Nail Abi

Ahmet Turan Köksal
Ayasofya
Published in
4 min readAug 19, 2016

(Bu öykü haftalık bir mizah dergisinde yayınlanmıştır)

Kendime “bela mıknatısı” demiyorum boşuna. Sadece burada değil, yurtdışındayken de başıma işler geldi. Kendi halinde bir doktora öğrencisiydim aslında.

New York’ta Long Island’ın ortasında bir yerde kalıyordum. Mahalledeki benzin istasyonunda pompacılık yapan, hiç İngilizce bilmeyen Nail Abiyle tanıştık bir şekilde. Kaçak gelmişmiş, İstanbul’dan bir yük gemisine atlamışmış, gemi önce Çin’e uğramışmış, sonra Avusturalya’ya, sonra Yeni Zelanda’ya, Afrika’yı turlamışmış, akabinde Latin Amerika ve sonunda New York’a varmışmış… Gemiye binmeden önce nereye gittiğini sormamışmış, çekinmişmiş, üç yıl tayfalık yapmışmış, maaşı da yakıp gemiden atlayıp yüzerek limana çıkmış. Neden böyle kaçmışsa, söylemiyor, sevdiği kızı ona vermediler desek, kıza sevdiğini bile diyemez ki bu.

Biriktirdiği parayı Türkiye’deki anasına nasıl göndereceğini sordu. Anlattım, komisyonu çok fazla buldu. Manhattan’da şubesi bulunan Türk Bankası daha hesaplıdır deyince bana 1 ve nadiren 5 dolarlık banknotlardan oluşan bir tomar parayı verdi, git yatır diye. Her ay, az veya çok biriktirdiği paraları böyle gönderirdi. Aylar sonra Manhattan’a beraber gittik. Ertesi günü aklını kurcalamış, utana sıkıla bana bazı dükkânların neden kendi ismiyle yani “Nail” diye tabela astıklarını sordu. Burada kadınlar tırnak bakımına çok önem gösterir diyorum, hiç aklına yatmıyor.

Bir aralar Türkiye’ye para göndermeyi 3–4 ay aksatınca “Hayrola artık para biriktiremiyor musun?” dediğimde hata ettiğimi anladım. Anası vefat etmiş hiç söylemiyor.

Bir gün bana, “Sen iyi çocuksun eğer Jamaika’da başın sıkışırsa, benim adımı söyle yeter…” dedi. Jamaika dediği yer de Brooklyn’in daha doğusunda pek güvenli olmayan bir yer. Filmlerden bildiğiniz Harlem, buranın yanında Bağdat Caddesi gibi kalır. Karıştırıyor olabilir diye “Küba’nın güneyindeki ülke Jamaika’yı demiyorsun değil mi?” diye sorunca “Öyle ülke mi var?” demişti. Ne bileyim Nail Abi garip bir adam, bir de gemiyle tüm dünyayı gezmiştir ya… Benim sayemde ve sadece bir kere bu benzinciden ayrılan Nail’in, New York’un en tehlikeli mahallesinde sözü nasıl geçecek ki? Ayrıca Jamaika’da neden başım derde girsin?

Biraz önce, “Jamaika’da neden başım derde girsin?” dedim değil mi ben? Evet, dedim.

Columbia Üniversitesi’nde burslu okuyan öğrenciler arasında maddi yönden son sıralardaydım. Dersler fena gitmiyor fakat buna rağmen Doktora tezi de öyle kolay kolay bitecek gibi gözükmüyor. Kiradan çok yola para veriyorum. Yazın dondurma satıyor para biriktiriyordum. Kışınsa sabahın köründe kalkar, önce trenle evden Manhattan’daki istasyona gelir ve oradan metroyla üniversiteye ulaşırdım. Her gün “Ev->Tren+Metro->Okul” yolculuk 75 dakika sürerdi. Bölümdeki Uzakdoğulu öğrencilerle rekabet ettiğimden çok yorulurdum. Hiç uyumuyorlardı herhalde onlar. Akşam da Metro+Tren yolculuğu yapardım. Okula yakın bir ev tutayım, yol parası azalır, daha çok kira verebilirim böylece zaman kazanırım dedim ama yeni yerin kirası için depozito istiyorlardı. Yazın biriktirdiğimi daracık bir oda için ev sahibinin eline saysam, yaşayacak param kalmazdı.

New York Metrosu’nu iyi bilirdim ama yine de kendilerine “Nüyorkır” diyenler kadar rahat değildim. Yeryüzünden metroya bir kere indim mi, eğer uygun aktarmalar yaparsam (ki çalışmıştım) bir kere kartı okutmam yeterliydi, istersem akşama kadar metroda kalabilirdim. Fakat trenle ne kadar az istasyon gidersem az para veriyordum. Kısa Tren ve uzun Metro yolculuğu yaparsam ayda 75 dolar tasarruf edebileceğimi hesapladım. Doktora yapmanın faydaları… Bu farkı en az 4–5 ay kenara koyarak, depozitoyu karşılayabilir, bu yol çilesinden kurtulabilirdim.

Bir deneme yaptım. Metro’da birkaç aktarma ile Jamaika’ya varıyor, oradan trene biniyordum. Hiç yeryüzüne çıkmadığımdan bir kere bile Jamaika’yı görmedim. İnce ayar çektiğim bu yolcuklarda bir detay ilgimi çekti. İçinde bulunduğum tıklım tıklım dolu metro bir durağa geliyor ve aynı yöne giden orada bekleyen bir başka metroyla paralel olarak duruyordu. İşte o zaman ellerinde bir kiloluk kahve bardakları ile banliyöde müstakil evleri olan iyi gelirli nüyorkılar, diğer metroya geçiyorlardı. Neredeyse bir anda boşalıyordu tüm vagon, ben haritaya bakıp doğru mu, değil mi derken, kapılar kapanıyor hareket ediyoruz. Sonra anladım; herkes ekspres olana geçiyor, ben her durakta duran metroda kalıyorum. Son durakta inecekler eksprese geçip15 dakika kazanıyorlar.

Ertesi gün gerçekten okulda çok sıkı bir gündü ve çok geç vakit metroya bindim. Balık istifi durum değişmemişti. Her şey dünküyle aynıydı. Hazırlandım ve söz konusu durakta cesur davranıp indim, koşup diğer metroda yer buldum, sevinçle oturdum. Fakat bu sefer kimse gelmedi benle. Diğer metro aynı kalabalık haliyle hareket etti. Niye gelmediler ki? Haritayı kontrol ediyorum, sorun yok.

Sonra anladım ki belirli bir saatten sonra bindiğim metro pek bir güvensiz. Artık geri dönemezdim, hareket eder etmez 5–6 kişi tehditkâr şekilde, son hız yol alan ekspres metronun vagonlarını kolaçan etmeye başladılar. Vagonda bir evsiz bir de ben varım. Önce onunla uğraştılar ve zorla şerle para aldılar. Saklanacak yer de yok, üzerime gelmeye başladılar. Vagonlar arasında geçiş yapılabiliyordu, en son vagona kadar gittim. Şans bu ya cebimde okuldaki ATM’den çektiğim kira parası da vardı. Beladan uzak durmaya çabalayan ben yine belayı çekmiştim ve mecburen “Biz Osmanlı çocuğuyuz, kolay pes etmeyiz!” diye kendime cesaret vermeye koyuldum.

Son vagona kadar kaçarak zaman kazanmıştım, metro yavaşladı ve durdu. Dışarıya attım kendimi. Duvara yakın bir şekilde uzaklaşırken onlar da indiler arkamdan bağırarak geliyorlar. Metro istasyonundan yukarı çıksam beni yakalarlar. Tam metro hareket edecekken bir anda içeri zıpladım. Onlar yetişmediler, kapılar kapandı, camları yumrukladılar. Oh paçayı kurtarmıştım!

Jamaika’ya vardım, geç vakit olduğu için tenhaydı. Metro’dan çıkıp tren turnikelerinden geçiyordum ki, iki kişi beni pis bir köşeye çekiverdi. Sayıları anında altı yedi kişiye çıktı. Demek ki kurtulduğum zevat, eşkâlimi bunlara bildirmiş. “Eğer bu siyahi vatandaşlar Müslümansa, ben de din kardeşi olduğumu söylerim belki paramı alırlar ama dayak yemem…” diye içimden geçiriyordum ki, boyunlarda kocaman haçları görünce hiç yeltenmedim. Bir tanesi çantamı kurcalamaya kalkıp, İngilizce küfür hazneme katkı yapmaya çalışırken, sanki bir tanıdığımı çağırıyormuş gibi yapıp tek kişi olmadığını belirtmek istedim. Belki tenha istasyonda birileri yardımıma gelirdi. Bilinçaltımdan gelen bir isimle “Nail Abi!” diye bağırmaya başladım. Oradan geçenlerin beni duyduklarına emindim ama kimse ilgilenmiyordu. Beni tutanların elebaşı olduğunu anladığım biri İngilizce, “Nail’i biliyor musun? Nerede o şimdi?” diye sordu. Anlattım. Diğerleri ellerini, çantamdan ve üstümden çektiler. Çete başının beni trene doğru yolcu ederken, “Nail’in gemiden maaşı bende, yerini tarif et, vereceğim.” dediğini hatırlıyorum.

Ertesi ay Manhattan’da kiraladığım odada doktora tezimi yazmaya başladım.

--

--

Ahmet Turan Köksal
Ayasofya

İstanbul. Dr. Mimar. YTÜ. Yarışmalarda ödül alır-almaz. Ustura, Tuhafiyedeki Hafiye, İnternet Sizden Korksun, Kimkorkar intenernetten kitap yazarı. ayasofya.com