Koronavirüsün psikolojik etkileri üzerine 11 temel çıkarım

Bir “komünite” olarak pandeminin sonuçlarıyla başa çıkmak

ATÖLYE
ATÖLYE İçgörüler
15 min readFeb 5, 2021

--

Yazarlar: Dr. Çiğdem Yumbul, Melissa Clissold
Editörler: Atılım Şahin, Ömer Ataş, Özgür Arslan
Metin içi görselleştirmeler: Aleyna Tezer

İçindekiler

Giriş
Stres
Travma
Psikolojik Dayanıklılık
Dayanışma
Hepimiz aynı gemide miyiz?
11 temel çıkarım
Ücretsiz psikolojik destek

Kaynaklar

Giriş

Yolda ayağıma takılan çakıl taşları
Her birini biriktiriyorum,
ileride onlardan bir kale yapmak için.

— Fernando Pessoa

2020 hepimizde ağır hasarlar bıraktı. Küresel pandeminin psikolojik olarak bizi hayal bile edemeyeceğimiz hâllere sürüklediğini inkâr etmek mümkün değil. ATÖLYE’nin ilkeleri, kuruluşundan bu yana, Komünitemizle etkileşime geçmeye, Komünitemizi beslemeye ve harekete geçirmeye dayanıyor. Bu nedenle, pandemi süresince bedensel ve zihinsel sağlığımızı korumaya gerçekten gayret ettik. Elbette, her birimiz yeni varoluş hâllerine uyum sağlamaya çabalarken, bu hiç kolay olmadı. Bir Zoom toplantısından diğerine koşturmak, evde yeni çalışma alanları oluşturmak, sosyalleşememek, ailelerimizi görememek, dışarı çıkamamak ve bazılarımız için maalesef yakınlarının ölümüne tanık olmak bu dönemi son derece yorucu hâle getirdi.

Pandemi boyunca olumlu düşünmeye çalışırken, inişler ve çıkışlar yaşamak (ve yaşamaya devam etmek) ziyadesiyle normal. COVID-19’un sosyal ve ekonomik etkilerini, (belki daha da önemlisi) psikolojik etkilerini ancak önümüzdeki yıllarda anlayabileceğiz. Geçen yıl Twitter’da en çok konuşulan konulardan birinin “akıl sağlığı” olması şaşırtıcı değil. 2021 de farklı olmayacak.

Bireysel, kolektif ve bir komünite olarak neler yaşadığımızı anlamak için, bir psikologla bedenlerimizde ve zihinlerimizde neler olup bittiği hakkında konuşmanın en iyisi olacağına karar verdik. Hayatımızı ve başkalarının hayatının anlayabilmek, en azından bu süre boyunca yaşadığımız inişleri ve çıkışları çözümlememizi sağlayacaktı. Bu kapsamda, üyemiz Dr. Çiğdem Yumbul’u tüm komünite üyelerinin katılacağı, pandemi sırasındaki psikolojik durumlarımıza ilişkin sorularımızın yanıtlayacağı bir oturuma davet ettik. Yeni yıla girmişken de neler yaşadığımız, yaşamakta olduğumuz, yerel ve küresel toplulukların yanı sıra bireysel olarak da tüm bunları birlikte aşmak için neler yapabileceğimiz konusunda herkesi bilgilendirmek istedik.

COVID-19 salgını neslimizin daha önce karşılaşmadığı türden küresel bir afet.

COVID-19, ortaya çıktığı ilk günden bugüne, insanlığın kurduğu neredeyse her sistemi kırılma noktasına kadar zorlayan, bu sistemlerin ne kadar işlevsiz olduklarını sertçe hatırlatan küresel bir afet. Salgın boyunca, bizim için gerçekten neyin daha önemli olduğunu düşünmeye vaktimiz oldu. Evde veya tehlikeli koşullarda çalışırken günlük ritüellerimizi sürdürememek, arkadaşlarımızla ve ailemizle görüşememek, gezintiye çıkamamak, konsere, sergiye veya tiyatroya gidememek, hepimizi ve her birimizi iç ve dış dünyayla bağlarımızı sorgular hâle getirdi.

Fazlasıyla dijitalleşmiş bir dünyada “birlikte olmayı” sürdürürken, “komünite” anlayışımıza sarılmak, onu yeniden üretmek ve tanımlamak zorundaydık. Koronavirüsü hem bireysel hayatlarımızı hem de hepimizi bir bütün olarak etkiledi. Bu ölümcül hastalık nedeniyle hayatını kaybeden 2.27 milyon (4 Şubat, 2021) insanın dostlarını ve ailelerini çevreleyen keder, potansiyel bulaştırıcı olmaktan duyduğumuz endişe, evde karantinada kalma mücadelesi her gün dünya genelinde hissediliyor.

Bronfenbrenner’ın “Ekolojik Sistemler Teorisi”nden esinlenmiştir

Birey olarak iç içe geçmiş sistemlerin oluşturduğu bir ekosistemin içinde var olduğumuz doğru (Bronfenbrenner, 1979). İlk çemberde kendimiz, bir dış çemberde aile, okul, sosyal çevre, iş ve burada temas ettiğimiz kişiler ve organizasyonlar, bir sonraki çemberde komşular, tanıdıklar, yasal, politik ve sosyal sistemler ve medya, en dış çemberde ise ideolojiler ve kültürel normlar yer alıyor. Bütün halkaların birbirini döngüsel olarak etkilediği bu çemberlerin her biri pandemi nedeniyle sallanırken, bireyler ve toplum olarak bu sarsıntılardan etkilenmememiz mümkün değil.

Bu makalede, yukarıda değinilen çemberleri hem bireyler hem de komünite olarak bu zor zamanların üstesinden gelmek için gerçekten neler yapabileceğimizi keşfetmek üzere ayrıntılı olarak ele alacağız. Bunu “kendimizden” başlayarak ve dış çemberlere doğru genişleterek yapacağız. Yalnızca neler yapabileceğimizden bahsetmekle yetinmeyeceğiz, gerçekten ne yaşadığımız konusunda bize daha derin bir kavrayış sağlayacak önemli psikolojik kavramları de keşfedeceğiz. Makalenin sonunda ise temel çıkarımların kısa bir listesini bulacaksınız.

İlk olarak “stresin” ne olduğunu, “travmadan” nasıl ayrıştığını, bu durumların zihinlerimizi ve bedenlerimizi nasıl etkilediğini anlamak, stresli hissettiğimizde neler olduğunu daha iyi gözlemlememizi, olanaklar dahilinde stresi azaltmak için harekete geçmemizi ve stresten muzdarip olan başkalarına yardım etmemizi sağlayabilir.

İkinci olarak “Psikolojik Dayanıklılık” konusunda bilgi sahip olmak kaynaklarımızı güçlendirmemize yardımcı olacaktır. Son olarak da küresel bir toplum olarak aynı gemide olup olmadığımızı tartışmak da karşılaştığımız ve karşılaşacağımız sorunların koronavirüsünün sağladığı farkındalıkla üstesinden gelmek için hayati önem taşıyor.

Yolumuz uzun, önümüzde bir yığın engel var. Ancak Pessoa’nın da söylediği gibi yolda ayağımıza takılan her bir çakıl taşını toplayarak bir gün onlardan kendi dayanıklılık kalelerimizi yapabilir ve daha güzel bir gelecek inşa edebiliriz.

Stres

Birinci çemberdeki bireyin pandemiye verdiği bedensel, zihinsel ve davranışsal tepkileri anlayabilmek için yaşayan herhangi bir canlının içsel veya dışsal bir uyarana verdiği fizyolojik tepkiye bakmak yararlı olabilir. Her organizmanın hayatta kalmak için oluşturduğu bir içsel denge ve bu dengeyi sürdürmeye ve korumaya programlı bir mekanizması var. Walter Canon (1930) bu dengeyi homeostasis olarak adlandırıyor.

İnsan bedeni de her organizma gibi dışarıdan gelen ve dengesini bozan herhangi bir uyaran ya da tehlike karşısında çeşitli fizyolojik tepkiler verir. Böylece hayati değerlerini muhafaza edip eski dengesine getirir. Düşen vücut ısısını yükseltmek için titremek ya da kanda azalan ya da artan birçok değeri (şeker, tuz, oksijen) sürekli kontrol edip gereken düzeye getirmek gibi. Canon, organizmada değişiklik yaratan her tür durumu stresör, stresörle temas edildikten organizmanın eski dengesine kavuşana kadar geçen sürecin tümüne de stres olarak tanımlamaktadır. Yani bir canlının yaşadığı herhangi bir değişikliğin karşısında adapte olma ve dengesini yeniden bulma çabasının tümü stres olarak adlandırılır. Örneğin, hava sıcaklığının düştüğü andan titreyerek eski vücut ısımızı sağladığımız ana kadar geçen süreç stres, havanın soğuması stresördür.

Karşılaştığımız zorlu olaylara verdiğimiz psikolojik tepkiler de fiziksel tepkilerin oldukça benzerdir. Kendimizi normal durumlarda durgun halde olan bir kap suya benzetelim. Hayatımızda olan herhangi bir değişiklik bu kabın içine atılan bir taş gibi suyumuzu önce dalgalanır, suyun yüzeyinde iç içe geçmiş çemberler yayılır ve taşın hacmi kadar su yükselir. Bir süre sonra suyumuz durulur ve eski halimize geri döner. Taşın suya değdiği andan, suyun tekrar durulduğu ana kadar geçen süreci stres olarak tanımlayabiliriz; yani hayatımızda büyük, küçük, olumlu veya olumsuz olsun her değişiklik, kabımıza atılan taş misali, bir stresördür. Uyum sağlayama çabamızı ise, yani taş atıldığından su durulana kadar geçen süreç, stres olarak düşünebiliriz. Stresör her zaman çok büyük veya olumsuz bir olay olmak zorunda değildir; hayatınızdaki değişikliğe yol açan her durumu (piyangoyu kazanmak, terfi etmek gibi, yeni bir ilişkiye başlamak da dahil) stresör olarak değerlendirebilirsiniz.

Pandemi döneminde suyunuza kocaman bir taş atıldı, o yüzden suyumuzun dalgalanması, yükselmesi gayet normal.

Stres/Travma

COVID-19 sürecinde gösterdiğimiz duygusal (öfke, yalnızlık, korku, kaygı, mutsuzluk, huzursuzluk, çaresizlik, umutsuzluk), bedensel (uykusuzluk ya da çok uyuma, iştah artışı ya da azalması, baş ağrısı, yorgunluk), davranışsal ve bilişsel (tahammülsüzlük, odaklanamama, ilişkilerde çatışmaların artması) tepkiler, zihnimizin pandemiyi anlamlandırma ve baş etme yoludur. Ruhsal “rot balans ayarımız” yerinden oynadı ve zihnimiz bunu tamir etmeye ve dengesini yeniden bulmaya çabalıyor. Sularımız dalgalanıyor ve bu çok anormal bir olay karşısında verdiğimiz normal bir tepki. Yani anormal olan durum, siz değilsiniz. Anormal tepki veriyor olsaydınız şu iki şeyden birini yapıyor olurdunuz.

Bir taşı suya attığınızda hangi iki şeyin olması doğa kanunlarına aykırıdır? Elbette suyun hiç yükselmemesi ve dalgalanmaması, ya da (başka bir uyaran olmadığı halde) mütemadiyen yükselmeye, dalgalanmaya devam edip hiç durulmaması. Pandemi sürecinde hayatımız ve rutinlerimiz değişirken, maddi ve manevi kayıplar yaşarken ya da yaşamımız tehdit altındayken, süreç belirsiz ve çoğunlukla kontrolümüz dışında ilerlerken sularımızın hiçbir şey olmamış gibi durgun kalması mümkün değil. Eğer hiçbir şey olmamış gibi yaşıyorsak, bu sürecin içinde hiç tepki vermiyorsak bu, durumu inkâr etme çabamızdır. Ya da pandemi çıktığından beri halen suyumuz taşa ilk değdiği andaki gibi şiddetle dalgalanıyorsa, zihnimiz felaket senaryolarına hiç ara vermiyor ya da yeni birkaç gündelik rutin oluşturamadıysak baş edebileceğimizden fazla zorlanıyor olabiliriz.

Travma

Pandemi, herkes için bir stresör olmakla birlikte, herkes için travmatik bir süreç değildir. Psikolojik travma, bizim ya da sevdiklerimizin bedensel veya ruhsal olarak zarar gördüğü ya da görme tehlikesi geçirdiği ve baş etme gücümüzü aşan durumlarda yaşanır. Doğal afetler, yoksulluk, şiddet ve istismar, işkence, kayıp ve hastalıklar, kazalar, mobbing, kronik yalnızlık, ayrımcılık ve savaşları travmatik olaylar olarak adlandırabiliriz. Hatırlamamız gereken önemli bir bilgi her potansiyel travmatik durumun herkeste aynı şiddette ve şekilde tepkilere yol açmadığı gerçeğidir. Hatta travmatik olaylara maruz kalanların yaklaşık yüzde 80–90’i altı ay ile bir yıl içinde kendiliğinden psikolojik olarak iyileşir. Çünkü bedenimiz gibi zihnimiz de kendi kendini iyileştirmeye oldukça muktedirdir.

Travmatik olaylarla karşılaştığımız an hepimizde otomatik devreye giren bir içsel bir alarm sistemi vardır — tıpkı ev alarmı gibi: Hayatta kalma içgüdüsü. Bu alarm size duruma göre kaç, savaş ya da don komutunu verir ve sizi fiziksel ve zihinsel olarak buna hazır hale getirir. Kalbiniz hızla atmaya, ellerinizden ve ayaklarınızdan çekilen kan hayati organlara koşmaya, sindirim sisteminiz kapanmaya başlar, dikkatiniz keskinleşir, duyularınız hassaslaşır. Hayatta kalmaya hazırlanmak ciddi bir iştir, muazzam bir efor ve düzenleme gerektirir. Tehlike uzaklaşıp güvende olduğunuzu anlayamadığınızda vücudunuz eski dengesine geri döner. Tıpkı evinizi koruyan bir alarm sistemi gibi. Evin kapısı zorlanınca ya da cam kırılınca bas bas bağırarak hırsızı korkutur, size ve polise haber verir. Tehlike geçince susar. Ancak alarm bazı durumlarda bozulur ve takılı kalır, isteseniz de kapatamazsınız veya aslında tehlike olmayan durumlarda (araba örneğinde uzaktan bir komşu geçtiğinde, ya da siz anahtarla açmak istediğinizde) de çalmaya devam eder. Ya da tamamen devre dışı kalmıştır ve eve hırsız girmeye çalışırken de çalmaz. Travmatik olay karşısında bu iki tepkiden birini veriyorsak travmatik stres tepkisi veriyoruz demektir.

İçsel alarm sistemimiz

Zorlayıcı ve uzun süren bir tehdidin içindeyken eskisine oranla daha hassas bir alarmımızın olması doğaldır. Tıpkı dalgalanan suyun durulmak için zamana ihtiyacı olduğu gibi.

COVID-19 sürecinde yaşadıklarımızın travmatik tepki yarattığını söylemek için henüz çok erken — sularımız hala dalgalı ve bu çok normal. Güvenliğimizi sağlayabilmiş, hayatımızın kontrolünü geri alabilmiş değiliz. Halen kendimiz veya sevdiklerimizin başına bir şey gelmesinden korkuyor, maddi kayıp endişesi duyuyor, kayıplarımızın yasını tutuyor, sosyal izolasyonla ve belirsizlikle baş etmeye çalışıyor ve değişen gündelik hayatımıza adapte olmaya çalışıyoruz. Ancak alarmımızın sürekli açık olması bedensel ve zihinsel olarak muazzam bir efor gerektiriyor. Bu eforu, sadece ölümcül bir tehdit karşısında kısa süreliğine harcamamız gerekirken devamlı tüketmek kişilerde psikolojik, bedensel ve işlevsel problemlere neden olabiliyor.

Bu durumu önlemek için neler yapabiliriz? Öncelikle alarmınızın takılı kalıp kalmadığını kontrol edin. Verdiğiniz tepkiler pandeminin başından beri aynı şiddette devam ediyor, hayatınızı, işinizi, ilişkilerinizi, sağlığınızı olumsuz etkilemeye başladıysa ruh sağlığı uzmanlarından psikolojik destek almak iyi bir fikir olabilir. Peki, bu süreçle daha iyi baş etmek için bizim yapabileceği bir şey var mı?

Psikolojik Dayanıklılık

Steven Hobfoll, Kaynakların Korunumu (Conservation of Resources) teorisi ile bu soruya ışık tutuyor. Hobfoll (1989), stresi bize iyi gelen, hayata bağlayan, içsel ve dışsal gücümüzü kazanmamız ve korumamızı sağlayan kaynaklarımız üzerinden tanımlıyor. Bu kaynakları dört ana kategoride topluyor: ihtiyaçlarımızı karşılayan nesneler (ev, araba, cep telefonu vs.), kişisel özelliklerimiz (optimizm, yüksek kendilik değeri), durumlar (kişilerarası kaynaklar: romantik ilişkiler, aile, arkadaşlıklar ve burada hissedilen değer) ve diğer kaynaklara erişimimizi kolaylaştıran enerji (zaman, para, bilgi).

Hobfoll stresörleri ise hayatımızdaki güncel maddi sıkıntılar ya da ilişki ve iş problemlerinden tutun da geçmişten getirdiğimiz duygusal sorunlara veya hastalık ve kayıplara kadar içsel dengemizi olumsuz etkileyen durumlar olarak tanımlıyor. Psikolojik dayanıklılığımızı belirleyen de bu stresörlerle kaynaklarımızın oranı. Tıpkı bir masa gibi… Üzerine koyduğumuz yükleri (stresörleri) taşıyacak kadar güçlü ayakları (kaynakları) olan masalar ayakta kalabiliyor. Hobfoll’a göre masanın dengesini basit bir formül belirliyor:

Masamızın üzerindeki stresörlerin yükü, masanın ayaklarının kaldırabileceğinden daha fazla ise olumsuz stres tepkimiz artıyor. Tersi durumda ise stresörlerle daha kolay baş edebiliyoruz. Pandemi sürecinde, hali hazırda dengelemeye çalıştığımız masamızın üzerine aniden ve kontrolsüzce kocaman bir stresör bırakıldı. Ne zaman masamızdan kalkacağı, masaya daha ne kadar zarar vereceği belli değil. Ancak bu pandemi sürecinde sarsılmamızın daha önemli bir nedeni var. Hobfoll (1989), olumsuz stres tepkisinin artışını, kaynakların kaybedildiği, kaybedilme tehdidinin olduğu veya yeni kaynakların kazanılamadığı durumlarda olduğunu söylüyor.

Bu süreçte toplumsal ve hatta küresel olarak elimizden birçok baş etme kaynağı alındı. Sosyal izolasyon ile insanlar için en önemli kaynak olan sosyalleşme ve teması kaybettik. Cenaze ve düğünler gibi temel toplumsal ritüellerimizi bile bir arada yapamıyoruz. Toplumun önemli bir kesimi maddi kaynaklarını işsizlik/işten çıkarılma/ücretsiz izin gibi süreçlerle birlikte ya kaybetti ya da kaybetme tehdidi altında. “Dünya nispeten güvenli bir yer,” “benim ve sevdiklerimin başına kötü olaylar gelmez,” “ben ve sevdiklerim sağlıklı,” “olaylar çoğunlukla benim kontrolüm altında” gibi bizi güçlendiren olumlu temel inançlarımız sarsıldı. Bilgi ise bizi koruyan bir kaynaktan çok, endişeyi arttırıcı bir stresör olmuş durumda. Bu süreçte yeni kaynaklar kazanmak istesek de imkanlarımız ve yapabileceklerimiz sınırlı. Yani masamıza tonlarca ağırlık eklenirken, aynı anda masamızın ayaklarının bazıları sökülüp alındı. Böyle bir masayken kendinizi yorgun, kaygılı, mutsuz, huzursuz, verimsiz ve sallanmakta hissetmeniz normal değil mi?

Evet, virüsün her an bize ya da sevdiklerimizden birine bulaşabileceğini düşünmekte haklıyız. Çünkü bu tehdit gerçek… Çıldırmıyorsunuz, abartmıyorsunuz; güçsüz ya da dayanıksız değilsiniz. Daha önce neslimizin yaşamadığı türden küresel bir afetin ortasında hayatta kalmaya çalışıyorsunuz. Evde olduğunuz her anı maksimum üretkenlikle geçirmek zorunda değilsiniz. Masanız, üzerine konan bu stresörü tanımaya, anlamlandırmaya ve bununla baş etmeye çalışıyor. Sallanmakta haklı… Ama Canon’un belirttiği gibi sularınızın bir noktada durulacak olması fiziksel bir gerçeklik. Peki ya durulmakta zorlanıyorsanız? Pandemiyi ortadan kaldıramayacağımız için, ilk etapta masamızın ayaklarını güçlendirmemiz gerekiyor. Kaynaklarınızı devreye sokun! Pandemi öncesinde yapmaktan keyif aldığımız birçok şeyi eski haliyle yapamasak da onları bu sürece adapte edebiliriz.

Rutinlerimiz

Yalnızca nelerin değiştiğine odaklanmak yerine kendinize nelerin değişmediğini sorun. Olabildiğince bedenimizi hareket ettirmek, internet üzerinden sevdiklerimizle görüntülü konuşmak, bizi mutlu edecek ya da rahatlatacak egzersiz ya da uğraşlara odaklanmak, kendimize kısa süreli günlük ya da haftalık ve gerçekçi hedefler koyup bu hedeflere ulaşmak, eski rutinlerimize dönmeye gayret etmek, yapamıyorsak mutlaka yeni rutinler oturtmak ve bu rutinlere elimizden geldiğince sadık kalmaya çalışmak gibi. Elinizden geldiği kadarını kendinizi zorlamadan ve mükemmel olmasına çalışmadan yapın. Gerçekten, yeni türden ekmekler pişiremediğiniz için kendinizi kötü hissetmenize gerek yok.

Dayanışma

2020 boyunca yapmaktan vazgeçmediğimiz şeylerden biri de beraberlik ve aidiyet duygusunu sürdürmek için komünite etkinliklerimizi çevrimiçi etkinliklere dönüştürmekti. Birçok “kendi yemeğini getir” etkinliği, komünite üyelerinin aşçılıktan yogaya kendi etkinliklerini sunduğu “Play & Live (Oyna & Yaşa)” günleri düzenledik.

Birlikte öğrenmeyi sürdürmeye kararlıydık, bu nedenle ATÖLYE Akademi’nin 450 kişilik Öğrenme Topluluğu ile çevrimiçi öğrenme deneyimine zaman ve kaynak yatırımı yaptık, Slack üzerinden çeşitli gruplarla etkileşime geçtik (pandeminin ilk aylarında, Slack kanalımız daha öncekinden 12 kat daha fazla etkileşimi gördü). Yerel ve küresel birçok hackathon düzenledik, her şey eskisi gibi olsa çalışma fırsatı bulamayacağımız gruplarla bir araya geldik. Komünite üyelerimizden birinin düzenlediği sanal bir sergide yer aldık ve sürekli büyüyen, ortak çalışmaya dayalı Graph Commons, Milanote, Miro, Mural gibi araçlarla keşfetmek ve uyum sağlamak için kendimize yeni yollar bulduk. ATÖLYE’de bunu 2021’de de sürdüreceğiz gibi görünüyor; peki ya toplumun geri kalanı? Belirli düzeyde iyimserliği ve umudu ayakta tutmak için, başkalarıyla birlikte çalışmayı kolektif olarak sürdürmeli ve bu zor zamanların üstesinden gelebileceğimize emin olmalıyız.

Bu gibi toplumsal afetlerde dayanışma ve birlikte olma hissinin herkese iyi geldiğini biliyoruz. Araştırmalar destek almak kadar destek vermenin de travmalardan iyileşmemize yardımcı olduğunu gösteriyor. İhtiyacı olana destek çıkmanın ve ihtiyacımız olduğunda destek talep etmenin bu günleri en az hasarla atlatmamızın anahtarı olduğunu unutmayın!

Toplum olarak aynı gemide miyiz?

Koronavirüsü ilk ortaya çıktığında ve dünyaya yayılmaya başladığında şaşkınlık, inkâr ve şok duygularının bir karışımıyla baş başaydık. Bazıları virüsü inkâr etti ve “aldatmaca” olarak nitelendirdi. Bu arada Dünya Sağlık Örgütü, hükümetler, sağlık çalışanları ve sıradan vatandaşlar bu ölümcül hastalığın sert gerçekliğini anlamaya çalıştılar. Virüsün ortaya çıkmasından bir yıl sonra bile komplo teorileri hâlâ hüküm sürüyor. Aşırılıklar, ekonomik krizler ve toplumsal çatışmalar büyürken virüsle ilgili yanlış bilgiler sosyal medyada yayılmaya devam ediyor.

2020 yalnızca koronavirüsünün yılı değildi. Aynı zamanda politik kargaşalar, her yerde tuhaf hava sıcaklıkları ve orman yangınları, depremler ve protestolarla doluydu. Reuters tarafından derlenen “en uzun yılın haberleri” bunu iyi yansıtıyor. O halde soru şu: Tüm bunların üstesinden birlikte nasıl geleceğiz?

Küresel bir toplum olarak gelecek için bir araya gelmeyi gerçekten nasıl öğrenebiliriz?

Bir toplumun her bireyinin böyle bir küresel afette ayakta kalabilmesi için ortak kaynakların eşit ve adaletli olarak paylaşılmış oluyor olması gerekiyor. Pandemi öncesine baktığımızda dünya nüfusunun önemli bir bölümü zaten masasını zar zor ayakta tutabiliyor ya da hiç tutamıyordu. Hepimiz eşit sayıda ya da sağlamlıkta masa ayağına sahip değildik. Her birimizin iş güvencesi, barınma, beslenme, sağlık hizmetine ulaşım, eğitim gibi temel hakları ve ihtiyaçları karşılanmıyordu. Ortak depoda birbirinden sağlam masa ayakları vardı ama bu depo her toplumun her bireyine eşit oranda açık mıydı? Bronfenbrenner’ın ekolojik modelindeki en dış halkasından baktığımızda dünyaya hâkim olan politik, ekonomik ve sosyal sistem bunun tam tersini söylüyor. Pandemi öncesi eşit değildik, bu nedenle aynı gemide değiliz ve pandemi sürecini ve sonrasını çok farklı deneyimleyeceğiz. Koronavirüsü bunu daha iyi anlamamıza yardımcı oldu.

Yine bu nedenle pandemi sürecinde hayatta kalmak için ortak bir formülümüzün olması mümkün değil. Güvencesiz çalışan ve açlık sınırının altında yaşayan bir işçinin pandemide evde kalmasının ailesinin aç kalması demek. Dünyanın dört bir yanında mülteci kamplarında, deprem sonrası konteynır şehirlerde yaşamaya zorlanan ya da temiz suya erişimi olmayan topluluklar hangi hijyen kurallarıyla, hangi sosyal mesafeyle kendilerini koruyabilir? Kadınların, çocukların ve azınlıkların yaşadıkları şiddet, baskı ve istismar devam ediyor. Hem de kendi evlerinin ve mahallelerinin içinde. Evde hayatta ve güvende kalmamızı sağlayacak bütün şartlar eşit mi de aynı sloganla ortak bir çözümümüz var?

Evde kalmak COVID-19’dan koruyabilir, ancak hayatta kalmamızı garanti edebilir mi? Kriz durumlarında devreye soktuğumuz kaynaklarımızın arasındaki derin uçurumu göz ardı edip, herkesten bu süreçte aynı şekilde adapte olmasını, aynı önlemleri almasını beklemek ne kadar gerçekçi? Sınıfsal fark ve sosyal adaletsizlik bu denli fazlayken tek bir formüle sığınmak hem gerçek dışı hem de devletlerin krizlerde kimi en önce gözden çıkaracaklarının en net göstergesi. George Orwell’in dediği gibi: Bütün hayvanlar eşittir, ancak bazıları diğerlerinden daha eşittir.

COVID-19 pandemisi bize toplumun devamlı göz ardı edilen kesimini görmemizi, onlarla asla aynı düzeyde olmasa da bazı duygularda ortaklaşmamızı sağladı. Sevdiklerimizi görüp onlara dokunamadığımız, evde zorunlu hapis kaldığımız bu dönemde belki düşünceleri için tutsak edilmiş kişilerin yaşadıklarını düşündük.

Aynı zamanda, COVID-19 pandemisi boyunca kolektif inisiyatiflerin ve tepkilerin önemli ölçüde büyüdüğünü gördük. Nedeni basit: Hepimize yönelik doğrudan bir tehdide karşı ancak birlikte hayatta kalabileceğimizi acı yoldan deneyimliyoruz. Daha önce belki aklımıza bile gelmeyen, ya da hakları için ses çıkarmadığımız kişilerin bizim temel ihtiyaçlara erişimimiz ve hayatımızın devamlılığını için ne denli önemli olduğunu görüyoruz.

Örgütlendik, örgütleniyoruz bir nevi; hem de kendimizin dışında, hayatımızda belki hiç temas etmediğimiz kişilerin hayatta kalması için örgütleniyoruz. Şaşırtıcı mı? Kesinlikle değil. Toplumsal travmalardan sonra sıklıkla gördüğümüz kolektif yakınlaşma ve dayanışma sürecinin içinden geçiyoruz. Evet, bu birçok travmatik deneyimin “balayı dönemi” süresince daha fazla hissedilmiş olabilir. İlk şokun ardından “hayatta kalmak”, hatta “gelişmek” için bir arzu da olur. Hatta kendimizden geçebilir, değişimi hissedebiliriz. Yine de bu süreç boyunca inişler ve çıkışlar yaşayacağımız gerçektir. Bunları da ancak başkalarıyla iletişim kurarak anlayabilir, acımızı ancak böyle hafifletebiliriz.

Kaynak: Türk Psikologlar Derneği

Kentleşmeyle doğadan koparılmış özümüzün ihtiyaçlarının, gökyüzüne bakamadığımız karantina günlerinde belki yeni yeni farkına varıyoruz. Ahlaki ve etik değerlerimizi yeniden yapılandırmak zorunda kalıyoruz.

Ancak dayanışma, tahammül, paylaşma, anlayış, empati ve kolektif yakınlaşma ile bu günleri anlatabileceğimiz gözlemliyoruz.

COVID-19 süreci halihazırda işlemeyen adalet yoksunu ekonomik, politik ve sosyal sistemlerin varlığını ve üzerimizdeki etkilerini sertçe yüzümüze vurdu. Küresel bir değişimi şart koştu. Paylaşılmış travmalardan sonra bireylerin ve toplumların eskisi gibi olması mümkün değil. Travmalardan büyüyerek çıkmak da mümkün, ancak bunun için eskiye dönmeye değil, ileriye gitmeye ihtiyacımız var.

Pandemi bitince çoğu diğer toplumsal travmalarda gördüğümüz gibi bu dayanışma ve ortak mücadele hissinin kaybolması, kaynaklarımızı yine kendi çıkarımız için muhafaza etme eğiliminde olmamız olası. Ya da daha iyisi bu süreçte kazandığımız birliktelik hissi ve hatırladığımız değerlere sahip çıkarak, başkasına olan tehdidi de kendimize yapılmış gibi alarak ses çıkarmaya başlayabiliriz.

Kolektif bilincin hayatta kalmasını ve yeşermesini sağlayan ortak ihtiyaçları önceliğe koyan sistemler kurgulayabiliriz.

Bu kurgu küresel bir dayanışma, ortak bir akıl ve aksiyon planı ve örgütlü mücadeleyi şart koşuyor. Bu aklı oluşturacak kişiler de bizleriz. Her aydınlanma kaosların arkasından gelir. Umudu koruyun, harekete geçin!

11 Temel Çıkarım

  1. Anormal bir küresel afet karşısında normal tepkiler veriyorsunuz.
  2. Travmatik olaylar her zaman travmaya yol açmaz.
  3. Kişiler aynı travmatik olaya farklı şiddette, sürede ve çeşitlilikte tepki verebilir.
  4. Travmalar kopartır; sevdiklerinizle, doğayla, hedeflerinizle tekrar bağ kurun.
  5. Kaynaklarımız stresörlerimizden ne kadar fazlaysa o kadar iyi baş ederiz. Kaynaklarınızı güçlendirin.
  6. Rutinlerinize bağlı kalın. Yeni rutinlerle kendinizi boğmayın.
  7. Kendinize neyin değişmediğini sorun. Hayatınızda hâlâ biraz istikrar olduğunu unutmayın.
  8. Balayı bittiğinde desteğin bitmemesi için örgütlü mücadele edin; örgütlenmek iyileştirir.
  9. İnternette başka topluluklarla bağlantı kurun.
  10. Unutmayın, bu günler geçecek.
  11. Baş etmekte zorlanıyorsanız ruh sağlığı uzmanlarından destek alın.

COVID-19’dan etkilenenler için ücretsiz psikolojik destek programı:

Türkiye: KORDEP (Koronavirüsü Online Ruhsal Destek Programı)
0850 305 0034

Ücretsiz psikolojik desteğe erişmek için lütfen ülkenizdeki ilgili kurumlarla iletişime geçin. Bildiğiniz bir kurum varsa, yorumlara yazabilirsiniz. Daha fazla bilgi edinmek ve konuyla ilgili sorularınıza yanıt almak için her zaman Dr. Çiğdem Yumbul’a yazabilirsiniz: cigdem.yumbul@gmail.com.

Kaynaklar:

  1. Bronfenbrenner, U. (1979). The ecology of human development. Harvard University Press.

2. Herman, J. (2007). Travma ve İyileşme. İstanbul: Literatür Yayıncılık.

3. Levine, P. A., & Frederick, A. (1997). Kaplanı Uyandırmak. Butik.

4. Pauline, B., & Boss, P. (2009). Ambiguous loss: Learning to live with unresolved grief. Harvard University Press.

5. Saul, J. (2013). Collective trauma, collective healing: Promoting community resilience in the aftermath of disaster (Vol. 48). Routledge.

6. Van Der Kolk, B. A. (2018). Beden Kayıt Tutar: Travmanın İyileşmesinde Beyin, Zihin ve Beden. Ankara: Nobel Yaşam Yayıncılık.

7. Hobfoll, S. E. (1989). Conservation of resources: A new attempt at conceptualizing stress. American Psychologist, 44(3), 513. doi:10.1037/0003–066x.44.3.513

8. WHO, 5 October 2020, <https://www.who.int/news/item/05-10-2020-covid-19-disrupting-mental-health-services-in-most-countries-who-survey>

--

--

ATÖLYE
ATÖLYE İçgörüler

ATÖLYE is a strategic design and innovation consultancy. Through our community-powered approach, we help organizations create lasting impact.