Varlıktan yokluğa geçişin hızı💨

Bisiklet kazaları üzerine

luigibook
Bi’yerden
8 min readOct 15, 2020

--

Bu yazıyı 2018’de gerçekleştirilen Kapadokya grandfondo’dan döndüğüm gün yazmıştım.

Dün İzmir’de bisikletçi Zeynep Aslan trafik kazası geçirerek hayatını kaybetti.

Ne zaman ölümlü bir kaza haberi alsam o zaman düşündüklerim kulaklarımda çınlar…

Unutmak ve unutturmak istemedim…

Pazar akşamı eve geldim. Aslında yol mol derken biraz yorulmuştum. Uyumak istemedim. Zaten kafamda binbir tilki dolanıyordu. Eve girdim, terliklerimi çıkardım, ayakkabılarımı giydim ve tekrar çıktım. Yavaş yavaş koşarken düşünecektim. En azından tilkilere tek tek isim verecektim.

Birkaç haftadır etrafımda epey bisiklet kazası oluyor. Önce Özgür abinin –ki kendisi bayağı sakin, olgun ve deneyimli bir bisikletçidir- giderken arka dişlilerinden birisi kırıldı. Tuz buz oldu. Düştü. Omuz tendonlarından biri koptu. Sonra eve tek dönerken yanımda Ankara’da başka gruptan yine tecrübeli bir bisikletçi normal giderken bildiğin uçtu. Ne olduğunu hala anlamadım. Ardından gelen habere göre dirseği kırılmıştı. Sonra da Çanakkale’de çok yakım bi arkadaşım. Yüreğimi ağzıma getirdi…

Bütün bunlar zaten beni bayağı düşündürüyor bir süredir. Tamam biniyoruz. Yalan yok. Güzel de biniyoruz. Hatta bu ülkede, bu şartlarda bunu yapabilen küçük bir azınlığız sanırım. Ne zaman güzel bir bisiklet sürüşünden dönsem kendimi (bizi) çok şanslı sayıyorum. Sağlıklıyım. Canlıyım. Bugün de kapağı kırılmış bir kanalizasyon kanalına düşmedim. Bir ızgaraya girip jantımı ve kendimi haşat etmedim. Ters yönden gelen bir arabanın altında ezilmedim. Kaza bela yok.

Belki de sırf bu nedenle saatlerce arabasız, sessiz, koyunlu, köpekli bindiğim köylere ve tepelere gidiyorum. Tamam, bazen köpekler kovalıyor. Ama inanın hiçbir hayvan, şehirli insan kadar tehlikeli değil.

Hala koşuyorum. Koşarken gözümün önünden geçen manzaralar gibi, bütün hafta sonu da aklımın içinden geçiyor. Biliyor musun, aslında hafta sonuna gayet güzel başladık. Güzel bir yolculuk. Güzel insanlar. Odamız. Pideler. Gülücükler. Deneme sürüşü. Pat. Arka teker patlak. O sırada fark ettim yoldaki sıkıntıları. Aslında şehir merkezlerinde yollar kaymak asfalt.

Kapadokya’nın en büyük sıkıntısı kötü yolları değil, insanların davranışları: şişelerini yol kenarına atmaları. Her yer cam kırığı. Neden böyleyiz bilmiyorum. Güzellikleri berbat etmekte üstümüze yok.

Hemen tekeri kontrol et, değiştir. Yola devam. Bu basit şeyler bisikletin içinde var. Bunları tadımızı kaçırmayacak kadar kısa tutmak da elimizde… Ne olursa olsun sevdiğin şeyi yapmaya devam edebilmek de içimizde…

Derken bol kahkaha, bol pide, bol çay, bol muhabbet…

Uçhisar’a giderken yolda Kübra yarış raporu yayınlanmış dedi. Ben de o ara bir göz gezdirdim. Ürgüp’e inerken inişlerin sertliğinden bahsediyordu. Bir kez okudum. Yarış sabahı tam yerleri hatırlamak için tekrar bakarım dedim.

Akşam da Uçhisarda bir yerde teknik toplantı yapıldı. Biraz geç gittik. Orada da bu inişlerden bahsederek insanları kontrollü geçmek için uyardılar.

Biz yine sohbet muhabbet. Nevşin, Berkem, Yücel de geldi. Akşam oldu. Biraz hazırlık. Yattık…

Hafızamdan şu sırayla geçiyorlar: Yola atılmış bira şişeleri, her yerdeki cam kırıkları, tekrar tekrar patlayan lastikler, sokan arılar, düşen cam duşakabin, dikişler… Adam öldü. Mustafa Karslıoğlu… Öldü.

O inişi çok iyi hatırlıyorum. Ön grupta pelotonla indim. Önce herkes “yavaş yavaş” dedi, sonra da bütün o yavaş diyenler uzadı gitti. Berkem, o sırada yanımda “87 km/s’yi gördüm” dedi. Bütün o uyarılara rağmen bu şekilde iniyorduk. Bunu tek kişi yapsa acayip eleştiririz de, tüm peloton topluca daha tehlikeli bir şekilde yapınca sanki normal geliyor. 87 km/s hızla giderken viraj alıp, 25 mm kalınlığında bir lastikle hayata tutunmaya çalışıyorsun. Bu normal mi?

Tabakhanede deri ile çalışanlar, zamanla içinde bulundukları bokun pis kokusunu artık algılamazlarmış ya; hız böyle bir şey sanırım. Hızlı gittikçe algının yoğunluğu giderek azalıyor. Sahi, ne için?

Sorun ne aslında biliyor musun? Eminim hayatında hiç grupla sürmemiş, spesifik olarak o yolda sürmemiş, hem de hiç o hızlarda iniş yapmamış insanlar var bu grubun içinde. Hiç makara yapmamış insanlar. Belki de “onlar inerse ben de inerim” diye düşünüyorlar. Kimse “birisi düşer de ölürse o ben olabilirim” diye düşünmüyor.

İnişlerden birinde bir tehlike atlattım. Hızlıydım. Ön gruba doğru giderken ön çaprazımdaki “tecrübeli” bisikletli çizgisini değiştirip üzerime doğru sürdü. 60’lı hızlardayız. Bisikletin arkasını kaydırdım falan ama nasıl düzelttim gerçekten hatırlamıyorum. Refleks. O hızda dokunduk sanırım birbirimize. Bu sırada adam olayın keşke farkında olsa. Bu insanlar bu ülkede hep yarışan, tanınan, bilinen insanlar…

Sonra zaten üst üste iki patlak olunca yarışı bıraktım. Dış lastik yarılmıştı. Muhtemelen yukarıda bahsettiğim cam kırıkları. Belki başıma gelen bu musibet, iyi de oldu gerçekten.

Orada durunca da kaza ve ölüm haberini aldım.

Ölüm dediğinde diğer her şey anlamsız kalıyor. Yolmuş, lastikmiş, patlakmış, yarışmış, kazaymış, sakatlıkmış…

Biraz biliyorsunuz belki. Ben iki teker üzerinde büyüdüm sayılır. Ama profesyonel olarak yarışmadan. Bizim en büyük yarışımız caddede arabalarlaydı. İnanılmaz tehlikeli. Şimdi yapamam o derece... O günlerden ve motosikletten gelen belli reflekslerim var. İnsanlar benden daha performanslı olabilirler, daha güçlü olabilirler, daha iyi sporcu da olabilirler. Bu gayet normal. Ancak kabiliyetler biraz farklı... Bisikletin üzerinde onu bir uzvum gibi hissedebiliyorum.

Nasıl patika koşarken yol durumuna ve eğime göre yokuş aşağı ayaklarının kadansını değiştirir, ayarlarsın, ben de bisiklette tekerin devrini hissedip ne kadar manevraya girebileceğimi hissedebiliyorum.

Bütün bunları düşünürken hala koşuyorum. Bir saati geçtim sanırım, mahalleden iyice çıktım. Arkadaşım aradı onunla konuştum. Birkaç kilometre de öyle geçti. Devam ediyorum.

“Bütün bunlara rağmen” diyorum. Bütün bu yeteneklerime rağmen, o inişte bu kazayı ben yapmazdım diyemiyorum. Bahsettiğim kazaların hepsi için geçerli sanırım bu dediğim. Bütün o iyi bildiğim bisikletçi reflekslerime ve içgüdülerime rağmen bunu diyemiyorum…

Aslında her zaman herkese olsa da “benim başıma gelmez ya!” demez miyiz? Neden kendime bu kazaları yakıştırıyorum?

Cyclist’teki “Pelotonda Ölüm” yazısı geliyor aklıma. Sahi ne diyordu?

…“Biz, eski topraklar, bisiklet sürmeye devam etme konusunda aşılandık. Bir sarsıntı, kırık bir burun ve köprücük kemiği ile sonuçlanan bir çarpışma şanslı olarak görülür. Sağlıklı, gerçekten. Soran herkese verilen cevap: O iyi. Daha sonra antrenmanlara başlamadan kaç hafta geçeceğini takibi yapılır. “

… “Ölüm gerçeği, ayçiçeği tarlaların içinden geçen rengârenk ve neşeli bir peloton görüntüsünü bizlerden uzaklaştırıyor. Böylece bu düşünceyi aklımızdan dışarı itiyoruz. Vücudumuza başka bir cilt ekliyoruz. “İşte bisiklet bu.”

Yani bisikletin kendisi zaten yeterince tehlikeli. Ama bizim gibi amatörler için başka bir tehlike daha var bence.

Rekabet diyeceksin biliyorum. Bir bakıma doğru. Aslında rekabetin kendisinde bir sorun yok. Rekabet “rakaba”dan türemiş. Arapça “bir diğerine bakma, ona göre kendini düzeltme, iyileştirme, öğrenme” anlamı var. Profesyoneller hayatlarını zaten bu spordan ve bu rekabetten kazanıyorlar. Bütün gün, bütün mesailerini spor çevrelerinde bu sporu yaparak, konuşarak, tartışarak geçiriyorlar.

Benim bahsettiğim “dengesiz rekabet”. Herhangi bir “Granfondo” yarışında; hayatında ilk defa yarışacak olan adamlar da var, yarı profesyonel hatta elit olabilecek dediğimiz adamlar da. Hiç grup sürüşü yapmamış, hiç toplu sürmemiş, hatta hiç makara yapmayan adam ile profesyonel diyebileceğimiz -çok affedersin- işin bütün “puştluklarını” bilen adam aynı pelotona girmeye çalışıyor.

Tabi bir de sürekli birbirlerini kollayan ve diğerlerini her türlü kendilerinden uzaklaştırmaya çalışan beşli, onlu beraber süren takımlar var. Öteki tarafta onlara tutunan ve ara sıra itilen bireysel yalnızlar. Böyle bir dengesizlikte eğer pelotondakilerle rekabet ediyorsan bir profesyonelden çok daha gözü kara olmak lazım.

Aslında sadece bisikletten bahsettim ama diğer sporlarda da bu böyle. Kimsenin spor geçmişini bilmeyen amatör bizler, daha iki gün önce başladığımız sporda kendimizi, yanımızdaki ile kıyaslamaya başlıyoruz. Onun kaç senedir neler yaptığını, ne kadar zaman harcadığını, ne emekler verdiğini, ne işinin olduğunu, ne durumda olduğunu bilmeden… Bacaklardaki binlerce km’yi görmeden… Aynı ailelerin çocuklarını başka çocuklarla kıyaslayıp durmaları gibi.

Halbuki Kıy’as işin sonunda birilerine mutlaka kıyar. Bu dediklerim özellikle kısa mesafe triatlona ve yol koşularına dair…

Şimdi içinde bulunduğumuz resme şöyle bir geri çekilip bakabilmek gerek: Bisiklet yarışlarına sadece podyum için gelen insanlar var. Bu insanları ayrı bir gruba koyalım bir kere. Özellikle erkeklerde bu adamların çoğu bu uğurda seni, beni hatta kendilerini bile ezer geçer…

Yarışı bıraktıktan sonra bizimkileri bekledim. Bitirenleri gözlemledim. Arada çok büyük sınıf farkı var. Zaten bu bahsettiğim müsabık insanlar yarışı eğer kürsü yapamazsa boşa geçmiş sayıyor. Yarıştan önce heyecan olur ya; adam bildiğin strese giriyor. Stresten midesini ağrılar giriyor. Bisiklete bineceğimden dolayı mideme ağrılar girmesi… Herhalde hayattan son isteyeceğim şey bu olurdu. Bu insanlarla arada sırada tesadüfen aynı ortamlarda bulunuyorum. Yeri geldiğinde beraber sürüyorum. Ama aynı olaya bakışlarının tamamen farklı olduğunu söylemeliyim.

Bütün bunları düşünürken hala koşuyorum. Üzerimde kalan bisiklet kıyafetlerini çıkarmadım. Arkamda yarış numarası bile duruyor. Acaba ne kadar oldu, artık eve doğru dönmem lazım.

Dolayısıyla insanlarla aynı şeyi yapıyor olmamız, aynı sporu yapıyor olmamız, aynı yarışta olmamız hiçbir şey ifade etmiyor. Mantalite tamamen farklı. Hedefler farklı. Amaç tamamen farklı. Aynı pelotonda benim ne işim var?

Ne demiştik hatırlarsınız: Açı her şey…

O zaman “benim açım ne? Acaba ben nereden bakıyorum spora? Başladığımdan beri ne, ne kadar değişti?” diye düşünmeye başladım. Eskisi gibi sadece hobi için spor yapan bir insan değilim. Bu hayatıma eklemlenmiş durumda. Bu yüzden yılların sürekliliği beni bir yere getirdi. Seni de. Mesafeler, hızlar, paceler, ftpler ve ilk başta konuştuklarımız sürekli değişti… Bazen konular aynı kaldı içerikleri değişti. İşin lezzetli kısımlarından biri de dönem dönem perdeler aralanırken (bkz. Unveil) bu sürekliliğin her merhalesinde aldığımız aynı-ayrı, acı-tatlı tatlar oldu.

İnsan aklı geçmişine karşı aşırı miyop. Nerelerden. başladığımı, neden başladığımı ve şimdi nerelere geldiğimi sanırım arada hatırlatmak gerekiyor içimizdeki sürekli daha fazlasını isteyip, doymak bilmeyen canavara…

En başa dönmek gerek sanırım: Ben bu spora nasıl başladım? Neden başladım? En iyi olmak mı istiyordum? Çok hızlı mı gitmek istiyordum?

Ben koşuya kafamda bin bir tilkinin dolaştığı günlerde başladım. Daha önce basketbol oynuyordum. Hayata dair şekillendirici kararlar vermem gereken aşırı yoğun bir dönemde kendime koşarak vakit ayırmaya başlamıştım. 3 km-5 km. Tamamen doğada. Tam da şu an yaptığım gibi. Sosyalleşmek için değil, tam tersine kendimle yalnız kalabilmek için. Zaten hep sosyal bir insandım. Hayatımdaki bazı önemli kararları, günlük yaşadıklarımı düşünebilmek için çok koştum. Farkettim ki gerçekten işe yarıyor ve aynı zamanda güzel vakit geçiriyorum devam ettim. Tabii ki koşarak bütün problemlerimi çözemedim. Ama o kadar fazla zaman düşünüp de çözemediğim problemleri de koşarken geride bırakmasını bildim. Koşmayı sevdim. Sevdikçe devam ettim. Devam ettikçe bir şeyler öğrenmem gerekti.

Yeni başlayan sakatlıkları, sorular, neler, nasıllar….Shin Splintler, tendonlar, aşiller… Herkesle dedikodu yapabilirsin ama herkesle teknik konuşamazsın. Pek tekniklere, programlara uyan bir insan olmasam da, bunları okuyup, öğrenip, konuşup tartışmayı epey severim. Bu yüzden antrenör oldum. Bu kendi kendime öğrenme kısmı da güzel geldi. İnsanlar koşu bahanesiyle beraber buluşup yarış koşuyor. Düşünsene ne güzel bahane. Kafe köşelerinde sedanter sedanter oturmak yerine. İlk yarışımı hatırlıyorum. Çok güzel kafalar…

Neyse, ne değişti? Aslında benim bu açımda değişen bir şey yok. Koşmaya başlamadan önce ne kadar ülkem, mesleğim, çalıştığım yer, yaşadığım yer değişse de, spor anlayışımda bir fark yok.

Evler, işler, şehirler, ülkeler, sevgililer, arkadaşlar değişti. Değişmeyen tek şey kendime spor sayesinde ayırdığım bu zaman oldu. Öyle oldukça da daha değerli hale geldi. Değerli hale geldikçe de daha fazla sürdürmek istedim. Bu zamanı uzatmayı ve daha fazla zevk almayı seçtim. Kısa zamanda yüksek performansa dayalı programlarla tam da bu noktada aram – bozuldu. Çünkü ben daha az antrenman yapmak istemiyordum. Aksine bisikletin üstündeki süremi uzatmaya çalışıyordum. Verimli olmak değil. Bunu uzun uzun yapabilmek benim için mühimdi. Kendi programımı bunu sürdürebilecek şekilde yazdım.

Hal böyle olunca Mert (Derman) ile konuşmamız aklıma geliyor: Sevdiğimiz şeyi yaparken ölsek demiştim. “Tam öleceğim, biraz zamanım daha olsa biraz daha koşsam öyle ölsem” demişti. Şimdi bu kafayı nasıl kıyaslarsın? Bunun keyfine nasıl kıyarsın!

Evet. Hepimiz öleceğiz. İnsan başına ya da çok yakınına bir şey gelmeden bu gerçeği unutuyor. Mustafa Karslıoğlu’nu düşünüyorum. En azından sevdiği şeyi yaparken öldü. Bu benim içimi rahatlatma yöntemim. Şöyle olsaydı vs. demek o kadar da mantıklı gelmiyor. Düşünsene ailesini falan. Ne büyük sıkıntı.

Geri dönüp kendimi düşünüyorum. Biz bu olayın neresine olacağız. Pelotonla sürmek gerçekten çok güzel bir his. Hatta o kadar güzel ki bu hissi özlüyorum. Hiç birşeyle kıyaslayamıyorum. Amaaaa…. Orada olanları tahmin edebiliyorum. O yokuştan geçtim. O hızlarda birisi çizgini bozsa sonucu bu işte. Önünde birisi çizgisini değiştirse gözümüzü açacağımız yer bu. Hatta işte hiç açamamak da var…

Tek başıma olsam ya da kafası benim gibi olan insanlarla… İnişlerde temkinli olsak, çıkarken de kendimize meydan okuya okuya, yaka yaka çıksak… Bu durumda böyle bir riske gireceğimi hiç düşünmüyorum. Hatta aslında neredeyse her hafta köylerde bunu yapıyorum. Hem bu yol çok güzel. Neden hızla bitiriyoruz ki…

Bilmiyorum. Biraz iyi değilim şu son iki gündür. Böyle şeyler sanırım beni etkiliyor. Etrafımda bunları açık açık fazla konuşabileceğim insan yok. Ya sporu hobi olarak görüyorlar ya da kafes dövüşçüsü gibi müsabık insanlar. Sanırım o yüzden kendi kendime daha fazla kalabileceğim bir tarafa doğru kaydım.

Koşum da bitiyor. Artık eve döndüm sayılır. Tam bir saat elli yedi dakika oldu.

Spor gerçekten ilginç. Bir karakter inşa etmiyor. Sanki ortaya çıkarıyor. Hobiden ölüm riskine kadar giden çok geniş bir renk skalası bu. Her rengi farklı bir seviye.

Ne var ki “Her şey zehirdir. Önemli olan doz” demiştik ya. Altın vuruş yapmadan, Karanlığa “düşme”den bütün renklerin lezzetini almak dileğiyle…

Esenlikle,

uee

--

--