadır? İktidarın ilk sarhoş ettiği kişi en acımazız muameleye maruz kalacaktır.

İnsanın bir diğer paradoksu ise ödünç aldığı şeyleridir. Ödünç alınan şeyin “iktidar” yada “sanatsal yaratım” olduğunu düşünelim. Bunun üstüne kibirli Nietzsche’yi koyun: Sonuç sizi ayna kavramına götürecektir. “Kişi arzularını kendi sermayesinden çekip çıkartmaz: başkalarından alır. Dolayısıyla kibirli kişi don kişot’un ve emma bovary’nin kardeşidir.” Bu açıdan biz günaha giden yolları başkasından (ayna kişi) aldığımız taşlarla döşemekteyiz. Bu ödünç almanın maliyetini anlayan biri varsa, o da Nietzsche’dir. Nietzsche uyuşukluk nöbetleri ve nihayetinde zihinsel sağlığına zarar veren “canavarca yaratıcı etkinlik” arasında gidip geldi. 1888’de büyük eserler hızla art arda ve neredeyse hemen ardından, 3 Ocak 1889'da, nihayet ve geri dönülmez bir şekilde “aklını kaybetti”. Aklını kaybetti hastalıklı bir adama dönüştü. Nasıl Sokrates’in intiharına acımıyorsak ona da acımayacağız.

Nietzsche’nin, ‘neden bu kadar bilgeyim’ ve ‘neden böyle iyi kitaplar yazıyorum’ gibi trajik bir şekilde kibirli alt metinleri ile okunacak otobiyografisi Ecce Homo’da bu büyük gurura ulaştı. Platon’un bilgi kuramlarından bir kavram olan “noesis” burada açıklayıcı olabilir. En ulaşılması güç olan ve en anlamlı bilgi noesistir … Ancak filozoflar yada hüküm koyucu aydınlanmış hükümdarlar bu tarz bilgiye sahip olabilir. Psikiyatride kendini peygamber zannetme durumuna benzetilebilir. Adeta kişiye vahiy inmiştir ve bütün insanlığı aydınlatacaktır… Aniden nev/zuhur şekilde gelen, liderlik ve yönetimle ilişkili muazzam bir aydınlanma sanrısı yaşarsınız. Yönetici sınıfın çok bilmişlik hastalığı buradan gelir…

Neticede Nietzsche kendisini ‘kutsal’ ilan etti ve daha yüksek bir otoriteyi kabul etmeyi reddetti. Çünkü kendini otorite (author=yazar ile otorite aynı köktendir) olarak görüyordu. Kendisini Hegelyen ve modernist tarihin sonunda görüyordu. Tini, aklı başa koyan idealist düşünce tarihinin son bulmasını istiyordu. İnsanlığın sonunu, başlangıcı yaratan kıyameti (trajedi) resmederek başa sarmak istiyordu. Bu yüzden tarihi başa sarma ile görevli bir son peygamber (noetik) edasıyla kendisini yarattığı için Ecce Homo’da ılımlılık yoktur. Aynı zamanda, şaşırtıcı olmayan bir şekilde, yazdığı son kitaptır.

Burada Nietzsche’nin devamı olarak gördüğüm kişi olarak Freud’ün ortaya koyduğu bir ego savunma mekanizması olan yüceltme (sublimation) teorisinden bahsedilmeli. Özellikle cinsellik ve saldırganlık ihtiva eden dürtülerin, toplumun ya da süper egonun yasaklamaları sonucunda farklı kılıflara bürünüp sosyal olarak kabul gören davranışlar biçiminde tezahür eden güç istenci değil de nedir? Dolayısıyla medeniyetin bu gizli yüceltme ürünü olduğunu ileri sürebiliriz. Oda yazma ve otorite olma arzusunu sistemli metin yerine şiir tadında yazmayı tercih etti.

Nietzsche’nin deliliği (günahları) onun otobiyografisinin (Ecce Homo) metne dökülmesine bir engel yada anlaşılma çabasına halel getirmez; aksine onun deliliği Ecce Homo’nun yazılma imkânını sağlayan temel etmendir diyebiliriz. Nihayetinde Ecce Homo varlığı yadsıyıp varoluşu merkeze alan, bu süreçte metin-deneyim denkliğini sağlayan Dionysoscu bir otobiyografidir. Nietzsche kendini yaratmak ve aşmak zorundaydı. Günahı buydu. İnsan da kendini aşmak zorundadır demek istemektedir adeta.

Nietzsche hem sol hem de sağ tarafından sahiplenilen ender düşünürlerden biridir. Bazıları bunun onun retorik hünerinin bir kanıtı olduğunu iddia ederken, diğerleri bunun onun sürekli kendisiyle çelişmesinin bir sonucu olduğunu iddia ediyor. Her durumda, soru şu: Nietzsche gerçekten hangi kampa aittir? Sol veya sağ? İlerici mi yoksa muhafazakar mı? Aslında hiç birisi değil. O adeta put kırıcı gibi davranmıştır. Buradan bakınca “güç istemi” bir töz olmayıp, teolojik bir karakter de taşımamaktadır. Ne var ki Eagleton’a göre, Nietzsche her ne kadar ateizme sadık kalsa da, Tanrı’nın ölümünden sonra ondan boşalan yeri doldurabilecek bir “mini yaratıcı” olan Übermensch ve dolayısıyla Güç İstemi kavramları teolojik karakter taşımaktadırlar. Dahası Eagleton, güç istemini “her şeyin etrafında döndüğü ilke — ve dolayısıyla bir tür vekil ilah formu” olarak görür. Nietszche kendisini iyi ki yüceltti…

Oysa her bir “İnsan” yerkürenin kalbi mesabesindedir… Bu insanın güvenle inşa edilmesi gerekir… Bu insan kendisinden değerlidir… Aslında tüm varlık alanı için: ‘Varlığın değerinin kaynağı kendisi midir, yoksa varlık insanın ona atfettiği değerle mi kıymet kazanır?’ Bir şey bizatihi kendisinden değerli değilse orada ahlaki tahakküm çıkar. Bir ırkın yada sınıfın diğerinin kanını dökmesi bundandır.

Nietzsche’nin “Tanrı öldü” sözünü böyle değerlendirmek gerekir. Bir şey kendinden değere sahipken insanlık bunu kaldırdı kendi tahakkümünü kurdu. Nietzsche bu ahlaki ters yüzü gördü ama çaresi saçmaydı… Üstün insan yerine Erdemi koysaydı daha farklı olurdu… “Değer” insandan insana değişirse, her insan için en temel ve kıymetli gerçek, kendi belirlediği değer olur. Bu ise insanın insana ahlaki tahakkümünü=sosyolojik olarak “yabancılaşmasını” doğurur. Kısaca ahlakın, günahın kaynağı insanın arzularına ve kötücül yanına bırakılmamalı. Kalbine(tanrı) yada aklına(doğaya) bırakılmalıydı…

Nietzsche’ye ne oldu? Ona ne olduğunu anlamak için hastalığına değil hayatına bakmak gerektiğine inanıyorum. Nietzsche tüm profesyonel, aile ve sosyal bağlantılarından kopmuştu. Bekardı, sürekli değişen koşullarda tek başına yaşıyordu, çevresinde hiç arkadaşı yoktu ve yaşadığı yerde konuşulan dilleri yetersiz bir şekilde kavramıştı. Ek olarak, hayatını önemli ölçüde etkileyen ciddi bir görme engeli vardı. Küçük geliri giderek daha güvencesizdi. Tüm bu baskılara, aşırı derecede kendine özgü olan düşünce tarzı da eklendi. Kendisini çağının tüm kültürel ve dini çerçevesine karşı koyan değerler yaratmıştı. Aletea için hakikatin üstünü açma iddiasındaydı. Boş boğazlık mı yaptı? Asla… o gerçek anlamda “parrhesiastes” idi.

Kendi merkezinde ele aldığı sorumluluk onu yaşadığı çağdan ayrıştırmıştı. Çünkü çoğu kez ayrıştığı kadar bağ kuruyor insan. Sorumluluktan kaçınan insan, kendinden saklanıyor demektir. Bu kendini saklamak kendiliğini var eden arzuları saklamak anlamına gelirdi. Çünkü insan, sorumlulukla beraber kendi arzusuna sıra gelmesinden kaçmaktadır. Bunu da sorumluluk bana ağır geliyor ifadesi kaçışın kendine yeterince zaman ve imkan üreterek arzunun örtülmüş halidir. İsteğimi gerçekleştirirsem başıma neler gelir? Sorumluluk derken çoğu insanın asıl derdi budur. O sorumluluk alabilmek için çağından ayrıştı arzuların peşinden gitmeyi önerdi. Çünkü ayrışma yoksa bağ dediğimiz karşıdakinden oldukça kopuk bir bene dönüşüyor. Ayrışamayıp yapışan yahut ayrışamayıp tahakküm kurmaya çalışan, aslında yüzeysel bir bağ kuruyor. Çok yakın ama uzak. Bu ayrışma ve aldığı sorumluluk Nietzsche’yi Nietzsche yaptı diyebiliriz.

Herkes kabul olan duasının bedelini ömrüyle öder.” Nietzsche’in içindeki mükemmellik arzusu (üst insan) içinde gizli ‘intihar tutkusu’nu canlı tuttu. Ona göre yaşam, günün birinde bizi güç istenci uğruna intihara veya kendimizi feda etmeye yöneltebilir. Bazen güç istencimizin yüceliği bizi öylesine ileriye doğru ateşler ki bu yücelik içimizde korunmayı isteyen yanımıza karşıt düşebilir. Büyüklüğümüz, yüceliğimiz aynı zamanda acımasızlığımız olabilir diye düşünüyordu. Ölçüsüz kibri onu ölüme götürdü yorumu bu durumda olasıdır. Böylelikle, onu öç almaya sevk etmesi gereken tiksinti, onda kendini suçlamalar, vicdan azabı ile yer değiştirecek ve bu da ona kendisini kelimenin tam anlamıyla cezalandıracağı günahkardan daha iyi bir insan olmadığını hatırlatacaktır.

Rakibiniz bir anlamda sizin için bir Tanrıdır. Ama deyim yerindeyse “kötü” bir Tanrı. Size eziyet eden, “büyüklüğüne” kıyasla sizi çok küçük hissettiren bir tanrı. En çok istediklerini elde ederek devirmek istediğiniz bir Tanrı. Sokrates’in ölümü Nietzsche için mimetik ve peşinen narsistik bir arzu idi. R. Girard, arzunun diğer insanların arzularını taklit ederek işe yaradığını düşünüyor. İşte tam burada Nietzsche “soytarılık” etmekle suçladığı Sokrat’ın ölümüne yakalandı. “Ölen Sokrates” için şöyle buyurdu Nietzsche: Aklı olan değil duygusu olan anlar ki Sokrates’in ‘son söz’ niyetine vasiyeti: “Yaşam bir hastalıktır!” Bu durumda Sokrates’in bile isteye ölüvermesi çıldırtıcıydı. İstemediği dünyayı terk etti… Buradan iki sonuç çıkar Nietzsche için: Ya yaşamdan daha değerli olan şeyler vardır ki Sokrates onlara yabancı değildi… İki; değerli yaşamı saçma bir ölüm (intihar) karşısında değersizleştirerek, Nietzsche için trajik olana en iyi yaklaşan insan olması itibariyle onu kıskandı. Sokrat’ı hastalıklı kabul eden Nietzsche ise hastalığın değil dirliğin, ölümün değil yaşamın ve günahın değil hatasızlığın trajik filozofuydu.

Nietzsche’ye göre Sokrates’in ortaya çıkışı insanlık için bir milattır. Sokrates sonrası döneme hâkim olan Sokrates erdemi ve onu takip eden Hristiyan ahlakı dünyanın seyrini değiştirmiştir. Bu ahlak sistemi, insanları gerçeklikten uzaklaştırarak ve yaşamın riskleriyle baş etmenin düşsel bir biçimi olan ( ki Sokrat bilginin unutuluşundan bahsediyordu) “kendi kendini unutuş” a boğarak, İsa’nın bedelini çarmıhla ödediği sevgi vaadinin peşinden sürüklemiştir. İnsanlar, kendi güçlerini yok sayarak, kendilerini aciz ve uysal varlıklar seviyesine indirgeyerek, sonsuz bir yücelik atfettikleri Tanrı’ya tapınmaya başlamışlardır. Kendi kendini yıkan ve Hristiyanlık’ın Tanrı’sına tapan insanlara vadedilen şey cehennem azabı ve günahların felç eden zehridir Nietzsche, ilk günah inancının ağır yükü altında ezilen bir insan prototipi yaratan Batı metafiziğinin kendisini en büyük günah olarak ilan etmiş ve buna karşı mücadele etmiştir.

Nevrotik bir kişilik bozukluğu ile açıklansa da onu anlamak için çok yetersiz bir durum olur bu. En azından çağdaşı olan psikanalisttik ekole göre de yanlıştır bu. Ortada nevrotik özne vardır ve bu insanın en olgun haline işaret eder. Başkasına bağlanırken “onun eksiği benim”, “ben onun (içinde yaşadığı zamanın) ihtiyacıyım” şeklinde bağlanan bir insandan bahsediyoruz. Bir peygamber edasıdır bu.

Nietzsche insan içgüdüsüne ve doğasına aykırı zamanının değerlerini taşıyacak olan her şeyi günah olarak değerlendirmektedir. Bu bakımdan ona göre en günahkâr kişiler rahiplerdir. Kurtarıcı, Mesih, aziz gibi kavramlar insan içgüdüsünün ve doğasının katili olan cinayet silahlarıdır. İnsan, doğasını ve doğallığını bunlardan uzak durarak koruyabilir. Diğer taraftan Nietzsche, “tam anlamıyla ne bir metafizikçi ne de bir bilgi kuramcısıdır; onun düşünceleri her şeyden önce kültür sorunları üzerinde yoğunlaşır”. O, kendine yeten, yaşamak için başkasına gereksinim duymayan, hayata başkasının gözlerinden bakmayan yetkin bir insan prototipinin hayalini kurgulamış ve yaşadığı çağda bunun eksikliğini derinden hissetmiştir.

Yaşamının sonlarına doğru zaten kendisine bi “nick” bulmuş idi. “Çarmıha gerilen” anlamında “ecce homo”. Belki de Nietzsche nin arkadaşı (Pavlus’u) yaşamın kendisi yani “ölüm” idi. Ancak ona göre yetkinliğe ulaşan insan için ölmek bir zafer kazanmak gibidir. Bu nedenle insan vakti geldiğinde yani doğru zamanda ölmeyi öğrenmelidir. Doğru zaman insanın yetkinleştiği, Üstün-insan olma hedefini gerçekleştirdiği zamandır. Rakip ne kadar yakınsa, arzu o kadar güçlüdür. Sokrat düşmanı olacak kadar yakındı ona. Büyük kurgu kitaplarında olduğu gibi; çoğunda aşk vardır çünkü cinayet vardır. Cinayetin, aşk hikayelerinde merkezi bir tema olmasının nedeni buradadır. Nietzsche yaşamıyla bir roman olsa cinayet işleyen bir baş karakter olurdu ve iki cinayetin faili olurdu: Ölümleriyle ölümsüzleşen Sokrat ve İsa… Jaspers’in Nietzsche için söyledikleri burada bize yol gösterici olabilir. Nasıl Hıristiyan ahlâka karşı çıkış tavrı ile “çarmıha gerilen İsa” olmuşsa Nietzsche, Sokrates’inki de böylesi bir kutsal dava anlayışının tezahüründen başkası değildir. Sokrates’in bile isteye idi ama gitme süreci aslında İsa’nın bile isteye çarmıha gerilmesi ve kendisini “çarmıha gerilen” olarak tanımlayan Nietzsche’nin kendisini bile isteye hasta etme süreci, “uyanmak istemeyişi” aynı tavrı iyi ifade eder. Sokrates’in idam süreci, İsa’nın tavrı ve modern zamanların modern peygamberi Nietzsche’ye ne kadar da benzemektedir.

O delirmeye ve esrimeye karşı değildi. Geçmişin ve geleceğin sürtünmesinden kurtulmak; akışa esrimeye yakındı. Delirmenin topluca olmasından rahatsızdı yalnızca. Kendi başına delirmeliydi ve öyle de oldu. Bu hayat, cennet değildi, mükemmel olmak zorunda değildi. Anlaşılmadığından ve yalnızlığından mustarip gözükse de bu onun isteği şeydi: “Hegel, ölüm döşeğindeyken kendisini bir tek öğrencisinin anladığını, onun da yanlış anladığını söylemiş. Benim yanlış bile olsa anlayan bir tek öğrencim çıkmadı” diyerek “ölüm” karşısında yapa yalnız İnsan’dan (yaşamdan) akışkan sıvıdan yapılma yaşamın içinde bir Tanrı

İnsan en yetkin olduğu anda ölmesini bilmelidir. Kendisinin ifadesiyle; “insan, tadı en iyi olduğu zaman başkalarına yem olmaya son verebilmelidir.” Atinalıların su yoluna gitmeyen düşmanı Sokrates, söylediklerinin aksine bunu boş boğazlık yapmadan (parrhesia ile) başarmıştı. Ölümü kutsayan öteki dünyacılıkla benzeşti. Onun daha büyük sürümü rakipte (Sokrates) bulunmaktaydı. Nietzsche’nin “özgür ölüm” iradesini yücelttiği öğretisiyle kastettiği “tamamlayıcı bir ölüm” anlayışıdır. Tamamlayıcı ölüm, değer yaratma çabasıyla geçen ve efendi ahlakıyla yaşanan bir hayatı sona erdiren ölümdür. Bu tür bir ölüm, yaşam şenliğinin bir parçasıdır ve ondan korkmak için hiçbir neden yoktur. nihayetinde arzu ettiğimiz şey kendimizdir. Çok narsist bir anlamda, sonuçta kendimizin daha büyük bir versiyonu olan rakibimiz bizi büyük yapacaktır.

Nietzsche’ye göre kişinin değersiz bir hayatı varsa ne kadar uzun yaşadığının hiçbir önemi yoktur. Önemli olan soylu bir yaşam sürmektir. Değerli ve anlamlı bir ‘yaşamak gibi’ bir yaşamı sona erdiren her ölüm zamanında gerçekleşmiş bir ölümdür. Yaşamına bir değer ve anlam katamamış insanın ölümü ise ne kadar geç olursa olsun zamansız bir ölümdür. Yaşamın değerini uzunluğu değil, kişinin bu süreçte ne kadar yaratıcı olduğu belirler. Zamanında ölmek, yaşamın niceliksel değil niteliksel değeriyle ilgili bir durumdur. Efendi ahlakıyla yaşanmış bir yaşamın sonundaki ölüm, zamanında gerçekleşmiş bir ölümdür. 1888 sonrası yaşamında esrime ve dahiyane yaratımlarının sonunun ölüm olduğunu biliyordu.

"... gençtim ve ben neden hata payı yok diyordum hayatımda" diyen İ. Özel'in sözlerinden gidersek; yaşlandıkça kendisine, yaşamına acımasızlaştı. Olası hataları kendine yakıştırmadı. Estetize edilmiş ruhsal “hatasızlık histerisi” ile kendini yüceltti. Yazılarındaki sürekli artan alaycılık ve abartı, içinde yaşadığı aşırı gerilimi ortaya koyuyordu zaten. Onu en iyi tanıyan F. Overbeck, tüm hayatının bu ölçüsüzlük-hadsizlik (delilik) için hazırlık olduğunu söyledi. Dolayısıyla şaşırtıcı olan, Nietzsche’nin gerçeklikle temasını kaybetmesi değil, kopuşun olduğu kadar uzun sürmesidir. Sonuç itibariyle dengesini sürdürememiş olması, çöküşten önce dile getirdiği düşüncelerinin, beyin hastalığı olan birinin megalomanisi olarak küçümsenebileceği anlamına gelsin istemem. Yaşamı ve söyledikleri büyük bir ustur, tek anlamlı bir çokluk savaş ve barış, sürü ve çoban gibi.

Tam tersine hatasızlık iddiası onu insan üstü bir insan kılmaktadır nazarımda. Adeta, bir uçurum üzerinde kurulu ipteki süreyi kapsayan yaşamda: Hayvanla (günah) üst-insan arasına gerilmiş bir ipte yürüdü. Jung ‘un yaklaşımıyla düşünürsek; Nietzsche, aydınlığı hayal ederek değil, karanlığın bilincine vararak aydınlık aradığını yaşamıyla göstermiştir. Tanrıya göstermek yada ondan rol çalmak için ortaya çıkardığı ön bahçenin arkasında türlü türlü yöntemlere başvurmadan “metruk mahal-bahçe” cinayetiyle kendisini öldürmüştü. Günaha methiye düzmek, en azından günaha pay çıkaracak konuşmak dahi hoş karşılanmaz ama aydınlığa, Tanrıya dönüşecek olan da yine günahın sahibidir kim bilir.

Lützen’deki kilisede babasının yanına defnedilirken arkadaşı Gast, cenaze konuşmasında: “Küllerinizin üzerine esenlik olsun! Kutsal olsun adın tüm kuşaklar için!” dedi. “İnsan” olmayı, insanlar arasında dahiliği için onun kadar bedel ödeyen olmadı. Büyümeyen bu erkek çocuğun söylediklerinden ve kutsal/acı sonundan günah ile yaşamı ayıramasak da … Günahkar anneden bize miras budur… Ona acımayacağız… Çünkü acımak hem bizi hem hem de onu eksiltecek… komple yaşamı… O’ndan sonra “acımak” artık masum bir retorik olamaz… Aziz ruhu şad olsun…

"Kanatlarımı kırdı bu ilahiyat, eskimiş bir şarap misali aktı kanım portrelere 
ve dağıldı ruhum günahkarlara." @dantenincenneti'ne sevgilerle...

Yazıdan çıkan soru: Hata (günah) fırsat mıdır yoksa kader midir?

Kaynaklar:

Solomon, Robert C.. “Death Fetishism, Morbid Solipsism”, Death and Philosophy, edited by Jeff Malpas and Robert C. Solomon, Routledge, 2005, 152–177.

Girard, R., & İldem, A. E. (2013). Romantik yalan ve romansal hakikat: edebi yapıda ben ve öteki. Metis yayınları.

Anawati, G. C., & Kılıç, S. (1986). İslâm’da aslî günah kavramı var mıdır? Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, (7).

Kazantzakis, N. (2012). Friedrich Nietzsche on the Philosophy of Right and the State. Suny Press.

Eagleton, T. (2014). Tanrı’nın ölümü ve kültür. Yordam Kitap.

Berkovitz, P., (2003). Nietzsche: Bir Ahlâk Karşıtının Etiği, İstanbul: Ayrıntı.

Ay, V. (2021). Nıetzsche ve Heıdegger’de Nihilizm Sorunu.

Arıcı, O. (2008). Antik Yunan tragedyasının metafiziği.

Nietzsche’nin Dansı, Georg Stauth ve Bryan S. Turner, Çev.Mehmet Küçük, Bilim ve Sanat Yay. 2005, İstanbul

Merkit, N. (2020). Spinoza Ve Nietzsche’nin Felsefesinde Ölüm Sorunu. FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, (30), 437–450.

Büyüktuncay, M. (2014). Felsefî Otobiyografiler: F. Nıetzsche’nin Ecce Homo’su Ve Jp Sartre’ın Sözcükler’inde ‘Ben’in İnşasının Tarzları. FLSF Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, (18), 89–114.

Atbakan, U. B. (2017). Nietzsche’de güç istemi ve perspektivizm kavramları bağlamında ahlak ve yaşamın olumlanması sorunu. Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi.

Gökalp, Y. (2009). Modern Dünyanın Sorunu: Değerlerin Değersizleşmesi Siyasal Felsefede Nihilizm ve Nietzsche.

Esenyel, A. (2020). Nietzsche Sokrates’i Neden Öldürdü? Fol Kitap

Bayır, M. (2019). Nietzsche felsefesinde insan ve ahlak sorunu. NOSYON: Uluslararası Toplum ve Kültür Çalışmaları Dergisi, (3), 21–36.

Article from Phılosophy Pathways Issue 42

Opinions about the merits of the writings of Friedrich Nietzsche have varied greatly during the century following his…

philosophos.sdf.org

Budala; Nietzsche ve Dostoyevski Karşı Karşıya…

http://www.zekidemirkubuz.com/Content.aspx?ContentID=45

Adem ve Havva’nın işledikleri günah sonrasında Aden Bahçesi’nden kovulmaları (Ressam: Benjamin West)

--

--

Hepimiz SANALIZ
Anlama Kılavuzu

Öğrenmek en doğal ama çaba gerektiren bir haktır.