Sis Bulutu

Ayse Naz Acar
Bi’ Dünya İçerik
4 min readNov 24, 2020

Siz de eş zamanlılığa inananlardan mısınız? Neden bu soruyu soruyorum biliyor musunuz? Çünkü uzun zaman önce bir anlaşma imzaladım.

Bu anlaşmada kendime dedim ki;

“Ayşe Naz olarak ben, yaratıcılığım ile yoğun ve yönlendirilmiş bir karşılaşmaya girdiğimi kabul ediyorum. Haftalık okumalarımı, günlük sabah sayfalarımı, haftalık sanatçı buluşmasını ve haftalık görüşmelerimi yapacağım.”

Bugün ise bu sözü verdikten sonraki 82. günüm! O Ayşe Naz ile şu anki Ayşe Naz arasında bir fark var mı diye soruyorsanız;

“Bulutlar kadar kocaman fark var!” derim.

Neden mi?

Her gün kendime en az 3 soru sorup uyuyorum. İtiraf edeyim, bu sorular kolay sorular olmuyor. Öyle şefkat falan aramıyorum. Çünkü hikayenin başı güzel olacak diye bir kaide yok, gayet iyi biliyorum. Arsız oluyorum, sorularımı sorarken! Alabildiğine soruyorum, soruyorum, soruyorum. Mesela yataktan kaldıran ya da uyutmayan türden de çok sorduğum oluyor! Yok yok, şefkatsiz değilim! Sevmediğim düşler kurmak istemediğime, hislerimi yok saymayacağıma yemin ettim kendime! O yüzden yapıyorum tüm bunları…

Eee soruyorsun, sonra ne oluyor bu sorulara?

Ne mi oluyor? Cevabını vereyim. Her sabah uyandığımda bir ışığa ihtiyacım oluyor ve bu sorular benim yıldızım oluyor. Kimi zaman yıldızlarımın ışığı bile kafi gelmiyor. Sorularımın etrafında dönüp dolaşıyorum, dolaşıyorum, dolaşıyorum.

“Düşünüyorum, düşünüyorum, inanamıyorum.

Filmi başa sarıp sarıp izliyorum.

Ne kadarı yalan ne kadarı gerçek.

Sanki bir yalan bulutunun içindeyim.

Kim, kim?

Kim suçlu?

Bütün bu olanlar nasıl oldu? Niye oldu?

Bir yandan ondayım tabii hala…

Ondan sonrası hiç düşünülmemiş, hiç hayal edilmemiş.

Hiç ihtimali olmayan bir yokluğun,

Hayatımın en sert en yıkıcı gerçeğe dönüşmesi.

Üstüne bir de işte bir sürü karmaşa.”

Cevap veremediğim canımı acıtan, kabul edemediğim kavgalarım da oluyor mesela. Bu kavgalar beni ilk başladığımda bir hayli yormuştu. Duvara toslatıp, acaba mı dedirttikleri çok oldu, halen de oluyor. Bitmiş değil.

Kimi zaman ise bir çırpıda söyleyiveriyorum olup biteni hissettiklerimi, acılarımı, kendimle kavgalarımı.

Yazarken de diyorum ki:

“ Ya nasıl? Ben bugüne kadar bu yüklerin ağırlığıyla yaşamayı nasıl oldu da becerdim? Böyle bir şeyi nasıl mümkün kıldım?

Sonrası işte kocaman o sis bulutu…

Acaba yaşadım mı?

Bugün de sabah sayfalarımı yazarken özüm konusuna epeyce kafa yorduğum günlerden biriydi. Sorularım öyle sıradan sorular değildi. Beni zorlayan kimi zaman üzerimden trenin geçmesine, odaklayamayan bir kamera gibi hissetmeme sebep olan sorulardı, var olsunlar.

O bahsettiğim 3 sayfalar, bugün oldu bilmem kaç sayfalar! Yetmedi, yetemedi. Düşünüyorum da yetmesi de pek mümkün değildi.

Çünkü bugün benim için özgürlük ne demek bunun cevabını aramaya kalkıştım. Soru beni bir çıkmaz sokağa götürdü. İyi ki o çıkmaz sokağa girmişim. Çıkmaz dediğime bakmayın. Çıkıyorum, belki de çıkacağım!

Bu sokakta “Özgürlük benim için …’dır.” tarzında bir tanımımım olmadığını fark ettim. Mesela bugüne değin sorulduğunda düşünmeksizin, mavi, gökyüzü ve martılar cevabını verirdim bu soruya. Ama işte bunlardan ibaret değilmiş benim özgürlük tanımım.

Özgürlük demek benim için ait olmak demekmiş. Kimi zaman Sadık Hidayet’in bir satır arasında bulduğum, kimi zaman “hayat gibi” diyen bir şarkı sözünde bulduğum, kimi zaman ise çok sevdiğim bir insanda bulduğum o aidiyet duygusuna ben özgürlük diyormuşum. Aslına bakılırsa şu anki düşüncemin yapılanmasını sağlayan şey ise imkansızlarımmış! Bugün bunları ve daha fazlasını buldum.

Peki bu anlattıklarının en başta sorduğun eş zamanlılıkla ne alakası var diyorsunuz sanki öyle hissediyorum.

Çünkü bugün okuduğum kitapta şu satırlar beni yazdığım satırlara tekrar getirdi. “Ne oluyor?” dedirtti.

Şimdi, bahsettiğim satırların bir kısmını sizinle paylaşmak istiyorum. Eminim ki; üzerine bir şey eklememe gerek kalmadan siz de anlayacaksınız beni bu şekilde düşünmeye sevk eden dürtüyü.

Yıkılmış Bir Halk

Dalit sözcüğü Kautilya’da hiç geçmiyor, daha yakın zamanlarda ortaya çıktığı anlaşılıyor. Dalitlere bir zamanlar “dokunulmazlar” deniliyordu. 1948’de bağımsız Hindistan’ın ilk anayasa taslağına katkıda bulunan Hindistanlı büyük siyasetçi Ambedkar “Dalit” sözcüğünü kullanıma sokmuştur. Sözcüğün anlamı “yıkılmış halktır”. Öyleyse dokunulmazlık nereden gelmiştir?

Dokunulmazlık burada birinci anlamındadır: size dokunulamaz. Üst kasttan birisinin bir Dalit’le teması ancak törensel arınması sonucunda ortadan kaldırılabilecek bir “kirlenme” yaratır. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün, Gucerat’ın Ahmedabad kentinde yaptığı bir mülakatta bir Dalit’in dediği gibi:

Yürürken yanlarımıza yaklaşmamızı istiyorlar. Çayhanelerde ayrı çay bardaklarımız var. Bunları temizlememizi ve bulaşıklarımızı da ayrı yere koymamızı istiyorlar. Tapınaklara giremiyoruz. Üst kastların çeşmelerini kullanamıyoruz. Su almak için bir kilometre uzağa gitmemiz gerekiyor… Hükümete haklarımızı sorduğumuzda mahalli yetkililer bizleri işten atmakla tehdit ediyor. Bu nedenle hiçbir şey söylemiyoruz. Bu sadece fiziksel dokunma meselesinden ibaret değil. Eğer bir Dalit bir Brahman’a gölge yapsa bile dini törenle arınmak gerekiyor.

Tüm bu sistem, bir metaforla “girişi ve merdiveni olmayan çok katlı bir kule” olarak ifade edilmiş. Ahh hem ne yaman ve çetin kule! Ara ki bulasın şimdi bu kulede “özgürlüğü”!

Bana yazma gücü veren Sadık Hidayet’in şu cümleleriyle yazımı tamamlamak istiyorum.

Yazmak bir ihtiyaçtı, zorunlu bir görevdi benim için. Uzun zamandır bana işkence eden bu devi öldürmek istiyordum. Bir iki tereddütten sonra lambayı yakınıma koydum ve yazmaya başladım şöylece…

--

--

Ayse Naz Acar
Bi’ Dünya İçerik

Bi'dünyaiçerik Editörü | Düzenli yazar, düzensiz paylaşır.