Hindustan…

Ahmet Turan Köksal
Ayasofya
Published in
4 min readAug 25, 2016

(Bu öykü haftalık bir mizah dergisinde yayınlanmıştır)

Efendim, ülkemde başıma bir sürü şey gelir de, Hindistan’a gitsem orada gelmez mi? Gelir tabii.

Millet Hindistan’a gidince aydınlanır. Ben de aydınlandım. Biliniz ki; eğer bir halk bir şeyi istemiyorsa kabul ettirmek imkânsızdır. Örneğin, Hindistan’da yaşayanların temizlik kaygısı yoktur. Tüm eğitim sistemini yeniden düzenlemişler, kanunlar çıkartmışlar, cezalar ve teşvikler konmuş. Buna rağmen gözle görülür bir sonuç alınamamış. Tüm elektrik trafolarının yanında “Burada dışarıda yıkanmayın çarpılırsınız!” tabelaları var (evet dışarıda herkesin gözü önünde yıkanıyorlar). Bu tabelalar okunmuyor çünkü çoğunun üzerine havlu peştamal filan asılı. Halkın yıllardır benimsediği yaşayışın değişmeyeceği bu tabelalardan belli.

Gökten her gün 1 milyar dolar yağsa hem de muson yağmurları gibi aralıksız sürse yine de burası temizlenmez. Çünkü eksik olan para değil. Belki de bu sadece bizim için bir sorun, onlar için eksiklik ya da sorun değil. Böyle böyle duruma alıştım. İlk merhale farklı kokulara hemen tepki vermemek oldu. Çok nemli ve sıcak bir coğrafyadayız, üstüme sinen kokular dert etmemeye çalıştım. Tişört yıkamak yerine bana uygun büyüklükte ucuz tişört satan bir yer buldum, yıkamak için harcadığım zamanı etrafı gezmeye ayırdım. Ülkeden ayrılırken aldığım tişörtleri bir fakire vermek istesem de benim kadar geniş bir fakir bulamayacağımı bildiğimden odada bıraktım. Bu adamları görünce Türkiye’de diyete başlama kararı verdim. Ayrıca kendi zihin sağlığım için otel odasında yatağımdaki çarşaf değiştirilse bile incelemeyeceğime söz verdim. Oda havasız kalırsa camı açmayacağımı anladım. Bu ve bunun gibi alışılmadık bazı önemler almam sizi yanıltmasın. Ben kesinlikle pimpirik ve temizlik takıntılı biri değilim.

Üçüncü günü odama geldiğimde, akşam yemeği için üstümü değiştirmeye niyetlendiğimde aynada tişörtüm üzerinde sünnet olmuş çocuklardaki maşallah şeridi gibi çapraz ve oldukça koyu bir iz gördüm. Evet, tişörtüm çaprazlanmasına kirlenmişti. Otele gelirken taksiye bindiğimizi ve öne oturduğum için emniyet kemeri taktığımı hatırladım.

Dördüncü gün artık çevreye bütünüyle alışmıştım ama hala sokaktan yemek yiyecek kadar ileri seviyeye ulaşamamıştım. İstanbul’da seyyar arabadan pilav yerdim, Gaziantep’te öğretim görevlisiyken, üniversitenin yemekhanesi tertemiz olduğu halde akşam yemeğini biraz da bilinçli olarak kaçırır gece vakti temizlikten öte lezzete önem veren dürümcülere yollanırdım. Fakat bu sokaklar için ultra süper kuvvetli mideye sahip olmak gerekiyordu. Kalküta ve Yeni Delhi’ye gezmek için gitmemiştik, üniversiteyi hatta ülkeyi temsil ediyorduk, yapacağım sunum öncesi mideyi ve bağırsağı bozarsam görevimi yapamazdım. Yediğimize içtiğimize dikkat etmemiz gerekirdi ama asıl çekindiğim şey maymun ya da makak çetesiydi. 30–40 üyeden oluşan başıboş çete yaklaşık 50–60 km hızla size daha çok arkadan yaklaşıyor ve çalınabilecek ne varsa çalıyorlar. Benim fötr şapkam olduğundan böyle bir saldırıda anında bir köşeye çömelip şapkamı ve fotoğraf makinemi koruyordum. Bir tanesi sırtıma basıp şapkamı çekiştirmişti, Sülüman taktiğiyle kaptırmadım.

Hindistan çok iğrenç bir yer demiyorum. Ben çok sevdim ama sokaklarında gerçekten özgürce gezmek istiyorsanız bunları göreceksiniz. İmrenilecek bir uzay programı olan nükleer bir güç bu ülke. Bu kadar “sert” bir Hindistan gezisi yapmamızın sebebi de turistleri otelden alıp, klimalı ciplerle turistik yerlere götüren hijyenik turlara rağbet etmememizdi. Uçakta GPS yardımıyla kendimiz gezelim diye karar aldık, ikinci kez Hindistan’a giden ve “sonra mızıkçılık yapmak yok” diyen arkadaşlardan biri Yeni Delhi’ye indiğimizin üçüncü saati kusmaya başlamıştı.

Kalküta’da üniversite sokağı denen bir yer var. Kitapçılar var, öyle ki bazı kitap yığınları üstüste dizilmiş halde 5 metrelik kolonlar oluşturuyor. Bir kitabı nasıl alttan çekiyorlar bilmiyorum ama kolonların yıkılıp altında kalan birinin öldüğünü iddia edenler var. Tüm ekip kitaba düşkün olduğundan, işgücü ucuz diye dünyanın çoğu büyük yayınevinin matbaasının bulunduğu bu ülkedeki sahaf sokağında çok zaman yitirdik. Diğer çarşıyı gezemedik bile. Dönüşte taksiye binmek yerine, metro ile otele dönmeyi teklif ettim. Uzun bir yürüyüş sonrası kolonlar üzerinde yer alan metro hattı için merdivenlerden yukarı çıkıyoruz. Demir parmaklıklar karşımıza çıkınca aşağıya inerken o merdivenin bir ailenin evi olduğunu ve tam ortasından geçtiğimizi anlıyoruz. Mavi hat Google’da bizi otele götürecek en kısa hat gibi gözükürken hiçbir zaman çalışmamış, metro kotuna çıkan merdivenler de konut olmuş. Hava iyice kararınca pazarlık edecek taksi dahi bulamadık Hayatımda gördüğüm en kalabalık otobüslerden birine binmeye hiç niyetim yok. Otobüsün içindeki yolcudan fazlası, dışarıda otobüse tutunarak gidiyor.

Yürümeye karar verdik, GPS dar ve karanlık bir sokağı gösteriyor. O sokaktan ilerleyince yolu rengârenk aydınlatan dört düğün çadırı gördük. Bir Hint düğünü nasıl olur diye merak ediyor ve üzerine 1,5 saattir yürüdüğümüz için biraz dinlenmek istiyorduk. Çadırlardan birine girip plastik sandalyelere oturduk. Önümüzde önceden bir başkasının kullanıp masaya bıraktığı plastik bardaklar vardı, güleryüzlü genç bir garson geldi bahsettiğim bardaklara siyah bir içecek doldurup önümüze koydu. Akabinde bir teyze, ayakta dönülen bir törene katmak için ısrar etti, elimizi şükran sunar şekilde yapıp çadırdan çıkıverdik. Biraz ilerleyince açık pazara rast geldik. Piknik tüplerinin üstündeki lambayla aydınlatılan tezgâhlardan canlı tavuk satan pazarcı ilgimi çekti. Hemen yolun kenarındaki su birikintisinden kesif bir lağım kokusu geliyordu. Pazarlık çok sıkıydı, acaba bizim kurban pazarlığı gibi el sıkışma usulü mü olacak diye diplerine kadar girdim. Anlaşma olmuş ki satıcı kümesten bir tavuk çıkardı, acaba ayaklarından mı tutacak da paketleyecek derken, ani bir hareketle tavuğun kafasını eliyle kopardı ve kelleyi arkasındaki lağıma atıverdi. Tavuk hala hareket ediyordu ve benim üstüm başım hatta gözlüklerim bile kan oldu. Ne alıcı ne de satıcı bu sıçramadan rahatsız değil.

Üstüm başım batınca, oyalanmadan otele geldik. Resepsiyonda oda anahtarı isterken nöbeti yeni devralmış görevli panikle önce telefona sarıldı. Şaşırdık “anahtarı ver artık” derken lobiyi polisler bastı ve anahtarımızı vermeyen kominin parmak işaretiyle tutuklandık.

Otelin yanında, önü devamlı kalabalık olan bir hastane vardı. Bıçaklamalı bir kavga olmuş, bıçaklananın akrabaları oteli basmış. Üstümüz başımız kanlı olduğundan oradan kaçan şüphelilerden sayılmışız. Karakola gitmek yerine beni hastaneye götürdüler, açık yarası olduğu halde koridorda bekleyen adama bizi gösterdiler. Polislerden biri İngilizce anlıyor “çikın blood, bazaar, wedding seramoni” filan derken, hala kan kaybeden müşteki “Karanlıktı, beni bıçaklayanı göremedim, hatırlamıyorum ama bu kadar şişko olmadığına eminim!” demiş de öyle kurtuldum.

Diyet fikrini rafa kaldırdım. Millet gurbetten gelince toprağı öper, bense Antep’e ilk ulaştığımda küşneme ve baklavaya…

--

--

Ahmet Turan Köksal
Ayasofya

İstanbul. Dr. Mimar. YTÜ. Yarışmalarda ödül alır-almaz. Ustura, Tuhafiyedeki Hafiye, İnternet Sizden Korksun, Kimkorkar intenernetten kitap yazarı. ayasofya.com