İntihal

Ahmet Turan Köksal
Ayasofya
Published in
5 min readAug 25, 2016

(Bu öykü haftalık bir mizah dergisinde yayınlanmıştır)

Başıma kendiliğinden bir iş gelmese bile ben kaşınıyor, rahat duramıyorum. Zamanında bir haksızlığa karşı durdum, itiraz ettim, ciddiye alan olmadı. Yine de pes etmedim ama sonunda olan bana oldu. İçimden bir ses, “kurcalama unutulsun gitsin işte, neden zorluyorsun” deyip duruyordu. Kendi kendimi bir türlü dizginleyemedim. Konuşsam etkisi olmuyor, sussam gönül razı değil.

Sevdiğim bir yazar vardı, kitaplarını zevkle okurdum. Son kitabının ismi pek bir tuhaftı ama çok hoşuma gitmişti. “Tuhafiyedeki hafiye”.

İçeriği adından daha tuhaf çıktı ve ben çok sevdim. Sonra bir gün internette edebiyat forumlarından birinde dolaşırken yazarın “kopyacı” olduğuyla ilgili bir iddiaya rast geldim. İnanamadım ya da ona yakıştıramadım. Nasıl böyle bir şey yapar, ben ve benim gibi masum okuyucularını nasıl kandırır? Daha ben sormadan, diğer forum üyeleri iddia sahibine sormuşlar, “Nereden biliyorsun, kanıtın var mı?” diye. Kanıtını çok geçirmeden sunmuş, 1995’te çıkan bir üniversite dergisinde Tuhafiye’deki hafiye kitabının konusunu aynen işleyen bir kısa hikâyeyi olduğu gibi fotoğraflamış. İçeriğini de üşenmeden paylaşmış.

Evet, hayranı olduğum yazar birebir kopyalamış konuyu. Hatta roman yazdım demek için hikâyeyi biraz daha uzun anlatmış, tüm kurgu aynen kopya sadece biraz detaylandırmış, işte o kadar.

Şimdi demeyiniz ki “Kısa bir hikâyeyi, uzatmak, detaylandırmak da edebi bir değerdir.” Hayır, efendim, hayır. Asıl uzun bir hikâyeyi kısa anlatmak marifettir.

Düne kadar yazdığı tweetleri bile ezberlediğim bu yazar hakkında artık çok kötü şeyler düşünüyordum. Hayal kırıklığım had safhadaydı. Kendisine e-posta attım, cevap vermeye bile tenezzül etmedi. Sosyal medyada takip ediyordum, intihalini ifşa edip onu menşınladım, hoop engelledi beni.

Başka bir hesapla onu yeniden takip etmeye başladım. Kitabının promosyonunu yapıyor. Bir türlü onunla nasıl yüzyüze geleceğimi çözemedim. Fakat bir gün kendisi bana imkan sağladı. Yine Twitter hesabından çarşaf çarşaf ilan etti beyefendi, Ankara’daki bir okuma kulübü, imza günü düzenlemiş, yeni kitabı hakkında konuşacakmış bu etkinlikte. Atladım trene gittim, aslında hem işim, hem de gücüm var. Ayrıca bana bayağı pahalıya mal oldu bu yolculuk ama duramazdım, yazarım diye gezinen bu intihalciyi imza gününde ifşa etmeliydim. Belki de rezil olursa hem de okuyucularının önünde rüsva edilirse hak yerine gelecek ben de kendimi rahat hissedebilecektim.

Geldi kuruldu beyefendi salona, kendini anlattı filan. Ukala desem değil, alçakgönüllü desem o da değil, öyle yavaştan yavaştan topluluğa kendini değerli biriymiş gibi yutturuyor. Dur sen, dur… Hele bir dur, seni ne hallere sokacağım.

Soru safhasına gelince, ilk ben söz almak için bileğime yukarıdan görünmez bir ip geçirilmiş de, hunharca çekiliyormuş gibi kolumu kaldırdım, kıçımı sandalyeden ayırdım ayıracağım, öyle yani. O da verdi bana konuşma sırasını saf saf. En sertinden hazırladığım lafları sıraladım. Sustu, ne diyeceğini bilemedi önce. Buz gibi bir hava esti. Onu oraya davet edenler ne diyeceklerini bilemediler. Beni toplantıdan atsalar olmaz, konuyu değiştirseler olmaz, mecburen cevap verecek intihalci yazar. Cevaben:

“Bakınız, olay bildiğiniz gibi değil. Bir edebi eserin eşsiz olmasının dışında, onu kişisel olarak sahiplenmenin, bazen açıklanamayacak şekilde dağıtılabilme özelliği vardır”.

Ne dedi ki şimdi bu? Oldukça anlamsız ve işe yaramaz cümleler sarf ediyor, çok kibar ve ayrıca kendinden o kadar emin ki, şaşırırsınız. Benle konuşurken, kendi kendine konuşur gibi rahat. Tamam, adam laf cambazı, kafa karıştıran kelimelerle süslüyor cümlelerini.

“Anlamadım, doğru düzgün cevap verir misiniz?” diyeceğim ama toplantıyı yöneten kişi konuşmanın, benimle konuk arasında karşılıklı atışmaya dönmesini istemiyor, başka soruya geçiliyor.

Toplantı sonrası yanına gittim. Kitabı imzalatanlar, ona hayranlık besleyenler bana çok iyi bakmıyorlar. Sıramı bekledim, diğerleriyle ilgilendikten sonra rahat bir şekilde buyurun dedi.

“Önce siz buyurun, kaçındığınız cevabı verin bana.”

“İntihal iddiasında bulunduğunuz orijinal hikâyenin yazarı ile görüştünüz mü bu konuyu?” diye sordu.

Vayyy, soruya soruyla karşılık vermek ha. İyi de benim görevim değil ki onu arayıp bulmak.

“Siz kabul ediyorsunuz yani yaptığınız intihali” deyince

“Kabul edip etmemem önemsiz, siz fikrini çaldığımı iddia ettiğiniz yazar ile görüştünüz mü? Belki de durumdan şikâyetçi değil”

Donakaldım. Hemen cevap veremedim. Yoksa parayla satın mı almıştı yazarı. Aynı şeyi fütursuzca tekrarlayıp duruyor. Bana doyurucu bir cevap vermeyeceği belli oldu. Kitabı imzalatmak için sırada bekleyenler de homurdanınca sıradan çıktım ama içim içimi kemiriyor.

Başkasının fikrini kullandım (çaldım) demiyor. Böyle derse belki orijinalliğini yitirecek çalışması. Öyle bir üste çıkıyor ki, saf zeytinyağı mübarek, altında su bile yok. Başındaki kalabalık azalınca, masadan kalkarken yanına yaklaştım ve “Fikrin gerçek sahibini arayıp bulacağım, belki de bu hırsızlıktan haberi yok. Belki de benim sayemde hakkını arayabilecek. O zaman böyle süslü ve anlaşılmaz laflar da para etmeyecek” dedim. Oysa “Artık uzatma” der gibi yumuşak bir sırıtmayla cevap verdi. Görürdü o gününü.

İş yüküm de fazlaydı, fakat bu konuda oldukça hırslanmış, bütün boş zamanımı bu dedektifliğe adamıştım. Takıntı haline getirmek de istemesem bile takıntım olmuştu çoktan. Neredeyse bir yıl sürdü ama bulamadım o kişiyi. Aynı üniversite dergisinde yazısı olan bir başkasını bulup onu sorgulamak tek çare olarak kalmıştı. Dergiyi çıkartan editöre ulaşamadım ama aynı sayıda şiiri olan birini buldum. Şimdi bir turizm firması sahibi. Kendi şiirini gösterdim ona. Okuyunca güldü ve “Yahu bu okul gazetesinin nüshalarını hele hele bu şiiri ilelebet imha edemiyor muyuz?” diye alçakgönüllülükle eski çamların bardak olduğunu ima etti. Ben şiirinin o zaman için sadece ona değil herkese değerli gelmiş ki burada yayınlandığını söyledim. Numara yapmıyordum, yalan söylemiyordum, gerçekten öyle düşünüyordum. Asıl takıntımı yani olanları anlatınca, intihalci yazarı tanımadığını, bu üniversite dergisinde yazanı da tanımadığını, onlardan bir alt sınıfta olduğunu tahmin ettiğini, zaten genelde takma isimle yazı yazıldığını söyledi ve “Keşke ben de gerçek ismimi kullanmasaymışım” diye hayıflandı.

Çaresiz kaldığımı görünce o da akıl yürüttü. Tam oradan ayrılacaktım ki “Belki de suçladığınız yazar, bu dergide bu hikâyeyi kendisi takma isimle kendisi yazmıştır. Şimdiyse kitabını çıkarmıştır. O yüzden bu hikâyeyi yazanla konuştunuz mu diye soruyordur” deyince başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. Eyvah, boşuna suçladım adamı. Fakat öyleyse neden kendini korumuyordu. İkilemlerdeyim. Rahat sırıtması ondan mı acaba?

Şimdiyse bir özür dilemek için ona ulaşmaya çalıştım. Bu sefer beni kabul etti. Neden kendini korumadığını sorunca yine süslü olduğu kadar anlaşılmaz cümleler kurdu. Tek anladığım “12 Eylül sonrası gerçek ismimi kullanarak yazı yazamıyorduk” mazeretiydi.

Aklımdan çıkmıyor bu durum. Haftalarca düşündüm ve sonunda asıl amacını anladım.

Bu adam kendi reklamını yapıyor.

Onu intihalci diye suçlayınca okuma kulübü üyeleri ona değil bana tavır almışlardı. Yayıncılar birliğinde bir arkadaşım vardı. Bu intihal suçlaması öncesinde 3500 satmış kitap suçlama sonrası defalarca baskı yapmış 30.000’i geçmişti. Yazar beni kullanmıştı. Belki de forumda ilk intihal haberini yapan, 95 yılında fotokopiyle çoğaltılmış dergiyi saklayan ve şimdi servis eden de kendisiydi. Takıntılara sahip olan ben, ekmeğine yağ sürmüştüm yazarın.

Bu seferse oyununu anladığımı suratına çarpmalıydım. Yine randevu istedim, bu sefer daha zor aldım. Sıkılmış vaziyette, “yine ne var” der gibi karşıladı beni. Durumu anlattım, bölmeden dinledi. Sonra

“Kötü bir şey yapmadım, hatta siz de şu anda benim yaptığım şeyin aynısını yapıyorsunuz.”

Allah, allah… Herif gerçekten garip çıktı. Değişik!

“Siz intihal yaptınız ama şimdi bana suç atıyorsunuz. Asıl amacınızı anladım ve işin peşini bırakmadığım için bana kızıyorsunuz. Bu ne pişkinlik”

“Peşini derken, peş kelimesi Farsi “paş” “پش” at yelesi, saç perçemi, sarığın veya eteğin sarkan ucu demektir. Bu kitapta intihal var deyip, imza gününde konuyu gündeme alan sizsiniz. Yani kitabın peşini bırakmayacağım diyerek, kitaba herkesin dikkat edeceği bir “peş”i siz peyda ettiniz. Kısaca bilinçsizce beni suçluyorsunuz. Asıl kendi reklamını yapan sizsiniz.”

Neler diyor yahu bu? Ben şaşırmış vaziyetteyim. Sonra son söz olarak mermiyi namluya sürdü ve nişan almadan tetiğe bastı. Tam isabet?

“Neredeyse iki yıldır gerçek yazarının peşinde olduğunuz roman, Tuhafiye’deki Hafiye’nin yazarı kim? Baktınız mı romanın üstüne?”

Kendimde değil miydim yahu? Yazarı nasıl bilmem? Dalga mı geçiyor benimle?

Hemen hamle ettim ve çantamdan okumaktan kenarları yıpranmış kitabı telaşla çıkardım.

Romanın yazarını bir kere daha kontrol ettim: Ahmet Turan Köksal

--

--

Ahmet Turan Köksal
Ayasofya

İstanbul. Dr. Mimar. YTÜ. Yarışmalarda ödül alır-almaz. Ustura, Tuhafiyedeki Hafiye, İnternet Sizden Korksun, Kimkorkar intenernetten kitap yazarı. ayasofya.com