Yurttaş Jane: Kent İçin Mücadele

Jane Jacobs’ın, New York şehrinin baş plancısı Robert Moses tarafından 1960'larda yürütülen kentsel dönüşüm projelerine karşı verdiği başarılı mücadeleden yola çıkarak TOKİ’leri düşünmek…

Yaşar Adanalı
beyond.istanbul
6 min readOct 6, 2017

--

Jane Jacobs vs. Robert Moses

Türkiye’deki ilk gösterimi 5 Ekim Perşembe SALT Galata’da gerçekleştirilen Citizen Jane: Battle for the City (Yurttaş Jane: Kent İçin Mücadele) belgesel filmi, kent aktivisti Jane Jacobs’ın, New York şehrinin baş plancısı Robert Moses tarafından 1960'larda yürütülen kentsel dönüşüm projelerine karşı verdiği başarılı mücadelenin hikayesini anlatıyor. Yaşadığı kenti çok iyi gözlemleyip kentsel hayatın farklı detayları üzerine yazan gazeteci Jacobs, Moses’ın yıkım politikaları sonucunda kendini büyük bir kentsel direniş örgütleyen aktivist olarak buluyor. Belgesel, Jacobs’ın kendi yaşadığı Greenwich Village mahallesinden geçirilmesi planlanan otobana karşı örgütlediği kentsel mücadeleyi temel alıyor.

Bu kentsel dönüşüm ve direniş hikayesi, yarım asırdan uzun bir süre önce gerçekleşmiş olmasına rağmen, Türkiyeli izleyiciye bugün dahi fazlasıyla tanıdık gelecektir. Anlatılan hikaye, aynı zamanda bizim hikayemiz.

Tepeden inmeci modernleşmenin sonu

Dünya’da şehirciliğin geldiği noktada, “total yıkım ve yeniden yapım” ile özdeşleşen “dönüşüm” modelinin ve TOKİ tipi kentten izole, mono-fonksiyon, sıra sıra apartman bloklarından oluşan toplu konutların gerek gelişmiş, gerekse de gelişmekte olan ülkeler için “tarihi geçmiş” bir model olduğunun altını çizmekte fayda var. Bugün TOKİ’nin temsil ettiği toplu konut modeli, 20. yüzyıl ortalarında, 2. Dünya savaşından çıkmış, neredeyse bütün şehirleri yıkılmış Avrupa için devrimci nitelikte sayılabilir: Hızlı bir şekilde, standart üretim ile insanlara temel yaşam standartlarının devlet tarafından sağlanması. O zamanın koşulları içinde, ışık ve hava alan, toplu taşıma ile erişilebilir, banyo ve mutfağı içinde, yeşil alanları da bulunan konutların hızla üretilmesi ve ödenebilir bir şekilde halka sunulması refah devleti paradigması içinde önemli bir deneyimdi.

Mimar Le Corbusier tarafından önerilen Paris hayali

Ütopik mimari anlayışının ürünü bu toplu konut modelinin deneyimlenmesinin üstünden onlarca yıl geçti. Bugün yekpare, tek merkezden yönetilen, jenerik bir tasarım modeliyle “sağlıklı ve güvenli bir çevrede insanca ve kentsel bir doku içinde yaşama” sorununun çözülemeyeceği, hatta yoksulluğun azaltılamayacağı uzlaşılan bir gerçek. Yani modernist ütopyalar çoktan distopyalara dönüşmüş durumda. Bugün bu “gettolar”, ekonomik dışlanmanın, kültürel ve siyasal dışlanma ve mekansal ayrışma ile kemikleştiği bir durumu ifade etmekte.

“TOKİ”leri dinamitlemek

Dünya Ticaret Merkezi’nin mimarı Minoru Yamazaki tarafından tasarlanan Pruitt-Igoe Sosyal Konut Projesi çarpıcı bir örnektir. ABD’nin St. Louis şehrinde bulunan modernist “Proje”, otomobil ve yaya yollarının birbirlerinden düzgün bir şekilde ayrıldığı, 11 katlı onlarca konut blokları ve aralarındaki geniş yeşil açık alanlardan oluşmaktaydı. 1950’li yıllarda tamamlandığında mimari ödüllerle taçlandırılan bu proje, inşaatından sadece 20 yıl sonra, bugün Türkiye’de kentsel dönüşüm sürecini hızlandıracak bir “ilaç” olarak sunulan, dinamitle yıkım teknolojisi ile yıkılmıştı. “15 Temmuz 1972, saat 3.32’de Modern Mimari ölmüştür” diye yazacaktı Charles Jencks, işte bu dinamitle yıkıma referans vererek. Belki bu “başarısızlıkta” topu tamamen Modern Mimari’ye atmak haksızlık olacaktır. Sosyal politikalarla desteklenmeyen, insanları gelir grubuna göre mekansal olarak ayrıştıran, merkezine yaşayanları ve onların ihtiyaç ve haklarını almayan dönüşüm ve konut politikalarının ürünü projelerin başarılı olma şansı, Le Corbusier veya Yamazaki gibi yıldız mimarları bile olsa yok denecek kadar az.

Bu yıkımın hikayesini “The Pruitt-Igoe Myth: an Urban History” belgeseli harika bir şekilde anlatır.

Plancı ile Kent Aktivistinin Epik Mücadelesi

Robert Moses vs. Jane Jacobs

Tam 56 sene önce, 1961 senesinde, Büyük Amerikan Şehirlerinin Ölümü ve Yaşamı kitabında insan ve mahalle ölçeğini yok eden yık-yapçı dönüşüm modelini sert bir şekilde eleştirir Jane Jacobs.

O dönem karşısında kudretli bir plancı vardır: Robert Moses. New York Belediyesi’nde farklı kademelerde görevler aldıktan sonra, “Slum Clearance” yani kentsel dönüşüm biriminin başında adeta bir “yıkım ilahı” gibi mesleki otoritesini ve siyasi gücünü kullanır. Yoksulların da yaşadığı, sokakları insanlarla dolu eski mahalleleri “kanserli tümör” olarak tarif edip neşter ile söküp atmak gerektiğine inanır. Sınırsız kibri ile, ve yerel bürokrasi içindeki nüfusunu kullanarak New York’u içinden kocaman otobanların geçtiği; yoksullar için tıpkısının aynısı sıra sıra yüksek katlı bloklardan oluşan toplu konut alanlarının olduğu; farklı sınıf ve kentsel fonksiyonların birbirlerinden net bir şekilde ayrıştığı bir şehir olarak hayal eder. Tabi tüm bu imar faaliyetinin ortaya çıkardığı rantın dağıtımı da başka bir meseledir.

Robert Moses’ın Aşağı Manhattan Otoyol Projesi

Ve bu hayalinin peşinde, lego oynayan bir çocuk gibi kenti kelimenin gerçek anlamıyla kuşbakışı planlayarak yeniden inşa etmeye başlar. Şuan Queens Müzesi’nde sergilenen New York Panoraması, yani kentin devasa modeli Robert Moses’in çılgınlıklarından biridir.

Queens Müzesi’ndeki New York Panoraması 1964/65 Fuarı için yapılmış bir model

Jane Jacobs ise çözüm olarak varolanı anlamayı ve korumayı, yani “karma kullanımlı yaşam alanları, canlı sokak hayatı; kısa, yaya dostu yapı adaları; farklı yaş ve fiziki durumdaki binaların bir arada bulunması; ve kentsel yoğunluk” önermektedir. Jacobs bu çıkarımları, kuşbakışı kentlere bakıp, kentleri tepeden aşağıya planlayan dogmatik modern kent planlamasına karşı sokak ve insan ölçeğinden kentleri bir canlı organizma gibi okuyarak geliştirir. Jacobs, Moses karşısında verdiği mücadeleden alnının akıyla çıkar, sonunda Moses, görevinden istifa etmek zorunda kalır.

John F.C. Turner “Housing By People — Towards Autonomy in Building Environments” (Yaşayanların Belirlediği Konut — Yapılı Çevrelerde Özyönetime Doğru) [1976] kitabında büyük ölçekli toplu konut projeleri ile özellikle Latin Amerika’daki gecekondu mahallelerini “yeni, modern yaşam alanları” söyleminin ötesinde insanların hayatlarına kattığı anlam çerçevesinde inceler ve “3 Konut Kanunu” geliştirir:

1. Konut (yapım) sürecinde alınacak önemli kararlarda orada yaşayan insanların katılımı olmadığında, yapılı çevre kişisel gelişim önünde bir engel ve ekonomik yük olabilir.

2. Önemli nokta konutun ne olduğu değil, insanların hayatına ne yaptığıdır.

3. Evinizdeki eksiklikler ve hatalar eğer başkasından değil de sizden kaynaklanıyorsa sonuna kadar hoşgörülebilir.

Turner, “konut sağlayan organizasyon genişledikçe ve yönetimi merkezileştikçe insanların barınma öncelikleri ve edindikleri konut arasındaki uyumsuzluklar sıklaşmakta ve büyümektedir”, diye tespitte bulunur. Yani “yeni, modern toplu konut alanları” mitinin maskesini neredeyse 40 yıl önce indirmiştir Turner. Bu eleştiriler uzar da gider. Alman Mimar Hardt-Walther Hämer, 1970’lerdeki kentsel dönüşümü Berlin özelinde şöyle anlatır:

1970’lerde Batı Berlin bir felaketti. Şehrin şimdilerde tabula rasa (boş levha) temizlik dediğimiz tarzdaki kentsel gelişmesi tamamen proje geliştiricilerinin, kamu ve özel konut şirketlerinin elindeydi. Kreuzberg ve Charlottenburg bölgelerinde büyük çaplı dönüşüm operasyonları yürütülmekteydi. Tipik Berlin konutları tek tek yıkılmaktaydı. 100.000’den fazla insan evlerini terk etmeye zorlanmıştı. Benim kentsel yenilemeden anladığım bu değildi. Ben binaları elden geçirmeyi ve mahalleliler ve işyerlerinin bu sürece dahil olmalarını tercih ediyordum.’

Batı modernleşmesini yakala(yama)mak?

Bu korku filmi senaryosu da bugünün Türkiyesi için fazlasıyla tanıdık. Hämer hiç de demokratik olmayan dönüşüm modeline karşı, “kentsel mekanın özenle yenilenmesi için 12 prensip” ortaya koyar. Bu prensipler, “1 — Kentsel yenileme mevcut yaşayanlarla birlikte planlanmalı” diye başlar.

Başakşehir Kiptaş Konutları | Foto: Bekir Dindar

Bugün başka yerlerin TOKİ’leri dinamitlenirken, Çin ve Türkiye gibi “kalkınması”nda inşaatın önemli yer tuttuğu ancak demokrasi seviyesi yeni yapılan binalarının yüksekliğinin oldukça altında kalan ülkelerde, onları inşa etmek için canlı sokak hayatına sahip, yaşayan mahallelerin yıkımlarında ısrar edilmesi, “dünyaya olan kapalılık” ve “tarihten dersler almamak” ile açıklamak herhalde naiflik olur. Kentsel dönüşüm ideolojisinin bu tarihi geçmiş yık-yapçı modeli sürdürmesi, kapitalizmin iştahının “demokratik” kılıflarla dizginlenmeye gerek görülmemesi, hatta buna tahammül edilememesiyle alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Bu modelin Dünya’daki en ileri uygulayıcısı Çin olsa da Türkiye de ısrarla onu takip ediyor.

Yazı için mutlukent.blog sitesinden faydalanılmıştır.

--

--