Durankalpex

Ahmet Turan Köksal
Ayasofya
Published in
9 min readMay 9, 2020
Açık mavi olanlar Durankalpex…

Ananem için, ailesi çok zenginmiş derlerdi. Dedem yemiş hepsini. Haydi canım oradan, inanmam. Klişe bir köy efsanesi…

Zengin kızın gönlüne girip, beş parasız halde onu alıp, yakışıklı olduğu kadar bir baltaya sap olamamış damat dedikodusu her köyde muhakkak bir tane vardır. Bizimkisi doğru olamayacak kadar abartılıydı zaten. Hem bir dakika yahu, köy yerinde, ailede oğlan evlatlar varken, kim kıza miras bırakır ve “hakkındır kocan istediği gibi yesin” diye ekler… İmkânsız. Hem de Anadolu’nun otuzlarında, kırklarında, ellilerinde ve hatta bindokuzyüzaltmışlarında…

Dedem ve ananem, ben kendimi bildim bileli, hep yoksulluk içinde yaşadılar. Sonra bir kere bile ananemden, dedem hayatta oluğu zamanlarda dahi, “Saçımı süpürge ettim, yoksulluk canıma tak etti, o kadar malım mülküm vardı hepsini yedin, bitirdin” diye, numunelik de olsa bir serzeniş de duymamıştım. Ananem ya kocasına delicesine âşık bir Anadolu kadınıydı ya da gerçekten dünyada hiçbir şeyi umursamıyordu.

Bir gün DSİ, sözde dedemin satıp da yemediği yani bir şekilde kıyıda köşede unutulmuş kalmış, ufak bir arsanın ortasından sulama kanalı geçirince, bizim gidip imza vermemiz gerekti. Ananemden bize kalan yegâne taşınmazdı bu. Efsane doğruysa, dedem bunu gözden kaçırmış ve belki de o zaman para etmediği için bu ufacık mülke tenezzül etmemiş. Devletin bize verdiği, vereceği para, memlekete uçak bileti ve konaklama masraflarına bile yetmiyor. Fakat ben inat ettim, gidelim ananeden kalmış toprakla hiç değilse ilgilenmiş olalım diye zorladım. Tekne kazıntısı olduğundan, yaşı yaşıma yakın olan dayımla bilet aldık, yeni yapıldığı halde içi dökülen havalimanına indik ve bir araç bulduk, kiraladık. Şantiyecilerin kiraladığı, her tarafından ayrı sesler gelen dizel ve döküntü bir araç verip kazıkladılar bizi. Depoyu boş teslim aldık, mazot koyan pompacı da bizi yanlış anladı ve neredeyse fulledi depoyu. “Neyse” dedik, “bol bol gezeriz memleketi”.

İlk gün resmi dairelerdeki evrak işimiz bitti, sonra ananemi, dedemi ve hatta onların ailesini tanıyan konuşkan ve kıraathanede sıkılmış dedelerden birini aldık arabaya, dağ taş geziyoruz. Rehberimiz bize etrafı gösterirken,

- Teee şu ilerideki topağacı gördün mü?

Biz havaya çoktan girmiştik.

- He, gördük

- Hah işte o ağaçtan, Kızılırmak’a kadar olan arazi var ya

- Heee, var.

- İşte bu böylece tüüüümmm arazi sizindi, ananenizin Zeynephatun’undu.

Yahu gösterdiği yer en az 40–50 dönüm. Dedim ki, çok gezdirdik amcayı, araba ortalama seksen kilometre hızla gidiyor, bu yüzden belli ki mesafeleri ölçemiyor, abartıyor. Biraz ilerde başka bir devasa araziyi aynı şekilde tarif etti. Oralar, şuralar, buralar hep bizimmiş, iyi mi? Deden, tüm bu yerleri, tek tek, üç kuruşa sattı, beş kuruş verene bile vermedi diyor. “Senin tansiyon ilacı saatin gelmiştir” diye dedeyi evine bırakıyoruz. Ertesi gün bir başka dedeyi rehber olarak alıyoruz, o da neredeyse aynı yerleri, aynı kuruşlar üzerinden değerlendiriyor ve bize dedemizin hayattaki tek özelliğinin, “yok pahasına arazileri elden çıkarmak” olduğu konusunda ısrarcı oluyor. Bakın bu rehber dedeler, kendi aralarında sözleşmiş olsalar dahi bu kadar benzer detaylarda bilgi veremezler. Evet, anlaşıldı ki gerçekten bütün malı mülkü dedem yemiş.

Sonra nedense, dedemin hep incecik olan bedeni aklıma geliyor. Onlara yatıya kaldığımızda, taş sertliğinde ve uzunluğu bir buçuk metreyi geçen yastığa kafamızı koyup, ananem takribi otuz yedi kilo ağırlığındaki, naftalin ve küf kokan, kenarları orijinalinde kırmızı, şimdiyse solmuş, turuncu saten işli yorganı üstümüze sererken, dedemin bel ağrısını kesen(!) beline defalarca sarılmış kuşağını döne döne çıkartmasını izlerdik. Göründüğünden daha da inceymiş ağamız ve o kuşağı çıkarmak için kırk kere dönüyor da nasıl başı dönmüyor diye hayret ederdik. Fakat onun hayatında bir an bile aklı başında olmamış ki, o kadar malı mülkü yok pahasına satmış, kuşağını çıkartırken arka arkaya birkaç defa etrafında döndü diye gitmiş olsun.

Dedem göçtü gitti, günahıyla, sevabıyla. Kocasının vefatından önce de sonra da ananem şu hayatta maddi açıdan hiç rahat yüzü görmedi. Buna rağmen mutlu olmasını ve en azından iyi bir kız evlat yetiştirdiği (benim annem) ve onun da iyi bir erkek evlat sahibi (ben), hayatında başına gelmiş en iyi şeylerden biri (hayırlı torun) olmayı çok isterdim.

Ananem on çocuk doğurmuş, beşi hayatta kalmış. Küçükken bizde kaldığında birkaç şey hatırlarım. İlki bana ördüğü kazaklardı… “Haraşo” kelimesini ondan duymuştum ilk (meğerse Rus kökenliymiş ve “iyi, güzel” demekmiş) sonra bizim evde bir akşam yemeği için paça yapmıştı, hiç unutmam ayakları önce piknik tüpte tütsülemişti. Hayvan ayağından çorba yapılması o yaştaki ben için felsefi ve psikolojik etkilerde bulunmuş olsa gerek. Fakat çorbanın lezzetini tarif edemem. Dedem vefat edince yalnız kalmıştı ya, Diliskelesi’nde bir gecekonduda otururdu. Bir gün komşu aradı televizyonu bozulmuş diye. Biz yeni televizyon alıp gelene kadar bekleyememiş, çok şikâyetçi olunca, komşulardan biri pek düzgün göstermeyen eski ve eski olduğu kadar da 37 ekran olan bir televizyon ödünç vermiş bir de uydu kutusu takmış. Vardığımızda başörtüsünü sıkı sıkı bağlamış, bir şey seyrediyor. Patırtı gürültü yapınca bizi susturdu, “Kur’an okunuyor sessiz olun” diye. Dikkat kesildik ki, iyi çekmeyen bir Arap kanalında haber programını izliyor. O kadar saftı ananem.

Türkü de söyletirdim ben ona. Kıramaz söylerdi ve türkünün “Kalmışam perakende” dizesini söylerken gözleri sulanırdı. İçinde “Perakende” geçen bir türkü ve bunu söyleyince hüzünlenen 85 yaş üstü bir anane… Televizyonu getirdiğimiz gün, masum dini duygularını depreştirenin Arapça bir magazin programı olduğunu anlatıp, sonra o malum türküyü söylemesi için ısrar edip, sonra yaptığımız eşekliği kabul edip, ağlamasına dayanamayıp, konuyu değiştirmiştik. Ananenim bu hüznünü acı bir kahve sonlandırabilirdi. Dolapta kahve yok tabii, ben bir koşu alırım diye atladım ama evden çıkarken “fincan var mı” diye sormayı da ihmal etmedim. Salondaki ananemin çeyizinden kalma, el yapımı ve içi, kenarları oksitlenmiş ayna kaplı dolapta yeterli sayıda olduğunu ve hatta 3–4 saniye saymaları için müsaade edince “sekiz” fincan olduğunu beyan ettiler hanımlar, biz ananemde o anda altı kişiyiz. Hemen taze kahveyi aldım geldim, pişirildi, cezveden fincanlara doldurulacak ama kuzen dolaptan bir tane fincan alınca, dolapta yedi değil, dört fincan kaldı. Neler oluyordu, ananem “kalmışam perakende” derken bizi büyülemiş miydi?

Bu illüzyonu dolabın içinde yan ve arka yüzeylere kaplı ayna sayesinde olduğunu anladık. İki fincan, sekiz adet gözüküyordu. Ananem de demiyor ki “Benim kırılmamış iki fincanım kaldı” diye. “Yoookk, canım yok ben kahveye tövbeliyim, çarpıntı yapıyor sonra” derken “siz de içemeyeceksiniz” şeklinde bir düşünceyi içinden geçirmiş olmalı.

Sağlığı bozulup kendi başına kalamayacağını anlayınca bizde kalması için zorladık. Çok itiraz etti, “gelecek yazı da burada geçireyim hele” diye yalvardı. Yaz geçti, kış geldi, yine gelmeye razı olmadı. “Daha soğuklar başlamadı” dedi. Her kış ona odun, kömür alırdık, bize gelecek diye almamıştık bu sefer. Baskın ziyarette, bizden saklamaya çalıştığı sağdan soldan gelen, odunları kömürlükte gördük. Artık mazeret dinlememeye kararlı olduğumuzu görünce, son kozunu oynadı: komşularla bile vedalaşmamışmış. Yangından mal mı kaçırıyormuşmuşuz? Peki, ne yapalım? Mahallede onu severlermişmiş, sayarlarmışmış, hepsiyle görüşmesi gerekebilirmişmiş, şimdi biz gitmeliymişmişiz, o herkesle görüşecekmişmiş, sonra bizi aratırmışmış, ancak o uygun görürse biz gelecekmişmişiz de onu alacakmışmışız da… Yalan yok, iyi denemeydi… Yine de ona hak veriyorum. Yaşlı birinin eşini kaybettikten sonra, çocuklarına taşınması ve sırayla altı ayda bir, birinden diğerine geçmesi kuralıyla misafir (ya da daha fena tabirle sığıntı) gibi yaşamasının, bu hayattan göçmeden önceki bir safha olarak görüyordu belli ki.

Bunu fark edip anneme, “Eğer kendi kendine yetiyorsa, uzak olmasına rağmen daha sık geliriz buraya, arkadaki gecekondularda oturanlardan bir kadına, her gün uğramasını, temizliğini, yemeğini yapmasını tembihleriz, bir aylık bağlarız, o da nasiplenir, zorlama istersen” dedim. Bir şey diyecek gibi oldu sonra sustu. Benden bir şeyler gizlediği belli. Gecekondunun ananenim yatak odası olarak kullandığı diğer odasının kapısına getirdi beni. Kısa, basık koridorda, kenef kapısıyla, oda kapısının birleştiği köşede duruyoruz. “Geçen geldiğimizde ben bu odayı temizlemiştim, ananen oturma odasında yatıyor.” Çok garipsemedim, kadın tek başına kalmış, sobanın kurulu olduğu yerde yatması pek normal diyorum ama acaba karbon monoksit zehirlenmesinden mi korkuyor annem diye soracaktım ki, sert bir hamleyle, önünde durduğumuz odanın kapısını açıverdi. Aman Allahım nasıl bir koku… Ananem burayı nereden bulduysa çer çöple doldurmuş. Dışarıda ne bulduysa eve getirmiş, buraya tıkmış. Ya yiyecek var odada ya da bir hayvan ölmüş içeride, çürümüş, çok fena kokuyor. “Buraya beni sokmuyor, geçen geldiğimizde ne var yoksa attım, temizledim, bana darıldı, günlerce konuşmadı. Şimdi daha fena olmuş burası” dedi annem. Başka çaremiz kalmamıştı, o gün mecburen ananemi bir daha geri dönmeyecek şekilde o gecekondudan apar topar ayırdık.

Annemde kalmaya başladı, odasında çer çöp biriktirmesin diye dikkatli davranıyorduk. İlk aylarda morali bozuktu, sonra alıştı. Yıllar geçtikçe yani yaşlandıkça çocuklaştığını söylüyordu annem. Ben de evde yaşlı birini idare etmek zordur, şikâyet normaldir diye pek ciddiye almıyordum. Ziyaret ettiğimiz bir gün benim kız tuvalete gitmişken, onun cipsini hapur hupur yiyince anneme hak verdim. Cipsim nereye gitti diye soruyor bizimkisi saf saf…

Bir keresinde de utana sıkıla bir şey istemişti benden. Sivas’tan gelen aynı yaştaki komşu teyze ballandıra ballandıra anlatmış. O da kıskanmış çift katlı otobüse binmek istiyor. Keyiflendim ve kabul ettim ama o kadar uzun yolu gidemeyeceğini biliyorum. Pendik-Kadıköy arasında çalışan çift katlı otobüsün üst katta en önünde kuruldu. Yolculuk sonrası acıkınca ne yersiniz sorusunun cevabına çok şaşırdım. İstemez yahu “midesini bozmayalım” derken, annem haklı çıktı. Kadıköy’de bir fast-food restoranına menü yedi ananem, aman doktoru duymasın.

Devamlı ağrılarından şikâyet ederdi. Doktorsa artık doksanı geçmiş kalbi büyümüş, midesi hassaslaşmış birine her türlü ilacı vermekten kaçınmıştı. Şekeri ya da damar tıkanıklığı yok ama kalp büyümesinin, kan pompalama görevini yerine getirirken zorlandığı biliniyor. Fakat ne zaman eve bir akraba, samimi ya da değil bir misafir gelse, “Bana bakmıyorlar, ilaç almıyorlar, reçeteleri yaptırmıyorlar, bari kefen paramdan alsınlar da versinler” diye sert ve haksız şikâyetlerde bulunuyordu. Ne diğer akrabaları ne misafirleri ne de kendimizi kandıracak halimiz yokken bizi töhmet altında bırakıyordu.

Sadece yukarıda değil, Allah her yerde. Biz de aslında her yerde iyi bakıyoruz ona; eczanede, doktor muayenehanesinde ve hatta kuaförde… Evet, ayda iki defa kuaföre götürürdü annem onu. Ayak tırnağında batma var diye annem kendisi kesmiyor tırnağını, törenle yapılan pedikürde, tüm kuaför ahalisinin ilgi odağı oluyor hanımefendi.

Fakat ağrıları da bitmiyor, ilaç almadığı için daha da arttığını iddia ediyor. Çözümü yine ben buluyorum: Toptancı marketten hap gibi renkli şekerlerden bir koli aldım. Onları açıp renk renk ayırdım. Eczaneden aldığım kahverengi şişelere doldurdum, üzerine pamuk tıkadım. Çeşitli ilaç isimleri uydurup, fotoşopta grafik çalışmalar yapıp, etikete renkli çıktı aldım şişelere yapıştırdım. Kas ağrısı kesicisi kırmız tablet: “Sırtabıcaksaplamin”. Eğer önüne konulan yemeği beğenmezse verilmeyecek diye ibare geçen prospektüsü var. “Kafamkopacon” baş ağrısı için sarı renkli. “Durankalpex” ise kalp ağrısını dindirirdi ve kahverengi renkliydi. “Kireclenmon” siyatik ağrısına iyi gelen ve bu yüzden sıklıkla kullandığı yeşil bir haptı. İlaç dolabında duran şişelerin içindeki hapların(!) renklerinden ve tabii ezberlediği isimlerden istekte bulunurdu Göztepe’nin yeni kontesi. Biz de çok ciddi bir eczacı gibi ve bazen çok fazla hap almasını da engelleyerek (sonuçta şeker düzenine de dikkat ederdik) onu rahatlatacak ilaçlarını verirdik. Bir bardak suyla eme eme yutardı ve haplar sayesinde doktorun önerdiği günlük su içme hedefine de varırdık. Ananeme iyi bakmaya çalışıyorduk.

Annemler biraz da kirası uygun olduğu için çıkmaz sokakta eski bir apartmanın yüksek giriş katında oturuyorlardı. 22 metre koridoru olan saçma sapan bir konut. Ananem her gün arkadaki odasına gitmesin diye, salonda paravanla kapatılmış bir yer yapmıştık. İki kez ilaçlar fayda etmedi. 112’yi ararken sanki son nefesini verir gibi kötü olan ananem sağlık ekibi gelince bir anda turp formuna ulaştı, hiçbir sorunu yokmuş gibi iyileşivermişti. Yani kötü olmasını istemiyoruz ama ambulans parketmiş arabalar yüzünden daracık, çıkmaz sokağa vardığı anda iyileşmesi bizi şaşırtırdı. Portatif EKG makinesiyle duruma bakılır, önceki teşhislere göz atılır ve normal karşılanırdı. Üçüncü kere çağırışımızda çok kötüydü. Yine sağlık ekibi gelince iyileşti, ambulansa yürüyerek gitti. Bu sefer madem ambulans gelmiş, acile gittik.

Ananeme gerekli ihtimam gösterildi. Sonuçlar normal, kalp büyümesi ve yetmezliği zaten malum Taburcu olacağız, hatta ben arabayı geri geri getirip rahat binmesi için bile ayarladım. Annem hırkasını hazırlamış, normal bir durumdayken hastamızı çıkarmaya gittim. O sırada fenalaştı, “Kalbim duracak” dedi, bense testleri tahlilleri tam teşekküllü bir hastaneden sadece üç dakika önce normal çıkan ananeme, “Yanımda Durankalpex var, arabada alırsın” dedim. Elini kaldırdı “Eğlenme benle, deden gibi. Taş toprak değil ki, üç beş paraya satsın da boşveresin. Can bu.” dedi. Nöbetçi doktora koştum. Müdahale odasına aldılar hemen şok cihazına başvurdular beni odadan dışarı çıkardılar.

Annemlerin haberi yok, arabanın içinde bekliyorlar. Acilin dar koridorlarında oldukça kısa boylu bir güvenlik görevlisi dibimde beklemeye başladı. Yahu çekil, zaten heyecandan zar zor nefes alıyorum. Rahatsız olduğumu belli ediyorum, hiç üzerine alınmıyor. O yetmezmiş gibi biri daha geldi, o da dibimde. Tam isyan edecekken, doktor geldi, “kurtaramadık” dedi gitti. İlk tepkim, güvenlik görevlilerine neden dibimde olduklarını sormak oldu. “Haberi duyunca cam çerçeveyi indiriyorlar da ondan, haber alır almaz yakınların dibinde oluyoruz. Bize verilen emir bu” dediler.

Sonrası tahmin edilebilir şeyler.

Ananemim en son sözünü unutamam. “Can bu” diyor. “Can.” “Üç beş kuruşa satılacak arazi değil” diyor. Boşverilecek şey değil diyor. Can bu diyor.

Yani kalabalık sayılmayan taziye günlerinde, halıdaki çiçek desenlerinin asimetrikliğine takılan gözlerimle kafam eğikken, Plasebo hapları (bonbon şeker) alırken, “ağrım geçsin bari” diyen ve gerçekten inanan ananemin asıl bizimle dalga geçtiğini ve daha önemlisi kocasının onunla evli olduğu için ele geçirip sattığı malı mülkün zaten farkında olduğunu ve o daracık hastane odasında bu dünyadan göçeceğini anladığını, bu yüzden “şekerin sırası değil” dediğini düşündüm. Kısacası o, kısacık tek bir cümleyle her şeyden haberli olduğunu, asıl onun bizi idare ettiğini beyan ediyordu. Bu beyanı kavrayıp teyit ettiğimi ne onun sevgili kızı anneme, ne de torunlarına söyledim.

Niye?

Çünkü, Zeynephatun’un aslında her şeyi bildiğini ve bana finalde sürpriz yapıp “O kocaman kafanın içindeki aklına o kadar güvenme” diye öğüt verdiğini sadece o ve ben bilsem yeter.

--

--

Ahmet Turan Köksal
Ayasofya

İstanbul. Dr. Mimar. YTÜ. Yarışmalarda ödül alır-almaz. Ustura, Tuhafiyedeki Hafiye, İnternet Sizden Korksun, Kimkorkar intenernetten kitap yazarı. ayasofya.com