Grenfell Tower: Çağımızın Büyük Yangın’ı (II)

Yapılması gereken, yangının akabinde pekiştirilmeye çalışılan sosyal konut karşıtı kültüre meydan okumak.

Eray Çaylı
beyond.istanbul
6 min readJul 1, 2017

--

Grenfell Tower ile ilgili üç blog yazısından oluşan bu tefrikaya başlarken kentsel felaketlerle bireylerin sorumluğuna vurgu yaparak hesaplaşan mekanizmaların, yapısal adaletsizliklere dikkat çeken toplumsal ve siyasal mücadelelerle desteklenmedikçe yetersiz kalma ve hatta hedeflenenin tam tersi etkilere ön ayak olma riskleri olduğundan bahsetmiştim.

Bu risklere de öncelikle toplumdaki sınıf yapısı, soyluluk sistemi ve kent mekanlarının mülkiyeti arasındaki ilişkinin giriftleşmesinde büyük rol oynayan 1666’daki Büyük Londra Yangını etrafındaki gelişmelerden bahsederek dikkat çekmeye çalışmıştım. Peki tüm bu tarihsel arkaplanın Grenfell Tower ile ne gibi bir ilgisi olabilir? Tefrikanın ikinci yazısına bu soruyu tartışarak başlamak istiyorum.

Savaş Sonrası Konsensüsü

Soruyu tartışmaya binanın inşa edildiği 1972–74 yıllarına vurgu yaparak başlayabiliriz. Toprak mülkiyeti temelli sınıf ve sınıf temelli kentsel ikamete dair kurulu düzenin biraz olsun sarsılmasına o yılların da ucundan dahil edilebileceği İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde yaşanan gelişmeler ön ayak oldu. Muhafazakar Churchill savaştan “muzaffer bir başkomutan” edasıyla çıkmış olsa da 1945’teki seçimler “toplumsal adalet” vurgusu yapan Clement Attlee liderliğindeki İşçi Partisi’ni tek başına iktidara getirdi.

Clement Attle

Attlee hükümeti yalnızca savaş sırasında Naziler tarafından bombalanan şehirlerdeki açığı giderme zorunluluğundan değil aynı zamanda eğitim ve sağlık gibi hizmetlerin yanı sıra barınma hizmetine de ücretsiz ulaşımı yurttaşlık hakkı olarak gördüğünden ülke çapında bir dizi sosyal konut projesini hayata geçirdi. Eğitim, sağlık ve konut alanındaki reformların kurumsallaştırdığı refah devleti politikaları, bugün “savaş sonrası konsensüsü” olarak nitelendirilen ve 1973–74 yıllarında yaşanan petrol krizine kadar uzanan süreçte iktidarın Muhafazakarlar ve İşçi Partisi arasında gidip gelmesine rağmen öyle veya böyle kesintisiz devam etti.

Gettolaşma vs. Toplumsal Kaynaşma

Konut alanında hedeflenen sadece toplumsal eşitlik değil toplumsal kaynaşma da olduğundan, gettolaşmayı önleyebilme ve farklı sınıflardan gelen bireylerin yan yana yaşayabilmesini mümkün kılabilme niyetiyle toplu konutların bir kısmı kent merkezlerinin üst sınıflarla özdeşleşen Kensington gibi bölgelerinde de inşa edildi. Ancak bu politikalar petrol krizinin tetiklediği süreçler ve bugün adına küreselleşme denen neoliberal düzenin kurulmaya başlamasıyla 1970’lerin sonuna doğru terk edildi. Margaret Thatcher’ın başa gelmesi ise bu tefrikanın başında bahsettiğim gibi toplu konutların bugüne değin uzanan özelleştirilmeleri ve taşeronlaştırılmaları süreçlerinin yolunu açtı.

İşte 1980’lerde başlayan bu süreçte, ama özellikle de 2007–2008 krizi sonrasında, vergiler önce batan bankaları kurtarma amaçlı kullanılır ve sonra da zenginler için düşürülürken, bu vergilerce ayakta tutulagelen refah devletinin kazanımları birer birer yok olmaya başladı. Sonuçta sosyal konut politikaları büyük ölçüde terkedilmekle kalmadı. Konvansiyonel sanayinin İngiltere’yi terki diyar eylemeye başlamasıyla finansçılığın başını çektiği spekülatif sektörler önem kazanmaya başladı. Bu sektörlerden biri de elbette ki 16. yüzyıla dayanan kökenlerinin de hakkını veren gayrimenkulcülük oldu.

“Molozdan bile beter olan beton yığınlar”

Gayrimenkul spekülatörleri herşeye rağmen ayakta kalabilmiş asgari miktardaki sosyal konuta gözünü dikmeye başladı. Özellikle kent merkezindeki değerli bölgelerde yer alan sosyal konutların yıkılmasıyla yerlerine inşa edilmek istenen özel konut projelerine özellikle çokkatlı sosyal konutlara dair önyargının kültürel olarak üretildiği süreçler eşlik etti. 1980’lerde Prens Charles gibi kanaat önderleri, başlıca örnekleri arasında birçok toplu konut projesini de barındıran Modernist ve Brütalist üsluptaki binaları, İngiliz kentlerinin Naziler tarafından bombardımanı sonucu ortaya çıkan molozdan bile beter olan “beton yığınlar” olarak nitelendirdi.

Yıkım öncesi Heygate toplu konutları

1990’lardan itibaren anaakım dizi ve filmlerde toplu konutlar uyuşturucu batağı ve suç yuvası olarak gösterildi. Oysa, Enrica Colusso’nun 2012 tarihli belgeseli Home Sweet Home’un açılış sahnesinde de irdelendiği gibi, hipergerçekliğin çağında, sadece masum bir temsilden ibaret gözüken kültürel üretim, aslında gerçekliği yeniden inşa ediyordu. Elephant and Castle mahallesindeki Heygate toplu konutlarını konu eden belgesel söz konusu konutlarda yaşanmakta olan uzunca ve şiddetli bir çatışma sahnesiyle açılır. Böylece bizlere başta gerçek bir çatışmayı izlemekte olduğumuzu düşündüren Colusso, daha sonra bir kamera hareketiyle izlediğimizin aslında bir polisiye filmin çatışma sahnesi olduğu gerçeğini yüzümüze vurur. Tam bu sırada yaşını almış bir Heygate sakini kadraja girerek naifçe sorar: “Bu kavga dövüş sahnelerini neden hep burada çekerler hiç anlamam.”

Çok Katlı Sosyal Konut Karşıtı Kültür

İşte şimdi Grenfell Tower yangının akabinde Guardian gibi “sol” ve/veya muhalif addedilen gazetelerde dahi “çok katlı toplu konut binalarını yapmaktan vazgeçmek” ve hatta halihazırdaki benzer binaları “tümüyle yıkmak” yangından öğrenilecek derslerin arasında sayılabiliyor. Oysa, açık ki, sorun yüksek katlı binaların tanım itibariyle olarak emniyetsiz olması değil; şayet öyle olsaydı herhalde geçtiğimiz sene söz konusu kategorideki binaların rekor bir sayı olan 26 tanesinin ezici çoğunlukla özel sektöre hizmet etmek üzere inşaatının tamamlanmış olması ve 455 tanesinin de bugün inşaatının sürmekte olması mümkün olmazdı.

Trellick Tower

Üstelik Grenfell Tower benzeri savaş sonrası dönemde yapılmış birçok yüksek binada yaşanan yangın — Grenfell’in hemen yakınında yer alan ve ünlü mimar Ernö Goldfinger tarafından tasarlanan ve yine 1970’lerin başında inşa edilen 32 katlı Trellick Tower’da henüz geçtiğimiz Nisan ayında çıkan ve yayılmadan söndürülen yangın sırasında görüldüğü üzere — tadilatında yanıcı malzeme kullanılmayan binalarda sadece başladığı yerle sınırlı kalacak şekilde sorunsuzca söndürülebiliyor (burada Trellick’in Brütalizm’in önemli bir örneği vasfıyla mimari miras statüsüne sahip olduğunu ve Grenfell ile aynı şirket tarafından işletilmesine rağmen söz konusu statü nedeniyle cephe kaplaması benzeri tadilatlara karşı korumalı olduğunu da belirtmek gerek).

İşte yangına dair hesabın hukuki olarak kişilerden sorulmasının gerekli ama yeterli olmayışının ilk işareti ve buna cevaben yapılması gereken de bu: yangının akabinde pekiştirilmeye çalışılan çokkatlı sosyal konut karşıtı kültür ve söz konusu kültüre meydan okumak. Zira, yangının binanın boylu boyunca yayılmasına yol açan cephe kaplamasının tedariği ve tasdiği süreçlerinde de görüldüğü gibi, binayı emniyetsiz kılan mimarisi değil, özelleştirilen ve taşeronlaştırılan işletme ve bakım işlerinin üstünkörü yapılması ve bu süreçleri mümkün kılan 2007–2008 krizinin faturasının yoksullara çıkarılması. Daha geniş ölçekte ise sorumlu, bugunkü başbakanın partidaş selefi David Cameron’ın 2012 yılında yaptığı bir konuşmada ekonomik gelişmeyi gereksiz şekilde yavaşlatan bir ayakbağı olarak gördüğü “emniyet kültürünün kökünü kazıyacağım” sözünü vermesinden de anlaşılabileceği gibi, freni boşalmış neoliberalleşmenin alametifarikası olan spekülatif yatırım ekonomisi.

Mülksüzler ve Boş Lüks Konutlar

Yıkım önerileri Grenfell Tower özelinde de sıklıkla dile getiriliyor. Ancak bina ortadan kaldırıldığında yerine yapılacak konutlarda kimlerin yaşayacağı ve binanın yangından önceki sakinlerinin başka yerlere sürülüp sürülmeyeceği soruları henüz tam anlamıyla yanıtlanmış değil. Zira Ken Loach’ın son filmi I, Daniel Blake’te de konu edildiği üzere, kemer sıkma politikalarının hız kazandığı son yıllarda sosyal konut hakkından ücretsiz olarak faydalanmaya devam etmek isteyen yoksullar ülkenin bir ucundan (Londra) diğer ucuna (Newcastle) sürülmeyi kabul etmek zorunda bırakılabiliyor. Bu nedendendir ki, İşçi Partisi lideri Jeremy Corbyn yangının hemen akabinde Grenfell Tower sakinlerinin ikamet sorununun kısa vadede binanın bulunduğu ilçe olan Kensington & Chelsea sınırları içinde bulunan ve sayıları onları bulan boş ve atıl durumdaki lüks konutun istimval edilerek bu iş için kullanılmasıyla çözülebileceğini, uzun vadede ise yine aynı ilçede yerleşmelerinin sağlanması gerektiğini savundu.

Peki, Corbyn’in devletin bedel karşılığı el koymasını istediği konutlar neden mi boş? Çünkü bölgedeki emlak mülkiyetinin büyük çoğunluğu ya merkezleri Britanya adası dışında bulunan ancak idaresi İngiltere’ye bağlı olan vergi cennetlerinde yer alan gayrimenkul şirketlerine ya da bu tefrikanın başında bahsettiğim gibi kökenleri 16. yüzyıla uzanan toprak sahibi soylulara ait. Vergi cennetlerinde yaptıkları birikimlerini değerlendirebilecekleri bir mecra arayan mega zenginler tüzel kişilere sağlanan emlak vergisi ayrıcalıklarından faydalanmak amacıyla kurdukları gayrimenkul şirketleriyle piyasada topluca alımlar yapıyor, kısa vadede herhangi bir maddi kazanç ihtiyaçları olmadığından istedikleri fiyatı verebilen çıkana kadar bekliyor, ancak bu sırada piyasadaki fiyatların da fırlamasına neden olmuş oluyorlar. Toprak sahibi soylular da yukarıda söz ettiğim uzun süreli kiralama (leasehold) sistemiyle 99, 199 veya 999 yıllığına elden çıkarttıkları konutlar aktif olarak kullanılsa da kullanılmasa da paralarını tıkır tıkır aldıklarından durumu önemsemiyorlar.

Peki bu tür bir gayrimenkul spekülasyonunun damga vurduğu bir bağlamda yaşanan kentsel felaketler yine bu spekülasyonun aracı haline getirilirken ne gibi kültürel stratejiler kullanılıyor? Tefrikayı üçüncü ve son yazıda bu soruyu tartışarak nihayete erdirmek istiyorum.

--

--

Eray Çaylı
beyond.istanbul

London-based author and teacher exploring the ways conflict & disaster have shaped and/or have been shaped by the built environment in Turkey & the UK.