Dünyanın Merkezi Neresidir?

Simla Sunay, Mekanda Adalet ve Çocuk sayısında kaleme aldığı yazısında çocuğun kent ve mekan algısına değiniyor.

beyond.istanbul
beyond.istanbul
7 min readJan 30, 2019

--

Bu yazı boyunca bir evliya da bizi takip edecek. Ürpertici değil mi? Ama Merkez Efendi yani Derviş Musa’yı tutmam mümkün değil. O ki dünyayı merkezinde bırakmayı, iyisiyle kötüsüyle bozmadan, aynı tutmayı -korumak demiyorum, korumakta kibir var- daha yeniyetme bir öğrenciyken düşünmüş bir derviş. Ceddimiz deyü deyü önlerine çıkan her şeyi devasa bir iştahla değiştirmeye niyetlenmiş tutucu iktidarların unuttuğu bir mahalle Merkez Efendi bugün. Çocuk işçilerin deri fabrikalarında çalıştığı, şimdilerde rezidans ve alışveriş cenneti Zeytinburnu ilçesinin bir mahallesi, hem de İstanbul’da. Derviş Musa merkezin neresi olduğuyla ilgileniyor muydu acaba?

Devletin merkezi adalet; milletin merkezi dil; ailenin merkezi baba; insanın merkezi vicdan… Bu bir merkez bulma oyununa döner mi? Döner. Tek millet, tek bayrak, tek dil ve tabii tek din ve hatta tek cins; sürekli tekleştirilen, anlamlarından kayan kavramlar başlattı bu oyunu.

Bir resme baktığımızda merkezine odaklanırız. Çocuk resimlerinde merkezde hep beşik çatılı, tek katlı bir ev vardır. Demek ki çocuk ev nedir biliyor. Güneş nedir? Çimen nedir? Nehir nedir? Ve bunlar yer çekimi yasasına göre nerede durur, biliyor. Resmi bayramlar dışında çocuklar resimlerine neden bayrak çizmezler? O resimdeki kırmızı damlı evin neden bir bayrağı yok? Ve neden çocuk resimleri dünyanın her yerinde birbirine benzer? Bunu on yıldır düşünüyorum. 2007’de Tarlabaşı Toplum Merkezi ile Kürt ve Roman çocuklarla bir yıl kadar sanat etkinlikleri yürüttüğümden beri… Ve ondan sonrasında farklı sınıflardan, farklı semtlerden pek çok çocukla kent, mimarlık ve öykü atölyeleri yaptığımdan beri… İstanbul’un merkezi bilinen Taksim’de yaşayan göçmen çocuklarla birlikte yazdığımız öyküler, yaptığımız resimler, ki benim yolculuğumun da başlangıcıdır, işte tam da bu merkezde onların nasıl da görünmez olduğunun belgeleri olarak duruyor arşivimde. Öte yandan, varsıl çocuklarla bir kent atölyesinde “İstanbul’un merkezi neresidir?” diye sorduğumda aldığım “İstinye-Park” cevabı… Bir şehrin belli bir merkezinin olması o merkezde herkesin eşit, özgür olduğu, herkesin tam ve eşit görüldüğü anlamına gelmiyormuş mesela. 1 Mayıs’larda, Gezi Parkı Direnişi sırasında bir kovulma alanı olabiliyormuş. Bireysel silahlanmanın gittikçe arttığı bir dönemde, tam da merkezde bir kahvede bebek arabasında ölebiliyormuş bir bebek. Tiner içebiliyor, kapkaç yapıyor, bir patlamanın kurbanı olabiliyor, ya da çürümekte olan bir mimarlık mirasından düşen bir taşla yaralanabiliyormuş gençler. Büyük anıtların, büyük saat kulelerinin çevresinde hep anne-baba eliyle sürüklenen bir varlıkmış çocuk. Şehrin merkezinde aileler çocuklarının ellerini bırakamıyormuş mesela.

Merkez Efendi bana kızıyor şimdi. Bir şeylerin hep aynı kalmasından ve bir şeylerin de sürekli değişmesinden şikayet ettiğimi, hep aynı merkezde dolandığımı düşünüyor. Bense tam da yaşadığım semtte yarım kalmış bir inşaatta top oynayan çocukların yanına gidiyorum, çocuklardan biri laf cambazı: “Bu Ahmet sen çekiyorsun diye fazla çalım atıyor, seni keşfe çıkan antrenör sandı herhalde. Sen çek istediğini. Çöpleri biz atmadık. Demirler mi? Babam geçen büktü bazılarını. Ama bir arkadaşımızın göğüs kafesine battı, taşındı onlar. Top yola kaçıyor tabii ama biz alıştık. Arabalar bize vurmaz. Vursa bile bir şey olmaz. Eskiden yeşildi bu arsa. Çimdi. Beton döktüler sonra. Kötü oldu. Hemen şuradaki yeni parkı mı? Küçük, etrafı yol, üçgen park. Aman be abla bebek miyiz biz? Sallanıp duralım. Aşağıdaki top sahalarını büyükler kapıyor, bizi almıyorlar. Sen gazeteci misin?” deyip duruyor. Onların fotoğrafını çekiyorum, yazı yazıyorum. Bir daha onları görmüyorum. Bu arada şehrin boşlukları bir bir yok oluyor. Şehrin kendisi, katı, büyük bir merkez haline geliyor.

Tarlabaşı Toplum Merkezi ve sonraki süreçte çocuklarla yaptığımız atölyeleri hatırladığımda beylik fikirlerin, doğru bilenenlerin, yapma tutkusunun, yeni kent anlayışının hep ardına düştüm, merkezden uzaklaştım.

İstanbul’un Çocuk Planı

Kasım 2007’de, Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği’nin ve TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nin katkılarıyla gerçekleşen etkinlikte dokuz yaş üstü 50 çocukla İstanbul’u yeniden planladık. Etkinlik onların zihnindeki İstanbul’un “hali hazır” haritasını çizmemize yardımcı oldu.

3 Yönerge:

1. İstanbul siluetini bozan binaların işaretlenmesi,

2. İstanbul’un ilçe haritası üzerinde renklerle yeniden planlanması,

3. Kent mobilyası tasarımı / İstanbul’da yaşaması istenilen bir hayvanın resimle anlatımı.

Kent ve bina bilinci oluştuğuna inandığımız noktada -yirmi dakikanın sonunda- planlamaya geçtik. Üç soru içeren bu paftada ilk soru İstanbul silüeti üzerineydi. Verilen fotoğrafta onlara göre hangi binaların İstanbul’un görünümünü bozduğu sorulmaktaydı. Yuvarlak içine almaları yeterliydi. Pek çok çocuk Maslak tarafından yükselen gökdelenleri işaretlemişti. Köprüyü yuvarlak içine alanlar hiç de az değildi. Pek azı tarihi eserleri işaretlemişti aykırı olarak. İkinci soruda, İstanbul’un ilçe sınırlarını içeren, köprülerin ve yapıların görülmediği plan üzerinden verilen lejanta göre, İstanbul’u renklerle yeniden tasarlamalarıydı. Çocuk oyun alanları kırmızı ile belirtilecekti. Ormanlar ise yeşil ile. Yeşil, kırmızıyı yendi. Bu da gösteriyordu ki, yeşil alan çocuklar için öncelik taşıyordu ve İstanbul için “acil” gerekliydi. Bir kız çocuğunun her yeri hastane ile donattığını görünce yanına yaklaşıp nedenini sordum. Ona göre İstanbul’da öyle çok kaza oluyordu ki her sokakta bir hastane yapılmalıydı. Plana hiç köprü yapmayanlar yoğunluktaydı. Yapanlar ise dört-beş adet koymuştu cömertçe. Üsküdar-Beşiktaş arasına yerleştirmişlerdi köprüleri. Çoğu, hem kent mobilyası hem de hayvan çizecek kadar çalışkan çıkmıştı. Kent mobilyasında bank ağırlıktaydı. Bütün banklar yeşildi neredeyse. Sokak kitaplığı, trafik lambası veya robot çizen de vardı. Bazıları ne hayvan ne kent mobilyası çizmişti, ezbere bir ev karalamıştı sadece. Çizilen hayvanlar sanırım işin en eğlenceli kısmıydı. İstanbul için timsah isteyen de vardı, penguen çizen de. Uğurböceği, zürafa, yunus, kedi, balık, tavşan en çok çizilen hayvanlardı.

İstanbul Elim Sende

Kasım 2010’da Çocuk ve Gençlik Yayınları Derneği’nin ve TMMOB Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi’nin katkılarıyla gerçekleşen etkinlikte dokuz yaş üstü 100 çocukla herkes için “durak” ve “oyun parkı” tasarladık.

Proje, İstanbul 2010 Kültür Başkenti kapsamında, 2010 Tüyap İstanbul Kitap Fuarın’nda, ilköğretim çağındaki 100 çocukla gerçekleştirildi. Etkinliğin başında “İstanbul Nasıl Bir Kent?” konulu sunum ve sohbet yapıldı. (Büyük bir kent? Bir liman kenti? Yemyeşil bir kent? Tarihi bir kent? Temiz bir kent? Düzenli bir kent? Özgür bir kent?) “Engel aşan”ların da herkes gibi yaşayabildiği bir kent nasıl olmalı, konuşuldu. Çocuklardaki genel kanı engel aşanlara ayrı mekanlar yaratılmasıydı. Sohbet edildikçe onların da gündelik hayata katılmasının en doğru olacağında birleşildi. Engel aşanlara ve herkese özgü çeşitli park ve durak örnekleri gösterildi. Katılımcı çocuklardan, herkes için oyun parkı ve otobüs durağı tasarlamaları istendi.

Sonuç olarak gezegenimizdeki en güzel kentin, bir ucundan diğer ucuna kadar herkesin özgürce yürüyebildiği kent olduğuna karar verildi.

Nasıl Bina? = Nasıl Biri?

Saçları var, kravatı var, gülü var, şemsiyesi var, harfi var, telefonu var, takımı var, renkleri var, ayakları var…

Proje, 2008 Mart ayında Tarlabaşı Toplum Merkezi’ndeki 20 çocukla gerçekleştirildi. Nihal Kuyumcu’nun danışmanlığında çocukların, fotoğraflarına bakarak binaları yaşayan bir canlı olarak yeniden çizmelerini ve yarattıkları kişinin bir roman karakteri gibi nasıl biri olduğunu sözcüklerle dile getirmesini istedik.

Önce çevremizdeki binalar hakkında küçük bir sohbet yaptık. 9–13 yaş aralığındaki çocuklar çevrelerindeki binalar hakkında kararsızdılar. Beğenip beğenmedikleri konusunda net bir şey söyleyemediler. Söz hakkına sahip olmadıklarını düşündükleri anlaşılıyordu cümlelerinden. Ancak sorularla ve örneklerle açıldılar. Kentin tam orta yerinde, oyun alansız, ağaçsız yani çocuk olamadıkları bir çevrede yaşadıkları için mutsuzdular. Geceleri silah sesi korkusuyla yataklarına giriyorlardı. Yaşadıkları çevrede suç oranı çok yüksekti ve minik gözleriyle pek çok olaya tanık olmuşlardı. Tarlabaşı’ndaki çocuklar bir kentin olası bütün olumsuzluklarını sırtlarında taşıyorlardı. Bir tanesi şöyle dedi: “Biz aslında taşınacağız.” Taşımak/taşınmak çözüm müydü? Konuştuk. Bina fotoğraflarını canlandırırken, cephenin üzerindeki detayları neredeyse tümüyle kullandılar. Bir katılımcı, çekme katlı eski bir binayı yeniden canlandırırken üç kişi çizmişti. Bina gerçekten de birbirinden farklı üç bölüm içeriyordu. Gökdelen fotoğrafı üzerinde çalışan bir katılımcı ise karakteri tanımladığı metnine, yarattığı kişinin çocukları sevmediğini yazmıştı. Proje, 2008–2011 yılları arasında, ÇGYD, TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı, ÇYDD ve TEGV bünyesinde ilköğretim çağındaki 1000 çocuğa ulaştı.

Sokağı Hayat~landıralım!

Nisan 2010’da TEGV bünyesindeki çocuklarla ve Mayıs 2011’de 2. Türkan Saylan Çocuk Şenliği’ne katılan öğrencilerle gerçekleştirilen “Sokağı Hayat~landıralım!” projesinde amaç, ortak alan olarak sokak kavramını çocuklara anlatmaktı. Etkinlik öncesinde yirmi dakika kent sorunları, ortak alanlar, sokak ile meydanın farkı gibi konularda sohbet edildi (Mimar, şehir bölge plancısı, inşaat mühendisi hangi işleri paylaşır? Kentleri kimler yönetir?).

Resimli etkinlikte çocuklar ikişerli üçerli gruplara ayrıldılar. İki boyutlu, siyah beyaz bir sokak silüeti çizimi üzerinde insanları, canlıları ve taşıtları yerleştirmek üzere sokağa hayat vermeleri istendi. Camdan bakanlar, pencereden sarkıtılan sepetler, çamaşır asan kadınlar, sokak satıcıları, top oynayan çocuklar, sokak hayvanları, çatılarda kuşlar, bacalara dumanlar, vapurlar, kayıklar… Çizimde bilinçli şekilde boş bırakılmış alana beraber belirledikleri bir binayı eklediler. Yaklaşık 1/200 ölçekli mimari bir çizimi resme dönüştürdüler. Sokak artık hareket halindeydi. En sonunda grup olarak sokağa ortak bir isim verdiler.

2011’den sonra çocuk ve sanat, çocuk ve mimarlık atölyelerine çeşitli okullarda, özel kurslarda, tek kerelik veya süreli atölyelerle devam ettim. En son 2017’de YGA Bilim-Hayal Ortağım Kampı çerçevesinde 17’si kör, 7’si Suriyeli mülteci olmak üzere 49 çocukla mimarlık atölyesi yaptık. Körlerle ilk kez çalışıyordum ve ne yapacağımı bilemiyordum. Aynı salonda gören ve göremeyen, buralı ve buralı olmayan çocuklarla tek bir konu üzerinden tek bir şeyi, aynı şeyi yaptık. Mekan ürettik kil ile. Ürettikleri mekanlarda bir başlangıç, bir bitiş göremedim. Hepsinde bir zürafa yaşayabilirdi mesela, bir Eskimo, çok yaşlı biri, çok varsıl biri, çok yoksul biri de. Bol açıklıklı, uzun yürüyüşlü, asimetrik, yeliz evet yeliz mekanlardı. Öyle eşitçil… Biteviye adil… Hatta “adalet nedir?”i mekanlaştırmışlardı.

Bu on yıl bana ne öğretti? Çocuklar baktıkları şeylerde merkez aramazlarmış. Çok gözleri varmış onların. Bizim, büyüdükçe gözümüz merkez arar olmuş. Ve hep bir şeyleri büyüdükçe merkeze koymuşuz. Merkezi belli olmayan şey var olamazmış çünkü. Çemberi bir biçim yapan şeymiş merkez. Bizi adaletten yoksun kılan hep bu sonradan öğretilen merkez(ler)miş. Ve bu bir oyun değilmiş.

İşte bu yüzden, “Derviş Musa’nın ‘olduğu gibi bıraktığı’ dünyanın merkezi neresidir?” dendiğinde, benim hem bir cevabım var, hem de yok.

--

--

beyond.istanbul
beyond.istanbul

by Mekanda Adalet Derneği | Center for Spatial Justice