Bundan yaklaşık bir sene önce Şükrü Saraçoğlu Stadyumu tarihi bir haftasonuna ev sahipliği yapıyordu. Fenerbahçe Spor Kulübü’nün Olağan Seçimli Genel Kurulu gerçekleşirken; 20 senelik başkan Aziz Yıldırım, taraftarın onunla birlikte güneşin doğacağına inandığı Ali Koç’a kulübün anahtarlarını teslim ediyordu. Kadıköy için şüphesiz uykusuz bir geceydi. Futbolda başarısız geçen senelerin ardından Fenerbahçe taraftarının içini yepyeni bir umut kaplıyordu. Rasyonalizm ve fanatizm yine birbirine karışmıştı; sabır çok az, beklenti çok fazlaydı. Ali Koç’un uzun soluklu seçim kampanyasının taşıdığı değişim rüzgarı artık sahnedeydi.
Nasıl bir değişim rüzgarı?
Ali Koç, Haziran 2017’de Olağan Mali Genel Kurul esnasında başkan adaylığını resmen açıklıyordu. O tarih öncesinde de bir sonraki Fenerbahçe Başkanı’nın Ali Koç olacağından bütün Türk futbol kamuoyu emindi, zira Aziz Yıldırım bile 2015 Olağan Genel Kurulu’nda kendisinden sonraki başkan olarak Ali Koç’un aday olacağını açıklamıştı. Fakat durum tam olarak bu değildi. Aziz Yıldırım Ali Koç’un kendisine karşı aday olacağını değil, kendisi bıraktıktan sonra aday olacağını açıklıyordu. Ali Koç ise inisiyatif almıştı. Fenerbahçe’nin güncel durumunu mevcut başkan Aziz Yıldırım’la birlikte sürüdürülemez bir hale geldiğini öngörüyor ve kendi deyimiyle elini taşın altına koymasının vaktinin geldiğine inanıyordu. Bunun yolu da artık beklemeyi bırakmak ve aksiyona geçmekti. Tam olarak da öyle yaptı. Eylül ayında 1907 Derneği başkanlığından istifa etti ve 1907 Derneği 25. Yıl Kutlamaları sırasında etkileyici bir sunumla seçim kampanyasını başlattı.
Eylül 2017 ve Haziran 2018 arası Ali Koç ve Fenerbahçe için yoğun tempolu bir sürece sahne oldu. Futbolda işlerin yine çok parlak olmadığı ve tribünlerin takımı terk ettiği bir sezon geride kalırken, taraftarın tek odak noktası önlerindeki başkanlık seçimiydi. Uzun zamandır karanlık olan tünelin sonunda bir ışık görünmüştü ve orada Ali Koç vardı. Fakat bu ışığın ona atfedilmesi sadece karizmasından kaynaklanmıyordu. Düzenli olarak yurt içi ve yurt dışı Fenerbahçe derneklerini ziyaret eden Koç, gittiği her yerde hayalindeki Fenerbahçe’yi anlatıyordu. Kendi hayalindeki ve herkesin hayalindeki. Türk futbolunun lokomotifi haline gelmiş, Avrupa’da adından söz ettiren bir Fenerbahçe. Manchester City ekolünü takip eden; çeşitli ülkelerde sınırsız sayıda sözleşmeli genç oyuncusu ve dünya klasında altyapısıyla futbolcu fabrikası bir Fenerbahçe. Hiçbir branşta küçülmeye gitmeden zirve yarışını sürdüren, finansal olarak kendini döndürebilen bir Fenerbahçe. Türk sporuna yön veren örnek kulüp. Mutluluğa özlem duyan taraftar için Ali Koç’un çizdiği Fenerbahçe öylesine bir coşku ve heyecan kaynağıydı ki; henüz seçimleri kazandığı 3 Haziran gecesi taraftar hemen ilk hamleyi bekliyor, artık o Fenerbahçe’ye kavuşmak için yerinde duramıyordu.
İlk hamle ne oldu?
İlk hamle doğal olarak mazbatayı almak oldu. 5 Haziran günü yine Şükrü Saraçoğlu Stadyumu’nda başkanlık mazbatası bir şölen havası içinde Vefa Küçük tarafından Ali Koç’a teslim edildi. Ali Koç, akabinde taraftara yaratmayı vadettiği Fenerbahçe’yi anlatıyor ve önemli bir söz veriyordu. Şampiyon olamasa dahi gurur duyulan bir Fenerbahçe. Bundan bir hafta sonra da seçim döneminde danışmanlık hizmeti aldığı Damien Comolli’yi sportif direktörlük görevine getirdi.
Yine mi sportif direktörlük safsatası?
Evet, yine sportif direktörlük safsatası. Türk futboluyla yıldızı barışmamış kavramlardan biri olan sportif direktörlük, aslında dünya futbolunda da karışık duruşlara sebebiyet veriyor; zira net bir görev tanımı yapmanın zor olduğu bir rol. Teknik direktörden daha farklı ve geniş bir yetki alanına sahip olurken yönetim kurulunda da kendine yer bulamamış, yani hala çalışan statüsünde bir rol. Özellikle Türk tipi sportif direktörlük daha da karışık tanımlamalara sebep olabiliyor. Premier League’deki menajer olgusuna benzer güçlü teknik direktör figürlerinin ve yönetim kurulu destekli idari menajerlerin arasında sıkışan bu görevin sorumlulukları hangi noktada başlıyor, hangi noktada bitiyor açıklaması oldukça güç.
Ali Koç’un aklından ne geçiyordu?
Fenerbahçe’ye örnek olarak alınan kulüplerdeki profesyonel yönetim anlayışını hayata geçirebilmek için atılmış bir adımdı Damien Comolli. Bir bakıma işi anlayana bırakmaktı. Futbol takımları farklı dinamiklere sahiptir ve iyi bir şirket yöneticisi olmak sizi iyi bir spor yöneticisi yapmaz. Kulüp içi görev dağılımını yaparken transfer takibini, transfer görüşmelerini, futbol takımı içi birtakım finansal kontrolü işin ehline bırakmak kesinlikle kötü bir fikir gibi gözükmüyordu. Başkanla takım arasında işin mutfağından gelen bir köprü insanın eksikliği, belki de üç büyüklerin başarılarının devamlı hale gelememesinin sebebi olabilirdi. Bu yorumlar bugün de geçerli olsalar da, Comolli’yle geçen ilk sezonun ardından geçmiş zaman eklerini cümleden atmak henüz mümkün olmadı.
Damien Comolli doğru isim miydi?
İmzaların atıldığı 12 Haziran 2018 tarihinde öyleydi. Ali Koç, ona fazlasıyla güveniyordu. Özgeçmişi kusursuz değildi fakat kabarıktı. Terraneo faciasından sonra yoğurdu üfleyerek yemekte fayda vardı, fakat Comolli o ana kadar tehlike sinyalleri vermiyordu. Liverpool sonrası profesyonel futbola verdiği kısa sayılamayacak araya ve Tottenham sonrası göze çarpan bir başarısı olmamasına rağmen Ali Koç’un getirmek istediği felsefe için uygun bir görev adamı profili çizmişti.
Bu noktada Comolli’nin daha önce kariyerinde karşılaşmadığı kadar zor bir görevi kabul ettiğinin altını çizmek gerekiyor. Finansal olarak yıkımın eşiğinde, FFP kıskacına alınmış -ya da kendini sokmuş-, altyapı tesisleri son derece zayıf, altyapıdan oyuncu çıkartmayı unutmuş, scout ekibi ve stabil bir transfer politikası olmayan bir futbol takımının başına geçmek; daha önce küçük bir takımda görev almamış ve en son olarak Liverpool’da çalışmış bir Fransız için gerçek bir düelloydu. Comolli, bu düelloyu kabul etti.
Göreve başlar başlamaz, Dünya Kupası’yla birlikte karışan piyasa ve Fenerbahçe’nin ne maddi ne de profesyonel olarak bir kaynağa sahip olmamasıyla belki de kariyerinin en zor transfer dönemini geçirdi. Daha önceden kulübün radarına girmiş Berke ve Barış’ın Altınordu’dan transferlerinin bitirilmesinin ardından Ferdi, Comolli’nin menajerlik şirketleriyle olan bireysel networkünün bir meyvesi olarak takıma katılıyor; taraftarın da Ali Koç’un hayalindeki Fenerbahçe’ye inancı perçinleniyordu. Transfer döneminin geri kalanında da kendi bireysel bağlantılarını kullanmaya devam etti. İzlenme fırsatı olmamış oyuncular, genç ya da tecrübeli, takımın sağlayabildiği finansal ölçütlerde takıma katılmaya devam etti. Josef de Souza ve Giuliano’nun satışıyla birlikte gelen kaynağın yarısını da benzer profildeki oyuncular için kullandı: potansiyelli gözüken, fakat henüz ortaya çıkaramamış. Transfer döneminin sonunda 11 yeni oyuncu takıma katılmış ve değişim rüzgarının etkisindeki Fenerbahçe için yeni bir çehreden bahsetmek mümkün olmuştu.
Hooop, sezonu açtın hemen! Daha hoca mevzusu var, para mevzusu var…
Takvimlerimizi tekrar Haziran 2018’e geri sardığımızda, Comolli’nin göreve gelmesiyle taraftarın bir sonraki odağı teknik direktördü. Bir önceki sezon başında göreve gelen Aykut Kocaman’ın sözleşmesi hala devam ediyordu, fakat takımın başında geçirdiği 4 sezondan tek şampiyonluk çıkarabilen Aykut Hoca taraftarla bir Love&Hate ilişkisi içindeydi. Sonuçlara odaklı futboluyla her sezonunda kulübü zirveye oynatmış olmasına ve 2011’de kulübün bütün dengelerini alt üst eden 3 Temmuz Süreci’ndeki lider rolüne rağmen; özellikle önce sportif direktörlüğü dönemindeki tavrıyla, daha sonra ilk teknik direktörlüğü esnasında Alex de Souza’nın kulüpten şok ayrılışıyla ve en nihayetinde de takıma benimsettiği futbol biçimi sebebiyle taraftarın sevgilisi olmaktan çok uzaktı. Yıpranmış bir isimdi. Yine de Ali Koç ve taraftarın büyük bir çoğunluğu, eğer Fenerbahçe’nin başında önlerindeki geçiş sezonunda yerli bir hoca olacaksa o kişinin Aykut Kocaman olması konusunda hemfikirdi. Koç ve Comolli, Aykut Kocaman’la olan görüşmelerinden sonra başka bir yerli hoca opsiyonları olmayacağını deklare ederek arkaplandaki Ersun Yanal seslerini de bastırıyorlardı.
Ali Koç’un başkanlık koltuğuna oturduktan sonra vermesi gereken ilk büyük karar teknik direktör konusu oldu. Aykut Kocaman bir süre bekletildi ve 18 Haziran’da kendisiyle yollar ayrıldı. Alenen yabancı bir teknik direktör arayışı içinde bulunup, takımın futbolculuk döneminden Efsane sıfatını almış faal teknik direktörünü B Planı olarak beklemede tutmak ne kadar doğruydu tartışılır. Fakat ayrılığın yine de yumuşak olduğunu söylemek yanlış olmaz. Artık sıra yeni hocanın kim olacağına gelmişti ve birçok ismin arasından Phillip Cocu ismi ön plana çıkıyordu. Nitekim sözleşme de kendisinin oldu. Fenerbahçe tekrar bir Hollandalıya emanetti.
Good ol’ Hollandalı teknik direktör ve Süper Lig ikilisi
Süper Lig’de uzun zamandır başka milletlerden bir yabancı hocanın da başarısını göremediğimiz için suçu direk Hollandalılara atmak doğru olmayabilir ama Hollanda ekolünden gelen isimlerin kariyer fark etmeksizin Süper Lig dinamikleriyle çok iyi uyuşamadığını görmek için iyi bir analist olmaya gerek yok. Bir düşünüşte akla gelen ne Hiddink, ne Rijkaard, ne Riekerink, ne de Advocaat takımlarını arzu edilen yerlere taşıyamamışken; Fenerbahçe yabancı bir ismi tercih etmekle kalmıyor, bu ismi de Hollanda futbol ekolünden tercih ediyordu. Fakat Cocu tercihini geçmişteki Hollandalı hocalarla bir kalemde kıyaslayıp, onlardan olmadı bundan da olmaza indirgemek doğru olmazdı.
Fenerbahçe’nin gençleri ön plana çıkaracak, sürdürülebilir ve sağlıklı olmasını umduğu yeni yapılanmasının başına geçirmek istediği Phillip Cocu, bir açıdan bu iş için biçilmiş kaftandı. Futbolcu kariyerinin çoğunluğunu Hollanda’da, fakat yarısına yakınını da Barcelona’da geçirdikten sonra; teknik direktörlük kariyerinde de PSV’nin başında geçirdiği 3,5 sezonda 4 şampiyonluğa ulaşmıştı. Farklı futbol ekollerinin içinde uzun zaman geçirmişti ve teknik direktörlük kariyerinde de göstermişti ki, o tipik bir Hollandalı değildi. Topa hükmetmeyi değil, akılcı sahip olmayı seviyordu. Onun PSV’sini maç boyu topla oynarken görmezdiniz. Savaşçı bir takım yaratmıştı. Liderliğindeki PSV’nin geriye düştüğü maçlardan puan çıkarma oranı umut vericiydi. En önemlisi de Cocu PSV’de sürekli genç oyuncularla çalışmış, sorumluluğu onlara vererek takımın başarısını genç oyuncuları üzerinden kurgulamıştı. Eredivisie’de sahip olunan alt yapı kültüründen dolayı bu Hollanda sınırları içerisinde daha küçük bir başarı olsa da, Türkiye’de Fenerbahçe’nin sahip olmak istediği oyun felsefesi için bu bir yapı taşı teşkil edecekti. Yerli teknik direktörler arasından o an itibariyle benzer bir profil bulmak mümkün değildi ve Cocu, bu maceraya atılmaya hazırdı. Onur Özgen’in Goal Türkiye için yazdığı Cocu analizi bu noktada Cocu’nun neden iyi bir tercih gibi gözüktüğüne daha iyi ışık tutabilir. (https://t.co/JNWZA3tIoJ)
22 Haziran’da Cocu 3 senelik bir sözleşmeyle takımın başına geçiyor ve değişim rüzgarının etkileri daha da somutlaşıyordu. Sezon hazırlıkları başlamıştı ve hedeflenen Fenerbahçe için yapılması gereken çok şey vardı. Gelen ve giden oyuncularla farklı bir oyuncu havuzu oluşuyor ve yeni bir takım iskeleti kurmak gerekiyordu. Hazırlık maçlarında ortaya konan futbol sonuçlardan bağımsız olarak iyi sinyaller veriyordu, fakat oyuncu grubunun eksikleri de Cocu’yu alışageldiği futboldan uzaklaşması gerekeceğini gösteriyordu. Artık elinde benzer altyapı ekollerinden gelmiş ve şekillendirilmeye hazır bir genç oyuncular ordusu yoktu. Öyle ki, tam aksi bir durumdan söz edilebilirdi. Sırtını yaslamayı planladığı oyuncuların neredeyse tamamı belli bir olgunluk seviyesini çoktan geçmişti. Bunun yanı sıra, zaten elinde bulunan ya da yeni katılan gençler de farklı futbol stillerinin örneklerini taşıyorlardı. Bu karmaşa içinde bir harmoni kurabilmek gerçek bir mücadele olacaktı. Phillip Cocu’nun Fenerbahçe’de geçirdiği 2018 yazı da bu şekilde özetlenebilirdi: mücadele.
Bu mücadeleyi kazanma şansı var mıydı?
Çok çetrefilli bir sınav verdiği kesindi ama Mission Impossible serisinin yeni filminde de oynamıyordu. Böylesi bir geçiş sezonunda bütün sorumluluk ondaydı ve birçok konuda eli kolu bağlıydı. Yaz hazırlık kampı sonrası Benfica deplasmanında ilk resmi maçına çıkacaktı. Finansal olarak Şampiyonlar Ligi’ne gitmeye mecbur bir kulüp 3. Ön Eleme Turu’nda çekebileceği en zor rakiplerden birini çekmişti ve zaten umutlar büyük ölçüde kırılmıştı. Yine de inanç vardı. Cocu’nun Fenerbahçesi, santrforsuz ve önceki sezonun gölgesi olarak çıktığı bu maçta elinden geleni yapsa da yeterli olamadı. Nitekim rövanş maçı da farklı geçmedi. Fenerbahçe elinden gelenin en iyisini yapıyor, fakat Fenerbahçe’nin en iyisi yeterince iyi olamıyordu. Yine Şampiyonlar Ligi hayal olmuştu ama ortada ümit veren bir takım vardı. Bu iki maçın arasında Süper Lig de başlamış; Fenerbahçe şok bir golle geriye düştüğü Bursaspor maçından galibiyetle çıkmayı bilmişti. Birkaç sezon sonra lig açılışını ilk kez galibiyetle yapan Fenerbahçe için bu günler, oldukça uzun bir zaman için son iyi günler oldu.
Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi’ne katılmaya niye mecburdu?
10 senedir kendi takımı Şampiyonlar Ligi’nden mahrum kalmış taraftar, yerel ligindeki ezeli rakiplerinin Şampiyonlar Ligi maceralarını izlemekten çok sıkılmıştı. Bunun getirdiği psikolojik baskı kesinlikle büyük bir etmendi, yine de asıl etmen değildi. Fenerbahçe batıktı ve Şampiyonlar Ligi gelirlerine muhtaçtı. 20 senelik başkanlığı döneminde Aziz Yıldırım’ın şeffaf bir finansal anlayış yürüttüğünü söylemek pek mümkün değildi. Son Mali Genel Kurullarda işlerin büyük ölçüde kötü olduğu artık itiraf edilmeye başlanmış olsa da, Fenerbahçe’nin açıkladığı borç rakamları Beşiktaş, Galatasaray ve hatta Trabzonspor’un açıkladığı borç rakamlarının yanında çok da göze çarpmıyordu. Aziz Yıldırım döneminde kulübe kazandırılan taşınmazlar da sürekli göz önüne çıkartılıyordu ve Fenerbahçe taraftarının kafasını uzun bir süre boyunca ekonomik durumlar meşgul etmiyordu. Ali Koç’un seçim kampanyası döneminde bu meseleyi dillendirmeye başlamasıyla belli bir farkındalık oluşmaya başlamıştı fakat kimse 25 Temmuz günü açıklanacak mali tabloyu görmeye hazır değildi. Doğrusu bu tablonun oluşturulabilmesi bile 1,5 ay sürmüştü.
621 milyon euro. Ali Koç’un devraldığı Fenerbahçe’nin borcu. Galatasaray’ın ve Beşiktaş’ın borçlarının toplamından daha fazla olan bu miktarın detayları, ilk açıklanmasından bir sene sonra geçtiğimiz günlerde yapılan Mali Genel Kurul’da bile, kulübü mahçup edeceği için hala bütün detayları açıklanamıyor. Bu aradaki kur dalgalanmalarından dolayı Türk lirası cinsinden eritilemeyen ve en az 1/3’lük ciddi bir kısmı kısa dönem ödemelere dayanan bu borç, Fenerbahçe’nin geleceğinde belirsizlik bulutları oluşturmaya devam ediyor.
Kronolojik sırayı koruyabilir miyiz?
Bursaspor galibiyetinden sonra Josef de Souza ve Giuliano’nun satışları getirdiği miktarlardan dolayı zorunlu satışlardı. FFP sınırlamaları altındaki Fenerbahçe’nin iki oyuncusuna yapılan toplamda 22 milyon euroluk teklifleri reddetme şansına sahip değildi. Bu satışlardan gelen kaynakla da, daha genç oyunculara biraz daha düşük maliyetlerle yatırım yapmak da kötü bir plan değildi. En azından kağıt üstünde öyle gözüküyordu. O günün koşullarında, Bursaspor maçını kazandıran oyuncuların satılmasının Cocu’nun kurduğu iskelette doldurulamaz bir boşluk yaratacağını tahmin etmek çok mümkün değildi. Zaten neredeyse bütün sezon boyunca olabilecek en kötü ihtimallerin gerçekleştiği Fenerbahçe’de, iyi bir risk yönetiminden bahsetmek çok mümkün gözükmüyor.
Bursaspor galibiyetini art arda gelen 3 mağlubiyet takip etti. Bu noktada mazeret üretmek çok kolaydı, zira formanın ağırlığına olan inanç işlerin mutlaka o kadar kötü devam etmeyeceği düşüncesini de birlikte getiriyordu. Konyaspor deplasmanında gelen galibiyet de içine girilmekte olan krizi gölgeliyor ve şanssızlık Fenerbahçe’nin en büyük düşmanı olarak gösteriliyordu. Bu sıralar yeni transferlerin şok edici performansları da henüz göze çarpmıyordu. Ali Koç, Phillip Cocu’ya tam desteğini açıklıyor ve işlerin değişeceğinin sözünü veriyordu.
Dinamo Zagreb’e karşı tarihi hezimetin kenarından dönüldüğü ve maç içinde ara ara Fenerbahçe’nin bütün kontrolü kaybettiği maç içerideki krizi derinleştirse de hala ders alınacak bir maç kategorisindeydi. Hemen ardından Beşiktaş’la içeride oynanan ilk derbi iki taraf için de pek bir gösterge teşkil edemedi. Phillip Cocu bu süreçte her maç farklı bir ilk 11 deniyor, sahaya çıkan oyuncularla birlikte formasyonu da değiştiriyordu. Takıma ilk imzayı attığı dönemlerde 4–3–3 oynatmayı sevdiğini açıklamış olsa da Fenerbahçe’nin kadro yapısının 4–3–3’e olan uyumsuzluğu onu farklı çözümler üretmeye itiyordu. Çözümler üretmek yerine çare aramak burada daha doğru bir tabir olabilir, çünkü değişikliklerin hiçbirinin 2 maç üst üste işe yaradığını gözlemlemek mümkün olmamıştı.
Rizespor maçı, taraftarla Phillip Cocu’nun arasını kalıcı olarak açan maç oldu. Dinamo Zagreb maçına benzer bir şekilde varlık gösteremeyen bir Fenerbahçe sahadan 3–0 yenik ayrılırken, Ali Koç bir başkandan alışılagelmedik şekilde özür dilemek için deplasmana gelen Fenerbahçe taraftarının yanına, tribüne gidiyordu. Türk futbol kamuoyunda karışık yorumlara sebep olan bu görüntüler aslında Cocu’nun günlerinin sayılı hale geldiğinin bir göstergesiydi. Zira o güne kadar Cocu’ya karşı kayıtsız şartsız desteğini esirgemeyen Ali Koç, taraftara karşı mahcubiyetini gizleyemiyor ve beraberliklerin takip ettiği haftalar sonucunda 3 senelik sözleşme imzaladığı hocası için en azından devre arasının bekleneceğini söylüyordu. Taraftardan yükselen Ersun Yanal sesleri ise her gün şiddetini artırıyordu.
Tam bu günlerde Ali Koç FB TV üzerinden yaptığı programda Türk futbolunun en sıradışı olaylarından birini açıklıyordu. Aykut Kocaman ayrıldıktan sonra, Aykut Hoca yeni bir takımla anlaşana kadar yardımcıları Fenerbahçe’de çalışmaya devam edecek ve geçiş döneminde yardım rolü üstlenecekken; takımı sabote etmekle suçlanıyorlardı. Ali Koç bu meseleyi aydınlığa kavuşturmak için düzenli yaptığı Camiaya Sesleniş programlarını beklememiş ve özel bir yayın tertip etmişti. Anlattığı olayların canını ne kadar sıktığı her halinden belliydi ve işin doğrusu, o kadar trajikomik örneklerden bahsediyordu ki aksi türlüsü de mümkün olamazdı. Profesyonel yönetim anlayışıyla örnek bir kulüp haline gelmeyi planlayan Fenerbahçe’nin soyunma odasına, kritik Beşiktaş maçı öncesi teknik direktörün kendi yardımcıları tarafından bir halı -gerçek bir halı- getiriliyordu. Sorulduğunda ise Cocu’nun maç sonunda cenazesinin halıya sarılacağı ifade ediliyordu. İddialara göre aynı yardımcılar takımı desteklemediklerini söylemekten çekinmiyorlar, önceki sezon verilerini Cocu’dan saklıyorlardı. Beklenmeden görevine son verilen teknik heyet üyeleri bütün iddialara cevap verebileceklerini açıklasalar da yönetimle görüşme talepleri kabul olmadı. Bu sabotajın arkasında kimin olduğu ise açıklanmadı.
Sabotaj haberleri Cocu’nun vadesini uzatmışa benziyordu. Hem taraftarın, hem de yönetimin gözünde o güne kadar adil koşullarda çalışmamış gibi gözüküyordu ve yeni bir şansı hak ediyordu. Ayrıca Slimani’nin akıllara durgunluk veren golsüzlüğü, Ayew’in bütün umutları yerle bir eden performansı, Benzia’nın istikrarsızlığı, Reyes’in yetersizliği, Frey’in yeteneksizliği, Jailson’un ve Barış’ın eksikleri kanıksanamamıştı. Yaz transfer döneminde transfer edilen hiçbir oyuncudan verim alınamıyor oluşu da sabotaj skandalıyla birlikte kendine anlam buluyor, önceki sezonun oyuncuları da aynı anlam bütünlüğüne dahil oluyordu.
Sivasspor beraberliğini takip eden Spartak Trnava galibiyeti işleri stabil bir seviyede tutsa da Phillip Cocu’nun hala herhangi bir probleme çözüm üretememiş olması artık kabullenilmesi zor bir noktaya gelmişti. Cocu’nun bütün kredisi tükenmişti ve artık hata alanı yoktu. Ankaragücü maçı da son hatası oldu. İçeride Ankaragücü’ne karşı efor dahi gösteremeden gelen mağlubiyet sonucunda, Phillip Cocu takım otobüsüne bile alınmadan takımdan yollandı.
Phillip Cocu’nun başarısızlığı kime yazar?
Açıkçası kimseye yazmaz. Geriye dönüp bakılınca o an Aykut Kocaman’la devam edilseydi Phillip Cocu’ya göre daha iyi bir performans göstereceği aşikardı. Fakat Aykut Kocaman gibi güçlü bir figür Comolli’yle nasıl anlaşırdı, bu durum yönetimle arasını nasıl etkilerdi, transferler nasıl şekillenirdi soruları düşünüldüğünde; orada da çok uzun ömürlü bir beraberlikten bahsetmek çok mümkün olmayabilirdi. Özellikle taraftarın Aykut Kocaman’la olan ilişkisi olası bir kriz durumunda bütün partileri daha çok yıpratabilirdi. Cocu yerine başka bir yabancı isim olsaydı diye düşünmek de bizi sınırsız bir olasılıklar havuzuna götüreceği için bir çözümleme yapmak mümkün değil. Aykut Kocaman harici yerli hocalara kapı kapatılmasıyla birlikte, 28 Ekim akşamı yaşananlar bir noktada kaçınılmaz bir hale geliyor. Cocu tercihinin ilk başta da riskli bir tercih olduğu gözüküyor, fakat söz konusu takım Fenerbahçe olduğunda risklerin boyutunun küme düşme hattına kadar ulaşacağı ön görülemiyor. Cocu’nun gönderilmesi için optimal bir tarih belirlemek zor ama bardak taşmadan kulüpten uzaklaştırıldığı ve çözüm arayışına girildiği söylenebilir.
Cocu’nun ayrılmasıyla takımın başına geçici olarak Yardımcı Antrenör Erwin Koeman geçti. Fenerbahçe’de dümen yine bir Hollandalının elindeydi. Komuta 8 resmi maç süresi boyuncu Koeman’da kaldı ve bu sürecin başlarında Koeman’ın sezon sonuna kadar devam etmesi ciddi bir şekilde masanın üstündeydi. Özellikle ilk resmi maçı olan olaylı Galatasaray derbisinde 2–0’dan geriye dönmeyi başarması ve ardından gelen Alanyaspor galibiyeti Koeman’a can suyu vermişti. Daha sonrasındaysa sorunlara çözüm üretmede yetersiz kalan Koeman, Cocu’nun kaderini izledi. Fenerbahçe’yi teslim ettiğinde, şu an hayatta olan sanıyorum bütün Fenerbahçe taraftarları takımlarını hayatlarında ilk kez ligin dibinde görüyorlardı. Birçokları bunun bir olasılık olduğunun bile farkında değildiler. Rekabet seviyesi oldukça yükselen Süper Lig’de artık formanın oynatmaya yetmediğinin bir göstergesi olmuştu Fenerbahçe. 4 sene sonra ligin zirvesinde bıraktığı Fenerbahçe’ye ligin dibindeyken geri dönüyordu Ersun Yanal.
Erwin Koeman’ın başarısızlığı kime yazar?
Önce Comolli’ye, sonra da Ali Koç’a ve yönetim kuruluna yazar. Fenerbahçe’nin sportif direktörü acil durumlara karşı daha hazırlıklı olmalıdır. Phillip Cocu’nun ayrılığı sonrası hızla yeni bir teknik direktöre panik karar vermemek doğrudur fakat 3. resmi maçından itibaren bu işi kaldıramayacağını belli eden bir ismi 5 maç daha takımın başında tutmak ve zaten yeterince büyümüş krizi daha da büyütmek açık bir hatadır. Comolli ülkemizin futbol dinamiklerine yeterince hakim olmadığı için daha profesyonel bir bakış açısından karar vermekte gecikmiş olabilse bile bu ülkenin futbol ikliminde yetişmiş Ali Koç, taraftarın Ersun Yanal isteğine göz göre göre bu kadar direnmekte hata yapmıştır. Gecikerek de bütün kontrolü Ersun Yanal’a vermiştir. Sezon içinde daha önce açıklamadığı bir sebepten ötürü taraftara Ersun Yanal ismini unutmasını öğütlemesi, fakat en sonunda mecbur kalması; kanaatimce başkanlık sürecinin ilk hatasıdır. Fakat hata Ersun Yanal’ı getirmeyeceğini söyleyip getirmesi değil; karar aşamasını bu kadar yavaş tutup kendini mecbur bırakması, krizin daha da büyümesine göz yummasıdır. Cocu’ya verilen ekstra şanslar anlaşılabilir olmakla birlikte, daha önce kariyerinde teknik direktörlük yapmasına rağmen bu konuda başarılı olamadığı için yardımcı antrenörlüğe dönen Koeman’a fazlasıyla ekstra şanslar vermek anlaşılabilir değildir. En son gelinen noktada tek tercih şansı Ersun Yanal haline gelmişti, zira kulübün başka bir ismin başarısızlığını kaldırma şansı artık kalmamıştı. Geç de olsa Ersun Yanal’la anlaşmak kulübe bu krizi bir fırsata çevirme ve kriz ortamından momentumla çıkma şansı verebilirdi. Öyle de oldu. Fenerbahçe taraftarının ümitleri bir kez daha yeşeriyordu.
Phillip Cocu’nun göreve gelirken kabul ettiği büyük mücadele, Ersun Yanal geldiğinde de geçerliydi. İlk yarının bitimine 2 hafta kala 17. sırada yer alan Fenerbahçe, BB Erzurumspor maçı öncesi 18.’liğe düşmüştü. Elindeki kadro, en son sahip olduğu 2014 kadrosundan bambaşka özelliklere sahipti ve görünüşe göre Haziran ayından beri bir arpa boyu ilerleyememişti. İdeal bir ilk 11’den bahsedilemiyordu, bütün oyuncuların form durumu dipteydi. Stres hat safhadaydı ve yapılacak çok iş vardı, her şeye baştan başlamak gerekiyordu.
BB Erzurumspor şüphesiz öyküsü olan maçlardan biri oldu. Taraftarın özlemle beklediği Ersun Yanal doğum gününde Kadıköy’e dönüyordu. Tribünlerde belki de sezon başından daha yoğun bir heyecan vardı, Ersun Yanal tezahüratları güneşli bir kış günü Fenerbahçe için yeni bir ışık olabileceğini müjdeliyordu. Oyuna hızlı başlayan Fenerbahçe ilk yarının belli bölümlerinde resital sunuyor, 45 dakikayı 2–0 önde kapatıyordu. Taraftar Bu kadar kolay mıydı? sorusunu kendisine sorarken, uzun zaman sonra kendi evlerinde mutlu olmanın keyfini çıkarıyordu. İkinci yarıdaysa her şey tersine döndü. Enerjisini kaybetmiş Fenerbahçe oyun planını da kaybediyor ve Erzurum’un beraberliği bulmasına engel olamıyordu. Taraftar öfori halini terk ederken bu sezon asla o kadar kolay olmayacağını bir kez daha sindiriyordu. Yine de başlangıç için kötü bir adım atılmamıştı. Bu takımdan da olabilirdi.
Takibindeki Antalyaspor maçı da büyük bir heyecana sahne olmadan beraberlikle bitti ve Fenerbahçe tarihinde ilk kez ligin ilk yarısını küme düşme hattında, en dipten sadece bir basamak yukarıda tamamladı. Devre arası kampına gidiliyor ve ikinci yarı hazırlıkları başlıyordu. Comolli Süper Lig, Ali Koç da başkanlık konusunda biraz daha tecrübeliydi ve bu noktada atılacak adımlar konusunda daha dikkatli olunmalıydı. Ligin ilk yarısı bittiğinde herhangi bir yaz transferinden verim alınamamıştı ama takımın eksikleri aynı oyuncu grubuyla riske edilemeyecek kadar fazlaydı. Ersun Yanal’ın da sürece dahil olmasıyla ihtiyaç görülen noktalara transferler başladı. Victor Moses, Miha Zajc, Tolgay Arslan, Serdar Aziz ve Sadık Çiftpınar takıma katıldı.
Transferler doğru muydu?
Devre arası için ideal sayılabilecek transferler denmesi yanlış olmaz. Doğru mevkilere iyi oyuncular transfer edilmeye çalışıldı. Miha Zajc harici transferlerde bir Comolli etkisinden söz edemiyoruz, fakat henüz uzun soluklu bir scout ekibi oluşturamamış ve risk faktörünü düşük tutması gereken bir sportif direktörden daha farklı bir transfer dönemi beklemek çok adil olmaz. Ligin sonuna gelinip bakıldığında özellikle Zajc, Sadık ve Tolgay bekleneni verememiş gibi gözükseler de önümüzdeki dönemlerde form grafiklerini tahmin etmek çok kolay değil. Değerlerini kaybetmedikleri sürece bütün transferlerin, yaz transfer döneminde gelenler aksine Fenerbahçe rotasyonuna uygun oldukları doğru bir yorum olur.
Ara döneminde takım içi enerji oldukça yükseliyor, takımın özgüveni yenileniyordu. Ersun Yanal taraftara ikinci yarının liderinin Fenerbahçe olacağının sözünü veriyor, takımın ligin ilk yarıya göre daha emin ellerde olacağını hissettiriyordu. Yeni transferler hızlı bir uyum sürecine girmiş gibi gözüküyordu ve takım ikinci yarıya hazırdı.
Her ne kadar ilk hafta gelen Bursaspor beraberliği ve özellikle ikinci yarıda Bursaspor’un oyununu Fenerbahçe’ye kabul ettirmiş olması enerji düşüklüğüne sebep olmuş gibi gözüküyorduysa da, bir sonraki hafta Fenerbahçe’yi evinde yine dolu tribünler bekliyordu.
Tribünlere övgü yok mu?
Mutlaka var. Fenerbahçe’nin en zor sezonlarından birinde, bütün çalkantılara rağmen Fenerbahçe taraftarı hem içeride, hem de dışarıda takımını hiç yalnız bırakmadı. Normalde Süper lig taraftarından beklemediğimiz bu özveri; sezonun başından sonuna bitmeyen bir ümit kaynağı bulunması veya rekor sayıda satılan kombineye yorulabilir. Bu noktada taraftarın başarı endeksli olmaması ve günün sonunda kulüplerini desteklemek için önceki kızgınlıklarını terk edebilmeleri Fenerbahçe’nin bu sezon diğer kulüplere örnek olabileceği tek konu oldu. Futbolcuların ıslıklandığı, formayı çıkarmaya davet edildikleri anlar olsa da bunları kötü taraftarlık tanımına almadan sezonun gidişatını da hatırlamak gerekiyor. Nitekim, bu gidişatta Yeni Malatyaspor ve Göztepe maçlarında dolu olan stat; o maçların öyküsünü kesinlikle etkiledi.
Üst üste gelen iki galibiyetle momentumu yakalamış gibi gözüken Fenerbahçe, Kayseri mağlubiyeti ve Konya beraberliğiyle Beşiktaş derbisine tekrar acabalar içinde gidiyordu. Tam derbi öncesi Zenit’e basit bir şekilde kaybedilen maç ve tur da yardımcı olmuyordu. Devre arası gelen özgüven takviyesi büyük ölçüde yitirilmişti ve bu maç Fenerbahçe’ye enerji veren tek gerçeklik kulübün DNA’sına işlenmiş derbi performansıydı. Maçın ilk yarısında da, açıkçası DNA’dan bahsedebilmek pek mümkün değildi. İkinci yarıya 3–0 geride başlayan Fenerbahçe’nin daha fazla kaybedecek bir şeyi yok gibi gözükürken Beşiktaş’ta rehavet hissediliyordu. İlk golle maça tekrar dahil olan Fenerbahçe’nin ikinci golden sonra beraberliği bulacağından kimsenin şüphesi kalmamıştı. Son yılların en unutulmaz derbisi Dolmabahçe’de geride kalırken Fenerbahçe tekrar momentumu yakalama fırsatı bulmuştu. Futbolcular başarmak istediklerinde başarabildiklerini görmüştü.
Kadıköy’deki Rizespor maçı bu durumun farkında olarak oynadıklarını hissettirdikleri bir maç oldu. Ligin bitimine 10 hafta kala, lig genelindeki yakın puan durumunun da etkisiyle Fenerbahçe taraftarı Avrupa hesapları yapıyordu. Fakat Fenerbahçe taraftarının artık yoğurdu üfleyerek yemeyi öğrenmesi gerekiyordu, zira Rize maçının devamında gelen beş haftalık performans Fenerbahçe’yi hala küme hattından uzaklaştıramamıştı.
Galatasaray’dan bahseder misin artık?
Ali Koç yönetimiyle birlikte gelen beklentilerden biri de gerginliğin azalmasıydı. Fenerbahçe, Fenerbahçeliler hariç kimsenin sevmediği bir kulüp haline gelmişti ve bu durum bir şekilde Fenerbahçe’nin motivasyon kaynaklarından biri haline dönüştürülmüştü. Ya Fenerbahçelisindir, ya da Fenerbahçe düşmanı felsefesi özellikle 3 Temmuz sonrasında motto haline gelirken; Fenerbahçe hem yönetimler, hem futbolcular, hem de taraftarlar seviyesinde herkesle kavgayı sürdürüyordu. Aziz Yıldırım’ın uzun dönemde iyi ilişkiler yürüttüğü bir kulüpten pek bahsedememekle birlikte Galatasaray ile diyaloglar başkan fark etmeksizin hiçbir zaman iyileşmiyordu. Ali Koç’la birlikte bu durumda bir değişiklik beklemek normaldi, zira seçim kampanyasından itibaren iyi iletişim kuran bir yönetim sözü veriyordu. Galatasaray’la ilişkiler iyileştirilmeli, dostluk güçlendirilmeliydi. Nitekim başkan olduktan sonraki ilk duruşu da bu tavrı destekliyordu. Futbolun Süperleri ödül töreni öncesi kırmızı halıda 4 büyükler ve Başakşehir’in başkanları TFF Başkanı Demirören ile bir araya gelirken karşılıklı dostane mesajlar veriliyordu. Öncelik Türk futboluydu.
Fenerbahçe ve Galatasaray’ın birbiriyle uğraşmaması ütopik bir durum olurdu, mutlaka çıkarlar çatışacak ve sinirler gerilecekti. Kurulduklarından beri aynı hedefler için biribiriyle mücadele eden iki kulübün olağanüstü durumlar haricinde (bkz. Gezi), samimi bir şekilde kol kola girmesi mümkün olmasa da; açıkçası ilk maçın ardından tansiyonun bu kadar yükselmesi o kadar da beklendik değildi. Son dönemdeki Galatasaray başkanlarının en ağır başlısı ve hiçbir şey değilse bile Aziz Yıldırım olmayan Ali Koç’un ilk karşı karşıya gelişinde seviye daha öncekilerden yüksek olamadı. Bu noktada uzun uzun ne oldu, ne bitti, PFDK kime ne kadar ceza verdi, kimi es geçti tartışmasına girmek istemiyorum; zira seviye bu kadar düştüğünde artık kimin haklı, kimin haksız olduğunun önemi kalmıyor. Ali Koç ve Fenerbahçe, uğradıkları ithamlar sonucunda cevap haklarını kullandılar. Fakat onların açıklamaları da Galatasaray cenahına cevap hakkı doğurdu. Aynıları tekrarlandı, tekrarlandı, tekrarlandı. Kadıköy’deki derbiye gelindiğinde henüz iki tarafın da siniri soğumamıştı. Ateşe yeni odunlar atıldı ve devam edildi. Bugünlerde hala iki kulubün mensuplarının atışmaları devam ediyor. Fenerbahçe taraftarları için Fenerbahçe’nin, Galatasaray taraftarları için Galatasaray’ın haklı olduğu bu tartışmalarda objektif bir duruş almak çoğu zaman kolay değil. Özveri ve sağduyu eksikliği yolumuzu tıkıyorken devam etmemiz pek mümkün değil.
Kulüpler Birliği meselesi vardı bir de?
Geçtiğimiz Kasım ayında Galatasaray-Konyaspor maçının sonları yaklaşırken, o zamanlar Galatasaray stoperi Serdar Aziz’in temiz müdahalesi VAR’a rağmen penaltıyla cezalandırılıyordu. Maç sonrası Galatasaraylı yöneticiler zehir zemberek açıklamalar yapıyor ve sürecin devamında, MHK maçın orta hakemi ve VAR hakemi Halis Özkahya ile Hüseyin Göçek’i dinlendirme kararı alıyordu. Bunu takip eden süreçte, başta 17 denilen fakat Galatasaraylı yöneticilerin yine zehir zemberek açıklamalarının ardından düşen bir sayıda -en son noktada kaç olduğundan emin olması zor- Süper Lig kulübü bir araya gelip Kulüpler Birliği adına hakemleri savunan bir bildiri yayınlıyordu. Her ne kadar bu bildirinin arkasındaki sorumluluk imzalayan taraflar arasında eşit bölünse de, Fenerbahçe ve Başakşehir bildirinin savunucuları olarak ortaya çıkan iki takım oldular. Derbi sonrası henüz soğumamış Galatasaray-Fenerbahçe atışması tekrar ısınıyordu.
Çok fazla bakış açısı bulunduran bu süreçte en temel sıkıntı ülkemizde VAR’ın efektif kullanımının bir türlü hayat geçememiş olması. Bir önceki sezon henüz VAR gelmeli mi? tartışması yaşanırken yazdığım yazımda, daha adil ve eşit bir oyun için VAR’ın gerekli olduğundan bahsetmiştim ve insan faktörünü azalttığı argümanına karşı çıkmıştım. Aynı görüşlerimi hala koruyorum fakat o zamanlar tahmin edemediğim bir ekleme yapmak istiyorum: doğru kullanılan VAR’a ihtiyacımız var. Bu eklemeyi yapma ihtiyacımı bile garipsiyorum, bu kadar net bir teknolojiyi bir sene boyunca hakemlerimiz nasıl oturtamadı anlamakta zorlanıyorum. Mevzubahis maçtaki pozisyonu izleyen hakemlerin VAR’a rağmen nasıl penaltı olarak kararlaştırdıklarını idrak edemiyorum, bundan dolayı da MHK’nın dinlendirme kararını doğru buluyorum. Galatasaraylı yöneticilerin maç sonu şiddetli açıklamalarını ve baskılarını, kendi başlarına geldiğinde yapmayacak bir yönetici grubunun Türk futbolunda olduğunu düşünmüyorum. Kulüpler Birliği Bildirisi’ni yazan ve imzalayan kulüplerin de bu bildiriye rağmen hakemlere sezon boyu yüklenişi bu durumu kanıtlar nitelikteydi.
VAR’ın kullanımı yanlış. Bu şekilde bir kullanım adil oyuna katkı yapmıyor, zarar veriyor. Galatasaray’ın açıklamaları, her şeye rağmen yanlış. Hakemler de Türk futbolunun bir parçası ve eleştiri dozu kaçtığı zaman zarar sadece hakemlere değil, topyekün Türk futboluna geliyor. MHK’nın kararı yanlış. Birçok takım VAR uygulamalarına rağmen hakları yendiğine dair açıklamalar yaparken, maç hakemlerini dinlendirme kararını sadece Galatasaray’ın açıklamalarının ardından alması Kulüpler Birliği Bildirisi’ne zemin hazırlıyor. Kulüpler Birliği Bildirisi yanlış. Bu bildirinin partileri, kendileri bu bildiriye uymayarak bildirinin samimiyetini yok ettiler. Böylesi bir bildirinin, bir alt metne ihtiyacı yoktu.
Bütün süreç hatalarla dolu ve Ali Koç bu sürece ortak olarak, bana göre başkan olduktan sonraki ikinci hatasını yapmıştır. Bu bildirinin deklare edilmesinde katkısı, sezon boyu Fenerbahçe aleyhine olan hakem hatalarında kendi argümanlarını zayıflatmıştır. Süper Lig’in temiz olmadığı aşikarken, TFF Yönetimi ve MHK uzun zamandır eleştiri oklarının hedefiyken; Galatasaray’a meydanı bırakmamak için yapılan hamleler uzun vadede Fenerbahçe’ye bir getiri sağlayamadı.
Küme düşme hattına geri dönebiliriz…
Ligin bitimine 5 hafta kala Fenerbahçe Kadıköy’de Trabzonspor’u ağırlıyordu. 22 yıldır burada galibiyet alamamış Trabzonspor, ligin ilk yarısında ezerek kazandığı rakibi karşısında yine galibiyet hedefliyordu. Maça da hedeflerine uygun başlayan Trabzonspor öne geçen taraf oldu ve maç boyu üstünlüğünü sürdürdü. Maç sonlarına doğru hareketlenen Fenerbahçe, bir şekilde golü buluyor ve Kadıköy’deki yenilmezlik serisini sürdürüyordu. Bu maçla birlikte rekorların takımı Fenerbahçe, bir sezon boyunca bütün derbilerde geriye düşen taraf olma rekorunu kırıyordu. Geç gelen gol, futbolcularda ve o an için taraftarda büyük bir sevince sebep olmuş olsa da tehlike çanları hala çok yakından çalıyordu. Fenerbahçe’nin rekorlarına yeni bir tanesini eklememek için artık hata payı kalmamıştı.
Sezon boyu ortaya çıkması beklenen büyük takım duruşu da tam olarak bu noktada ortaya çıktı. Fenerbahçe mutlak iyi oynayan taraf olmasa dahi kalan 4 maçından galibiyetle ayrılıp ligin bitiminde altıncı sıraya yerleşiyordu. Az daha Avrupa’ya gidiyorduk illüzyonuna düşen taraftar ise dört hafta öncesini çabuk unutuyordu. Yüz kızartıcı sezon o kadar yüz kızartıcı bitmemiş olsa da, umutla beklen başkanın sonunda geldiği Lefter Küçükandonyadis Sezonu’nun hikayesini kimse böyle yazmazdı.
Atladığın şeyler yok mu?
Ersun Yanal’ın hemen akabinde kulübe geri dönen Volkan Ballı futbolun İdari Menajeri oluyordu. Sezonun kalanında Samandıra’nın kontrolü ondaydı, Comolli’nin bu konuda yetersiz kaldığı düşünülmüş ve yetki alanı daha da darlaştırılmıştı. Koeman’ı dövmeye kalktığı için kadro dışı kalan Kaptan Volkan Demirel de Ersun Yanal sonrası affedilmiş ve ilk yarıyı kadro dışı geçirmiş olmasına rağmen kendi özel antrenörleriyle çalışıp ikinci yarıya takımın en güçlüsü olarak dönen Nabil Dirar sezonun incilerinden olmuştu. Sezona iyi başlayan ve iyi kapatan Eljif Elmas, teknik direktör bilmecesi esnasında en çok kan kaybeden futbolculardandı. Kendine uygun görevlerle eşleştiğinde çalışkanlığını oyuna katkı olarak geri döndüren Eljif, muhtemelen Fenerbahçe’de son sezonunu geçirdi. Ozan Tufan, Sergen Yalçın tarafından futbola geri döndürüldü ve Fenerbahçe tarafından tekrar yutulmaya hazır. Sezon başı protestoların hedefi olan Hasan Ali Kaldırım kaptanlık sıfatına yakışır bir sezon geçirdi ve milli formayla Mbappe’ye kanat değiştirterek kariyer zirvesini yaptı. Sezon sonuna gelindiğinde yaz transfer döneminde takıma katılan oyunculardan sadece Harun, Jailson ve Ayew rotasyonun içindeydi. Sözleşmeleri otomatik uzamasın diye oynatılmadıkları iddia edilen Soldado ve Valbuena, ikinci yarı kazanılan puanlara en çok katkıyı veren isimler oldular ve takımdan ayrıldılar.
2018–19 Sezonu Ali Koç’un planladığı geçiş sezonu olamadı. Transferlerin çoğunun beklenen katkıyı veremesi ve sezon sonu itibariyle ayrılan isimlerle, yeni sezona girilirken hala yeni bir takım omurgası tam olarak kurulamadı. Avrupa biletinin de alınamamasıyla olası bir FFP cezasının bu sezon savuşturulması sağlanamadı. Yine de her şeyin ötesinde, bu sezon yeni Fenerbahçe yönetiminin tecrübe kazanması için önemliydi. Futbolda A takımı için tatmin edici bir sonuç gelmese de, mutfağa olan yatırımlar hız kesmeyerek önümüzdeki senelerde hayal edilen hedeflere ulaşılması yolunda çok önemli. Altyapının başına geçirilen La Masia çıkışlı David Badia, Comolli tarafından kurulan yeni scout ekibiyle birlikte öncelikli olarak yerli genç futbolcuları Fenerbahçe renklerine bağlıyor. Gerekli sabır gösterildiği takdirde ve yeni altyapı tesisleriyle doğru imkanlar sağlandığında, Fenerbahçe’nin ve Türk futbolunun sonunda sürdürülebilir başarı kaynağı bu çalışmalar altında yatıyor.
Bundan sonra ne olacak?
UEFA’nın FFP kararını beklediğini açıklayan Fenerbahçe, bu sene transfer döneminde daha akılcı davranmak zorunda. Fenerbahçe’nin maalesef geçiş sezonu olarak kullanabileceği bir sezonu daha yok. Yapılan transferler artık takımda kendine yer edinmeli ve sözleşmesi devam eden ama fi tarihinden beri katkı vermeyen oyunculardan artık vazgeçilmeli. Gençler üstüne bir takım kurup tecrübeli oyuncularla desteklemek fikri kağıt üstünde güzel olsa da yine bir alakasız oyuncular bütünü oluşturulmamalı. Benzer ekollerden gençler tercih edilmeli. Tecrübeli oyuncular aranırken form grafiği düşüşte oyunculara yatırım yapılmamalı, ligimizden alt seviye liglerden oyuncular transfer edilirken maliyet/risk hesabı çok iyi yapılmalı. Az maliyetli transferler güncel finansal durumu kolaylaştırsalar da, olası bir başarısızlığın uzun vadeli gelir kaybı daha büyük olabiliyor. Fenerbahçe maddi ve manevi açıdan -gerçek anlamıyla- kredilerinin çoğunu tüketmiş durumda. Yönetim her şeye rağmen günü değil geleceği kurtarmalı, onları yönetime getiren vaadlerini unutmamalı.
Finans demişken, Fenerbahçe dileniyor mu?
Hayır, dilenmiyor. Öyle yada böyle Fenerbahçe şu an Dünya’nın en borçlu kulüplerinden biri. Bu borcu Ali Koç yapmadı, fakat kapatmak içine elinden geleni yapıyor. Bu borcu taraftar da yapmadı, fakat bu borcun yapılmasına her zaman alkış tuttu. Fenerbahçe uzun süredir futbol şubesi için sahip olmadığı parayı harcıyor ve bunu kabullenmiyordu. Bu durumun değişmesi için ilk basamak kabullenişti. Kabulleniş gerçekleşti ve artık çareler üretilmesi gerekiyordu. İlk çare olarak Ali Koç kendi servetinden 50 milyon doları, başkan seçildiği Genel Kurul’da taahhüt ettiği üzere kulübe hibe etti. Daha sonrasında diğer yönetim kurulu üyeleriyle sermaye artırımı yapıldı. Borçlar hala uygun olan kredi opsiyonlarıyla, yönetim kurulu üyelerinin kefil olmasıyla yeniden yapılandırılmaya başlandı. Ülkenin mevcut ekonomik koşullarından dolayı özellikle yabancı sponsorluklar bulmak çok zorken, Ali Koç Koç Holding şirketlerini bütün branşlarda öncü sponsorlar yaptı. Sponsorluklarla birlikte 140 milyon dolara yakın para kulübe sokuldu. En sonunda da uzun zamandır planlanan WinWin projesi hayata sokuldu. WinWin projesi, kulübün altında olduğu maddi külfeti elbirliğiyle hafifletmeyi amaçlayan bir projeydi. Özellikle FFP anlaşmasındaki koşullara uyulması için bir arayol olabileceği öngörüldü.
WinWin birçok seviyesiz ve temelsiz eleştiriye maruz kalan bir proje. Elmalar ve armutlar birbirine karıştırılıyor. Özellikle havuz medyasının spor ayağı, Ali Koç’a geldiğinden beri uyguladığı itibarsızlaştırma çalışmalarına devam ediyor. Ali Koç’un takımın parasını har vurup, harman savurduğu; şimdi de cezayı taraftara kestiği iddia ediliyor. FFP koşullarına uyan bir Fenerbahçe’nin en başında bonservis mevzusunda ekstradan sahip olmadığı bir parayı harcama şansı yok. Maaş bütçesi önceki senelere göre daha dengelenmiş durumda. Mutlaka bonservisini karşılayamamış veya hak ettiğinden fazla maaş alan futbolcular var, fakat bunlar futbol ekonomisinin bir parçası. Yanlış kararların da çoğunlukla Ali Koç öncesi verilmiş olması cabası. Ali Koç da sezon sonu değerlendirdiğimizde transfer bütçesini her zaman en doğru oyunculara aktaramamış gibi gözüküyor ama sezon başında bunu kimsenin ön göremediğini hatırlamak gerekli. Slimani ve Ayew, eleştirilerden en uzak transferlerken bugün Ali Koç’un çarçur ettiği para olarak lanse edilmeye çalışılıyor. Hala Edin Dzeko haberlerinin peşinden giden birinin, WinWin projesini eleştirme hakkı yoktur. Kimse kimsenin parasını zorla almıyorken; Dünyadaki diğer bütün meselelere yapılan yardımla, insanların sevdikleri kulübe yardım etmesini kıyaslamak hiçbir koşul altında mantıklı değildir.
Futbol takımının şu anda sahip olduğu ekonomik koşulları; bozanların değil, devralanların düzeltmek zorunda olması adil değil. Fakat şu anki kulüpler kanunumuzda bunun önüne geçen bir durum yok. Yarınlar düşünülmeden geçen on yıllar bizi bugün olduğumuz yere getirdi ve dükkanı kapatmayacaksak, çözüm bulmak zorundayız.
Basketbol ve diğer branşlar?
Ali Koç yönetimi yapması gerekeni yaptı şeklinde özetlenebilir. Detayını şimdilik Baskettopu ve Voleytopu yazarları düşünsün.
Bütün yazıyı okudum, 2 tane hata için mi bi’ ton laf anlattın?
Ali Koç’un minör seviyede hataları olmuş olsa da bunların hiçbiri kulübün uzun vadede iyiliğini etkileyebilecek düzeyde değildi. Koeman ve Kulüpler Birliği Bildirisi konularıysa bütün sezona sirayet etti. Yazıda şu ana kadar bahsetmediğim ve başlı başına bir yazı konusu olan yabancı sınırı konusunda, eğer sonuna kadar karşı çıkmazsa üçüncü ve en büyük hatasını yapacağını düşünüyorum. Maalesef Nihat Özdemir’e verilen destek ve kış transfer dönemi sonrası yaptığı açıklamalardan dolayı kendisinin bunu bir hata olarak görmediğini sezinliyorum. Bu transfer dönemiyle birlikte gelecek yanlış transferler de artık Comolli’yle birlikte direkt olarak Ali Koç ve yönetim kuruluna yazacaktır. Olası bir Ersun Yanal krizi de benzer dinamiklere sahip olacaktır. Ersun Yanal’ın Fenerbahçe’yi istenilen yola sokamaması gerçekçi olmak gerekirse ciddi bir ihtimal ve böyle bir durumda yeni bir yol haritası çizmek için ateşin bacayı sarmasını beklemek yeni krizlere yol açacaktır.
Yazarın notu: Benim hata olarak nitelendirdiğim hamleler sayın Ali Koç’un, ona ve kulübe pozitif dönemeyen hamleleridir. Ali Koç’un bunları benden çok iyi daha tarttığı ve tecrübesiyle daha derin gördüğü aşikar. Hatalarını bulmak benim haddime değil.