Z. Demirkubuz’un Orospuları ve Erkeğin Kutsal Trajedisi

Hepimiz SANALIZ
Anlama Kılavuzu
Published in
6 min readDec 16, 2023

Ben denk gelmeye ve mucizeye inanırım. İçinde biriken bir şeyler vardır ve olgunlaşması gerekir. Bir gün bir bahane denk gelir. Bir kitap, bir film, bir karşılaşma bir insan… ve volkan patlar… Son iki filmde de olan (öteki film Kuru Otlar Üstüne) buydu. Önceden zihnimin bir yerlerinde ifade edilmeyen bir şeylerin yazılmasına sebep oldu.

Genel olarak, Demirkubuz’un filmleri sıkıcı veya ağır gelebilecek bir tarza sahip olabilir; ancak bu tarzın altında insanın karmaşıklığına ve derinliklerine dair önemli temalar bulunur. Arabeskinden varoluşsal yabancılaşmaya Demirkubuz filmleri ilgimi çekmiştir hep. Filmlerinde gösterdiği karakterlerde kadınlar için kabul edilmeyen, lanetli kadınlar; orospuluk ana vurgu iken erkeklerde ise düşmüş melek kadın için aklını yitirmiş erkekler…

Zeki Demirkubuz, derinlikli karakter çalışmaları ve insan psikolojisi üzerine odaklanan, genellikle sert ve içsel çatışmaları anlatan Türk sinemasının önemli bir yönetmeni. Filmleri genellikle karanlık ve melankolik tonlarıyla bilinir. İnsan ilişkileri, yalnızlık, umutsuzluk, suçluluk duyguları gibi temaları işler.

Demirkubuz’un filmleri genellikle minimalist bir tarzdadır ve karakterlerin iç dünyalarına anlamayı kolaylaştıracak tarzda odaklanarak onları genişletir. Özellikle “Masumiyet” ve “İtiraf” gibi filmleri, içsel çatışmaları ve insan psikolojisini anlatmadaki ustalığıyla tanınır. Karakterlerinin duygusal zorlukları ve iç çatışmaları, izleyicilerin derinlikli düşünmelerine ve farklı bakış açılarına açılmasına neden olabilir. Diyaloglar, sessizlik ve görüntüler aracılığıyla derin duygusal katmanlar oluşturur. Hikayeleri genellikle birçok izleyicide rahatsızlık yaratabilir çünkü insan doğasının karanlık yönlerini, toplumun genellikle görmezden geldiği ya da bastırdığı duyguları ve düşünceleri gözler önüne serer. Bu durum aslında orospularda güçlü ve baskın durumla ve aklını yitirmiş erkekler ise edilgenlikleriyle gösterilmektedir. Bu karakterler bir tür anlama çabasının ürünüdür.

Demirkubuz’un sineması, insanın varoluşsal sıkıntılarını ve kaçınılmazlığı vurgular. Onun filmlerindeki temalar genellikle umutsuzluk, insanın kendi kaderiyle mücadelesi ve çaresizlik üzerine kuruludur. İnsanın içsel çatışmalarıyla birlikte, varoluşsal bir yalnızlık ve umutsuzluk hissi hakimdir. Kaderin insanın hayatında belirleyici bir rol oynadığına dair felsefi bir bakış açısı mevcuttur. İnsanlar, kendi kaderlerine karşı koymak için çaba sarf ederler ancak sonunda kaçınılmaz olanla yüzleşmek zorunda kalabilirler. Bu, umut etmenin ve mücadelenin insan doğasına dahil olduğunu, ancak kaderin acımasız ve insafsız olduğunu vurgular.

Zeki Demirkubuz filmlerindeki “orospu” kadın yada “psikopat aşık” erkek gibi küfürlü ifadeler kullanan karakterlerin genellikle zorlu hayat koşulları altında yaşadıkları ve çoğunlukla erkek karakterler tarafından aşağılandıkları görülür. Bu karakterlerin bazıları için “orospu”, “katil” gibi küfürlü ifadeler kullanılır. Ancak, bu karakterlerin orospu yada psikopat olarak tanımlanmaları, Demirkubuz için o kadınları ve erkekleri aşağılamak ya da küçük düşürmek amacıyla kullanılmaz. Bunun yerine, bu karakterlerin hayatlarının zorluklarına ve toplumsal baskılara karşı mücadelelerine odaklanılır. Bu karakterler, Demirkubuz’un filmlerindeki toplumsal eleştirilerin bir parçasıdır.

Sahnede Kadın Var…

Orospuluk bi açmazı ifade ediyor. Her iki cinsiyet açısından da… Düşünün neden büyük tragedya yazarları kadın değil. Shakespeare zamanında bi kadının tiyatro binasından içeri girmeye çalıştığını düşünelim. Hem içeriye alınmayacak hem de bu durum karşılığında orospu sıfatını alacaktır. Erkekler hem bu sıfattan kaçarlar hem de bunu rahatlıkla kadınlara bahşederler.

Medeniyet yada uygarlık dediğimiz şey erkeklik durumlarının kadınlık durumlarıyla mücadelesinin -doğudan batısına- toplamıdır bir bakıma. Arada ki fark sadece bakış açısıdır. Batı haricindeki diğer kültürel ırklar sanatı ve hikayeyi güzel hayallere dönüştürerek çözüm ürettiler; ama Batı, güzel hayal kurmayı olduğu kadar sorgulamayı da, yeryüzünde ya da gökte hiçbir şeyi olduğu gibi kabul etmemeyi ve tek kelimeyle, aynı zamanda ortadan kaldırmayı deneyen inançsızlığa sahiptiler. “Kadının orospuluğu” bu açıdan düşünüldüğünde erkekliğin trajedisidir diyebilirim.

İslam öncesi dönemin Araplarının inançlarına dair bazı ipuçlarına baksanız da aynı şeyi görürsünüz. Kızlarını diri diri toprağa gömen bu insanlar dişi tanrıçalara tapınıyorlardı. Çoğu Müslümanın adlarını bildiği ve Kur’an’da da adları geçen üç tanesi, zaman zaman Tanrı ’nın kızları olarak da anılmış olan el-Lât, el-Uzzâ ve el-Menâtdır. Kadınlar bu dünyada hem cenneti hem cehennemi yaşamışlar adeta. Büyük açmaz…

Kadının cariye (odalık) ya da köle olarak neredeyse oryantal bir baskı altında tutulduğu, trajedisinden mucize yaratmış Athena’nın şehrinde Klytaimestra ile Kassandra, Atossa ile Antigone, Phedre ile Medeia ve kadın düşmanı Euripides in oyunlarının hepsine hükmeden öteki (kötü) kadın kahramanların sahnede hayat bulması tuhaf, açıklaması zor bir gerçektir hâlâ. Gerçek hayatta saygın bir kadının sokağa tek başına zor çıktığı, sahnede ise erkeğe eşit olduğu ya da erkeğin bir adım da olsa (şeklen) geçtiği bu dünyada, köklerimizden gelen çelişkiye henüz tatmin edici bir açıklama getirilmedi. Kamyon lastiğinin pazarlamasında kullanılan kadın bedeni metanın el değiştirmesinde ki kayganlaştırıcı görevi buradan anlayabilirim.

Modern tragedyada da aynı üstünlük söz konusu. Her halükârda Shakespeare’in eserlerini üstünkörü incelemek kadınların baskınlığını Rosalind’den Lady Macbeth’e kadar kadınların bu üstünlüğünü, bu girişimciliklerini ortaya koymaya yeterlidir. Racine’de de aynı şey geçerlidir. Tragedyalarından altı tanesi kadın kahramanlarının adlarını taşır; Hermione ve Andromaque’nin, Berenice ve Roxane’ın, Phèdre ve Athalie’nin karşısına onun hangi erkek kahramanını çıkarabiliriz? İbsen’de de aynı şey; Solveig ve Nora ile, Hedda ve Hilda Wangel ile, Rebecca West ile boy ölçüştürebileceğimiz erkekler yok gibidir. Kötü, zalim ve vahşi kadın taklit edilemez bir gerçek gibidir. Onlar insan uygarlığı ve bilinci için tarif edilemez bir gücü; çılgın paradoxlarla dolu fikir, imge taşırlar. Bu arketipler bir sır gibi her yerde mevcuttur.

Felsefi geleneğin kadını ve erkeği nasıl kodladığını ve bu kodlamanın günümüz medya pratikleri üzerindeki etkilerine baktığımızda: Felsefe tarihi boyunca, kadın genellikle doğanın sembolü olarak kabul edilmiş ve duygusal, ruhsal yönlerle ilişkilendirilmiştir. Öte yandan, erkeklik genellikle aklın, düşüncenin, kültürün ve bilginin sembolü olmuştur. Bu, eril olanın dişil olanın üstünde olduğu bir hiyerarşi oluşturmuş ve kadının ikincil ya da diğer olarak konumlandırılmasına yol açmıştır. Bu tür bir kodlama, günümüzde medya, reklam ve popüler kültür gibi platformlarda da devam etmekte ve bu rolleri pekiştiren pratikler gözlemlenebilmektedir. Kadınlar genellikle duygusal, bedensel ve cinsel nesneler olarak sunulurken, erkekler daha çok akıl, güç ve otorite sembolleriyle ilişkilendirilirler. Dişillik, erilliğin normlarına göre tanımlanır ve değerlendirilirken, kendi başına bağımsız bir varlık olarak görülmez. Bu durum, kadının ikincil ve alt bir konumda olmasına, duygusal ya da bedensel yönlerinin öne çıkarılıp, akıl ve düşünce gibi diğer yönlerinin göz ardı edilmesine neden olabilir.

Bu ötekileştirici eğilim, kadınların kendilerini toplumsal beklentilerle uyumlu hale getirmeye çalışırken içsel baskılar yaşamasına da yol açmaktadır. Demirkubuz’un orospusu bu durumla başa çıkan kadınların göstermektedir kanımca. Bu yüzden Hayat filmindeki orospu eylemlilik yoksunluğu ve açmazı taşıyan kararsız öğretmenin yanında kendini var edememiştir. Burada teknik bir ayrım olarak fallus (erkek) ve onun yokluğu (kadın) üzerinden gitmek gerekebilir. Tam da bu noktada öğretmen fallus yokluğunu, başka bir açıdan şiddet eğilimi göstermeyen rasyonel hayvan görünümü ile kadına (orospu) çekici gelmemektedir.

Yukarıda da ifade ettiğim gibi hakim/freudyen kültürde kadın esasında “eksik erkek”tir. Esas olan penisi olandır, yani erkektir ve kadın, penis arzusu ile var olur ancak. Yönetmenin filmlerinde -Hayat da dahil- kadın ne biçim bir açmazı yaşamaktadır ki hem fallus’a hem de devireceği erkek egemen tapınağa kaçmaktadır. Buda kadının içsel gerilimidir. Bu eğilimden yıkıcı bir güç doğmaktadır; orospuluk

Bu bağlamda Hayat filmi için de söylenecek şudur: Yönetmen yukarıda bahsedilen ayrımın değiştirilmesiyle, kadını tercihleriyle yıkıcı güce konumlandırmaktadır. Eski çağlarda tragedya formunda sahneye taşınmış olan kadın yıkıcılığı, köleliğin üzerinde yükselen “özgür” Atina kentinde olduğu gibi özgür dünyanın yurttaşlarına az konuşmasıyla yıkıcı iç sesini sunmuştur. Erkeler ise taşıdıkları aşk ve gururla trajik bi şekilde mücadele ederken edilgen pasif konuma yerleştirmektedir. Ölümlü dünyada var olmanın bir biçimi olarak sana dayatılan kadere baş kaldırmaktan geçiyor. Bu anlamda kadın için orospuluk, erkek için çocuksu aklını yitirmiş aşıklık tersten başkaldırıdır.

Bu yönüyle Demirkubuz’un senaryolarındaki karanlık ton ve insanın çaresizliği üzerine olan vurgusu, izleyicilerde derin düşüncelere sevk etme potansiyeline sahiptir. Bu yönüyle insanın kendi varoluşsal sınırlarıyla ve dışsal zorluklarla başa çıkma çabası, onun filmlerinde sıkça işlenen temalardır. En son Hayat filminde de bu anlamda kendi klişesini sürdürmüştür.

Yönetmen üstün vasıflı trajik kahramanlardan ziyade, trajik antikahramanların ve hayat karşısında edilgen kalan, kendini kapandaki bir fare gibi hisseden trajik kurbanların göze çarpmaktadır. Trajik kurbanlar, kazanma ihtimalleri olmayan bir savaşa girdiklerini hissederler. Onların trajedisi, tam da buradadır. Hayatı kader belirliyor. Kadınların zaafı aşkları, erkeklerin ise çocuksu bağlılıkları onları kötü olana sürüklemekte.

Lucas, F. L. (1957). Tragedy: Serious drama in relation to Aristotle’s Poetics (revised ed.). London: The Hogarth Press.

Estés, C. P. (2020).Kurtlarla Koşan Kadınlar Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

--

--

Hepimiz SANALIZ
Anlama Kılavuzu

Öğrenmek en doğal ama çaba gerektiren bir haktır.