Yaşam Güzellemesi

silium
Anlama Kılavuzu
Published in
4 min readJun 2, 2020

Bugün; günlük tadında, erken dönemim diye nitelendirebileceğim ölüm üzerine olan düşüncelerimden bahsetmek istiyorum. Şahsi olarak da çözemediğim bir problem olduğu için, zihnimin karanlığında düşünmek yerine yazarken sorgulamak istedim. Fikirlerle göz göze gelmek, hatalarını ve çelişkilerini daha iyi görmemi sağlayabilir.

İnsan için ölüm nedir?

Temelinde, “İnsan nedir?” sorusunun yattığını düşünüyorum. Çünkü günlük hayattan öğrendiğimiz ölüm, bize 2 farklı sonu göstermektedir; bedenin sonu ve belli bir zihinsel desen kalıbına sahip bilincin sonu. Peki hangi aşamada bir insan için öldü diyebiliriz? Ölüm, bir kere gelen ve bu bütünsellikte, yaşama dair hiçbir iz bırakmayan bir olgu mudur?

Örneğin bir kişinin zihnini makineye aktarıp bedenini yakabiliriz. Bu aşamada bedeni yok edilen şahıs, zihnen hala hayattadır ve ölüm onun için epeyce uzaktır. Zihnini, hızlıca bozulabilen ve çürüyen organik ortamdan alıp; daha sağlam malzemelerden oluşan elektronik bir ortama aktardık. O kişiyi önceden tanıyan eşi, dostu veya çocukları eskiden olduğu gibi sohbetlerine devam edebilir. Hiçbir farklılık olmayacaktır. Hatta onunla iletişime geçenlerin zihinleri de bedenen gerçekleşen ölümü, bireyin sonu olarak kabul etmeyecektir. Hatta daha da imgelem düzeyine indirgeyip, kişinin başka bir şehirde veya ülkede olduğunu, o yüzden telefonla (veya herhangi x cihaz) görüştüklerini düşünecektir. Sonuç olarak eğer ki insan tanımımız, belli bir zihinsel desen kalıbına sahip olmak ise; o kişiye bir nevi sonsuz hayat vermiş olduk bu şekilde. Fakat ütopik durumumuza rağmen bir dizi sorun söz konusu. Yaptığımız işlem ile insan kavramını zedelemiş olduk bir seviyede. Zihin, katı ve sağlam bir ortamda bulunduğu için; hiçbir bozulma göstermeyecektir. Ancak insan, bazen de çürüyerek insan olur. Küçük küçük milyonlarca ölüm, bizi biz yapıyor. Karakterimiz veya bedenimiz zarar gördükçe yeni bir kişiye evriliyoruz. Bu düşünce deneyinde bedeni komple çıkarmış da olsak pratik hayatta bedenin durumu da zihnin değişimini etkiler. Fakat biz, kişinin elinden bu imkanı almış olacağız. Peki bu transfer işlemini hangi aşamada yapmalıyız ki gerçekten ölmeyelim? Bu işlemi 20 yaşındayken yapmak ile 40 yaşında yapmak arasında devasa uçurumlar var. 20 Yaşında bir kişinin zihnini taşıdığımızda, onun diğer yaşlarındaki, o kişi olma imkanını elinden alıyoruz. 20 Yılın sonucu olan bir bilince sonsuz hayat verip, onun başka bir bilinç olma imkanı olan diğer seneleri öldürüyoruz. Kolayca tahayyül edebilmeniz için şöyle düşünün; sizi 20 yaşınızdayken; sonsuza kadar orada kalacağınız, hareket edemeyeceğiniz kadar dar bir hapishaneye koyuyorlar. Hastalık yok, ölüm yok, bedensel acı/zevk yok ve hatta istediğiniz tüm görsel/işitsel/metinsel bilgiye erişim imkanınız var. Bu imkanlar sizi öyle bir hapishaneye sokabilir mi şuan? İnsan zihnini katı bir ortama aktarmak tam olarak böyle bir şey olacaktır. Kişiye armağan edeceğimiz sonsuzluk; potansiyelin cinayetiyle ve özgürlüğü hapsetmekle sağlanmış bir sonsuzluk. Özetle; insanı, belirli bir zihinsel desen kalıbına sahip bilinç olarak atfedip o yapıyı korumak, ölümden kaçmasına yardımcı olmuyor. Aynı anda hem yaşatıp hem de öldürüyoruz kişiyi. Günlük hayatımızda da karakterimiz sürekli değişimler geçirmektedir. 5 yıl önce inandığınız şeyler ile bugünküler arasında epeyce bir fark vardır. İnsan, ölerek doğuyor. Bu çerçevede ölümden tümüyle kaçmak, bizi insan olmaktan da kaçırıyor. Aynı şekilde maddi bedenden kurtulmak da bizim bizim olmamızı engelleyen şeylerden. İnsan tekil bir zihin olarak düşünülmemeli. Zihnimizin vücudu kontrol ettiği kadar, vücut da zihnimizi kontrol etmektedir. Dairesel bir ilişki söz konusudur.

Pratik hayattaki ölüm kavramının bize sunduğu diğer son da, bedenin yok olmasıydı. Yukarıdaki düşünce deneyinde zihnimizi sağlam tutmuştuk. Bu sefer de bedenimizi sağlamlaştıralım. Öyle bir ilaç veriliyor ki bize bedenimiz yaşlanmaya devam etse de, hastalık veya ölüm gelmiyor. 70 sene değil 700 sene yaşadığınızı düşünün, hem de hiçbir hastalığa veya bedenen bir enerji kaybına uğramadan. Ancak her gün sizin zihninizi değiştiriyorum. Eski anıları silip, kendi uydurduğum yeni anıları ekliyorum. Eski bilgileri silip, yaşarken deneyimlemediğiniz, duymadığınız yeni bilgiler ekliyorum. Bir süre sonra şuan ki zihne dair hiçbir bilgi, anı, yaşanmışlık kalmıyor. Sahip olduğunuz tüm bilgiler, yalandan oluşuyor. 15 yaşında ailenizle gittiğiniz tatili keskin bir biçimde hatırlıyorsunuz, orada veya başka anılarda yaşadıklarınıza göre karakteriniz değişip şekilleniyor. Ancak hiçbirini yaşamadınız. Dışarıdan görüntü aynı olsa da, artık içeri de yepyeni biri var. Eski siz öldünüz. Bedenin sonunu getirmemek de tam anlamıyla kurtarmadı bizi ölmekten. Fakat pratik hayata göre yaşam devam ediyor. Çevrenizdekiler için biraz değiştiniz, bunu seziyorlar fakat hala onların karşısında dimdik ayaktasınız. Senelerdir olduğu gibi.

Yukarıda ve pratik hayatta yaptığımız hata şu; insanı yekpare beden veya bilinç olarak göremeyiz. İnsan, paradoksa sıkışmış bir kum yığınıdır*. Birkaç adet kum, sadece birkaç adet kumdur. Ancak üstüne kum eklemeye devam edersek, bir süre sonra “kum yığını” olacaktır. Ama bu yığının net bir matematiğini sağlayamayız. Örneğin 80 adet kum, yığın oluşturuyor diyelim. Bu yığından birer birer kum taneleri çıkartmaya başlasam, 79 adet kum kalsa yığın olmayı bırakacak mı? Kaç tane kum tanesini çıkartmam gerekiyor ki, yığın olmaktan vazgeçsin? İnsanın da bu şekilde olduğunu düşünüyorum. Beden ve ruh, kum yığını gibi karmaşık bir birliktelik yaşamaktadır.

Peki hem bilinci hem bedeni yok etmek bize hakiki ölümü getirir mi? Hayatına dokunduğunuz bir insan bile sizi hatırladığı sürece, ölmediniz demektir. İnsan, kendini biraz da algılanarak var eder. Algılandıkça, bilindikçe, birilerinin anlam dünyasında yer ettikçe yaşıyorsunuzdur. Şuan dünyanın bir köşesinde, yer altında yaşayan ve kimsenin bilmediği, tanımadığı bir adam düşünün. Hiçbir canlı tarafından algılanmayan bir adam. Gerçekten yaşıyor mudur? Ölüm ona kendini en başından beri göstermektedir. Bu sebeple bize asıl uzun ömrü, dokunduğumuz hayatlar vermektedir. Birilerinin anlam dünyasında yer edindiğimiz kadar da var oluyoruz.

Sonuç olarak, hiçbir aşamada ölüm yoktur ve fakat her an ölüm vardır.

…ve şimdi ben…Güneşli bir günde, ölümü affediyorum

Ölüm yalnızca bir oyundur
Ingmar Bergman — Yedinci Mühür

*Euplides (kum yığını) paradoksu

--

--