Celal Cundoglu
BKM Kitap Kulübü
Published in
7 min readNov 27, 2016

--

Post modern (Şiirsel) roman okumak

Haruki Murakami’nin 1Q84 üçlemesini okumayı bitirdim. Kitaptan aldığım zevk bir sonraki Murakami eserini okuyacağım zamanı hayal etmeme sebep oldu. Sevilen yazarı okumaya ara vermek, hemen arkasından tekrar aynı yazarı okumamak lazım. Çünkü yazarın bir ömürde üretebileceği roman sayısı sınırlı ve ben onun külliyatını hemen tüketirsem o sayfaları çok özleyeceğimi düşünürüm. Yeni bir Murakami kitabını herhalde seneye okurum. Muhtemelen de kızımın kütüphanesinden “Renksiz Tsukuru Tazaki” yi ödünç alırım.

Sahilde Kafka (Kafka on the Shore)

Daha önceden Murakami’den Sahilde Kafka ve Norwegian Wood’u okumuştum. Norwegian Wood düz bir roman. Sahilde Kafka ise bir çok okuması olan, surrealist, sembollerle ve sürprizlerle dolu bir kitap. Hikayesi hiç beklenmedik virajlarıyla, yaratıcı olağan dışı betimlemeleriyle beni hep merak içinde kendine çekmişti. Okumazken de kitabı düşündürmüş, pasajları aklımda tekrar oynatmış, alternatif yorumlar bulmaya ve gizli manayı çıkartmaya yönlendirmişti. İtiraf edeyim sonunda bazı şeyleri anlamış, bir çoğunu ise anlayamamıştım. Yanlış anlamayın ama, bu anlayamama durumu benim gözümde kitabın değerinden hiç bir şey eksiltmemişti.

Sahilde Kafka’yı bitirdikten sonra biraz internette bakındım ve yayıncı firmanın okuyucular Murakami’ye kitabının manası ile ilgili sorularını sorsunlar diye bir web sitesi açtığını, yazarın sorulan 8000 sorudan 1200'ünü bizzat cevapladığını öğrendim. Kitapla ilgili bu kadar çok soru yanıtlanınca gizeminin çözülmesini beklersiniz değil mi? Bakın Murakami ne demiş Sahilde Kafka ile ilgili: “Bu kitabı anlamanın sırrı onu birkaç kere okumaktan geçer. Sahilde Kafka’da birkaç bilmece var, ama bunların çözümleri verilmiyor. Yerine, bu bilmeceleri birleştirdiğinizde, bilmecelerin birbiriyle iç içe geçen ilişkisinden bir çözüm olasılığı şekilleniyor. Ve bu çözümün şekli her okur için farklı. Bir başka deyişle bilmeceler aslında çözümün de işlevi olma görevini görüyor”.

Şimdi bu durumu bir sindirmek için bir ara vermek lazım. DNA sarmalı gibi birbiri içine geçmiş bilmecelerden -olası- bir sonuç çıkaracak kadar akıla sahip olmadığımı evvelki yıllardaki okumalarımdan bildiğim için, ki başka örneğini bilahare vereceğim, hiç kastırmadım. Sahilde Kafka’daki yaratıcı hikayeciliğin verdiği zevk zaten cebimde, önümdeki kitaplara baktım.

1Q84

Sahilde Kafka’yı okuduktan bir yıl kadar sonra Murakami’den 1Q84'ü okumaya başladım. Geçmişten tecrübeliydim, bu sefer dikkatli olacaktım. Paralel hikayelere ve anlamlara işaret eden ipuçlarını kaçırmamak kararlılığı ile giriştim bu tuğla kalınlığındaki esere. Zaten Murakami daha en baştan uyarıyı kabak gibi ilk bölümün adına yerleştirmiş: Görünüş sizi aldatmasın (Don’t let appearences fool you). Roman 1984 yılında, Tokyo’da yaşayan bir kadın bir erkek 30 yaşında iki kişiyi hikaye ediyor. Kahramanlar Aomame ve Tengo’nun birbirine değmeyen, bağımsız ama gittikçe örtüşen hikayelerini okuyorsunuz.

Roman her ne kadar uzun süre boyunca düz bir hikaye okuduğunuz izlenimini verse de ben tetikteyim. Elbet bir yerde hikaye raylar arası gidip gelmeye başlayacak, başka bir gerçekliğe makaslanacağız. Kendini doğrulayan kehanet gibi 300. sayfa civarlarında Aomame’nin gece göğe baktığında yan yana duran iki tane ayı şaşkınlık içinde görmesi ile birden fazla hikaye okumakta olduğumuz biz okura muştulanıyor. Kızcağız normal bir insanın böyle bir durumda verebileceği tepkilerden bazılarını verdikten sonra şu gerçeği kabulleniyor: artık bildiği dünyada ve zamanda değil, insanlar, yerler ve olaylar neredeyse birebir 1984 Tokyo’su ile benzese de şimdi paralel bir dünya ve zamanda yaşıyor. Bu nedenle bu yeni dünyanın zamanına 1984 yerine 1Q84 adını veriyor. “Ben 1Q84'de yaşıyorum” diyor. Kitabın adı da buradan geliyor.

Kalan bin sayfada iki anlamlı, iki yorumlu bir roman okudum. Duş yaparken, traş olurken, ev ile iş arasında yürürken, araba kullanırken bir değil iki romanı düşündüm, olaylarını karşılaştırdım, sürekli bu iki hikaye ile ilgili teorimi kontrol ettim. Bunun getirdiği doyum bir başka oldu, kendimi ilk olarak post modern bir romanın kontrolünü elime almış hissettim.

Kitabın nasıl bittiğini elbet anlatmayacağım. Ama açıkçası kitap boyu okuduğumu düşündüğüm her iki versiyonun da roman sonlandıktan sonra hikayede gerçekleşenler ile doğrulanabilir olması bana ipin ucunu bu sefer kaçırmadığımı gösterdi. Benim için bu bir ilk oldu.

Memnunum. En azından bu kitabı hakkıyla devirdim. Çoğunlukla böyle olmuyor tabii. Bende geminin fena halde karaya oturduğu örneklerden biri Orhan Pamuk’un Yeni Hayat kitabını okuyuşumdur.

Yeni Hayat

Yeni Hayat Ekim ‘94'de yayınlanmış. Ben Amerika’da yaşarken nasıl olmuşsa bir kopyasını edinmiş ve Nisan ‘95'te okumuştum bu kitabı. Yeni Hayat romanı beni hayatımın ilk 22 yılını yaşadığım Türkiye’nin o yakından tanıdığım, ancak bulunduğum coğrafya sebebiyle çok uzağımda olan deneyimlerine geri götürdü. Okudukça geceleri bitmeyen sigara dumanı altında yapılan şehirlerarası otobüs yolculuklarının üşümelerini, bilinç ile bilinçsizlik arası sık gidiş gelişlerin yaşandığı uykuları, ani fren veya parlayan ışıkların getirdiği kaza kaygısını, sıradan mola duraklarını, köhne kasabaları, sıcak çorbayı, kuru ekmeği, kötü çayı, mana arayışını, yalnızlığı hatırladım. 70 ve 80'li yılların Türkiye’si benim bulunduğum yer itibarıyla göremeyeceğim, memlekete dönsem dahi büyük şehirlerinde de bulamayacağım şekilde tükenmekte olan nostaljik ürün ve objeleri ile romanda boy gösteriyordu. Bu kitabı sevmemem imkansızdı. Evliliğimin ilk yılında, serin San Francisco bahar günlerinde bu kitabı okurken içimi hem Yeni Hayat’ın bana uzaktan gelen tanıdık dilinin, hem de eşimin yaptığı nefis helmeli kabak tatlısının ısıttığını çok net hatırlıyorum.

Okurken o kadar çok sevmiş olmama karşın, bitirdiğimde “ee ne oldu şimdi?” diye kendime sormuştum. Açıkçası anlamamıştım. Orhan Pamuk romanın içine “dikkatli okurumuzun gözünden bu konu kaçmamıştır” gibi ifadeleri hınzırca yerleştirmiş, ben de yeterince dikkatli olmadığım için hayıflanmıştım. Bu konuyu çözmem gerekiyordu. Bu nedenle Yeni Hayat’ı ikinci kere okumaya başladım. Bu sefer ipucu olabileceğini düşündüğün her cümlenin altını çizerek, kitap kenarlarına not alarak okudum. Ama gel gör ki yine anlamadım. Elimde son bir koz vardı: geri dönüp bu sefer altını çizdiğim bolümleri okuyacak ve çözecektim. Üçüncü turu bu şekilde ve ama maalesef hüsran ile tamamladım.

Bu kitabın üstesinden nasıl gelecektim? Nasıl anlayacaktım içindeki saklı manayı? Koşullara bakalım: sene ‘95, yer dünyanın öbür ucu. Şimdi Türkiye’de olsa idim, romanı okuyan akraba ve arkadaşlar ile gider tartışırdım, ipuçlarını karşılaştırır, bir sonuca varmaya çalışırdım diye düşünmüştüm. O zamanlar henüz internet küresel bir yaygınlıkta değil ve Türkiye’de ise hiç yok ki bir online tartışma forumu olsun. Amerika’da “bulletin board” adı verilen online topluluklar olurdu, üye olduğunuz şirketin, ki ben en geniş üye ağı olanlardan Compuserve’ün üyesiydim, sunucularına modem ile bağlanır, bu kapalı devre toplulukların ilginizi çeken konulardaki tartışma gruplarına iştirak ederdiniz. Ama gel görki Amerika’da “Yeni Hayat’ı anlamak” adında bir online tartışma grubu yoktu. Yenilgiyi kabulden başka çare kalmamıştı. Vazgeçtim bu kitabı anlama inadımdan.

Orhan Pamuk’u Okumak

Yıllar içerisinde, çok sık olmasa da, anlamı bende oturmayan başka kitaplar da okudum. Ama tecrübe denilen şey bazı tanıdık görünen yenilgileri daha kolay kabullenmek olsa gerek, o kitapları anlamak için Yeni Hayat kadar çok debelenmedim. Derken 2004 yılında bir gün bir kitapçıda karşıma Yıldız Ecevit’in ‘Orhan Pamuk’u Okumak’ isimli kitabı çıktı. Hafif bir çarpıntı içinde kitabı elime alırken bir yandan da inanmaz gözlerle kitabın ‘Kafası Karışmış Okur ve Modern Roman’ isimli alt başlığını okudum. İşte hayat bana yeni bir fırsat sunuyordu. Hemen satın aldım kitabı ve ilk fırsatta okudum.

Bu kitap sayesinde “post modern”, “açık”, “çok manalı”, “okuruna göre mana değiştiren”, “çok okumalı” isimleri verilen romanın bir tür olduğunu, geleneksel düz romanlardan ayrı olduğunu öğrendim. Çok şükür. Yazar bu roman türünü ülke edebiyatının en iyi örneklerinden biri olan Yeni Hayat üzerinden anlatıyordu. Çift manalar, görünen ve gizli manalar, alt metin-üst metin okumaları, hepsini Yeni Hayat kitabı bölümleri üzerinden örnekliyordu. Yıldız Ecevit’in kitabı bana hem adını koyamadığım roman türünü öğretmiş, hemde yıllar önce peşini bıraktığım mana arayışı konusunda kendimle barışma fırsatı yaratmıştı. Burada kitabı anlayamamaktan doğan bir yenilgi yoktu. Zaten kitapta birden fazla mana vardı ve öyle olması gerekiyordu. Sonuçlar yoktu, olasılıklar vardı. Yeni Hayat özelinde paralel hikayeyi okuyabilmek için biraz da tasavvuf bilmek gerekiyordu. O kadar da dikkatsiz bir okuyucu değildim demek. Sadece bilgi eksikliğim vardı.

Manzaradan Parçalar

Derken 2016 yılı geldi. Orhan Pamuk’un “Manzaradan Parçalar” ını okurken Pamuk’un “Coleridge’in Yaşlı Gemicisi” üzerine yazdıklarının içerisinde tekrar rast geldim Yeni Hayat’a. Pamuk, Yaşlı Gemici şiirini değerlendirirken eserin bir şiirin sahip olduğu özellikleri taşıdığını gözlemliyor. Belirsizlikleri, cevapsız soruları, bazen bir şekilde bazen öbür şekilde yorumlanan manaları, tekrar tekrar okunmaya davet eden mısraları şiirin en alışılmış özellikleri olarak anlatıyor. Pamuk şiire ait bu özellikleri düşünürken romanın da şiirin sahip olduğu özelliklere sahip olabileceğini savunuyor ve bunu Yeni Hayat ile şöyle örnekliyor:

“Anlaşılması en zor romanımın ‘Yeni Hayat’ olduğu, hele kitabın ilk çıktığı 1994 yılında, Türkiye’de çok yazıldı, çok söylendi. O günlerde hiç tanımadığım bir okurla telefonda konuştum. Anlaşılmaz olduğu söylenen Yeni Hayat hakkında çok övücü sözler de söylediği için kendimi tutamadım ve okura kitabımdan ne anladığını sordum. ‘Bilmiyorum ne anladığımı’, dedi okur bana. ‘Ama çok hoşuma gidiyor’.

Bir dönem bunun bir yazarın işitebileceği en parlak övgü olduğuna inandırdım kendimi. Şiir karanlık noktaları, belirsizlikleri, biçim dertleri yüzünden muğlaklığa, yoruma daha açıktır belki….Ama bana kalırsa roman da böyledir ve böyle olmalıdır. Yazdığımız romanın anlamının ne olduğunu, biz yazarlar sonuna kadar bilmemeliyiz. Bilsek bile samimiyetle bilmiyor gibi yazmayı derinlemesine öğrenmeliyiz. Çünkü Yaşlı Gemicinin bu kadar sevilmesinin, İngiliz dilinin ölmez eserlerinden biri olmasının nedeni, yalnız şiirin çocuksu basitliği ve güzelliği değil, içindeki pek çok şeyin ne anlama geldiğinin kesin olmaması, yoruma ve yeniden okumaya hep açık olmasıdır.”

Orhan Pamuk, Coleridge’in şiiri üzerinden yola çıkarak şu sonuca varıyor: “Yalnız şiirlerin anlamı ve değeri değil, romanların anlamı ve değeri de, okura verdikleri zevkle, güzellikleriyle, okura sundukları deneyimin (okuma serüveni) derinliği ve şaşırtıcılığı ile ölçülmelidir.”

Bu görüşe katılıyorum. Kafka Sahilde veya Yeni Hayat’ı tüm yönleriyle anladım mı? Anlamadım. Güzel miydi? Çok güzeldi. Kendini okuttu mu, düşündürdü mü, heyecanlandırdı mı, merak ettirdi mi, şaşırttı mı, zevk verdi mi, kitabın sonu yaklaşırken ‘bitmesin’ dedirtti mi? Bunların hepsine cevabım evet. Bir okur olarak daha ne isteyeyim?

Ben güzellikleri, sürprizleri, saklı manaları ile okurunu tekrar tekrar okumaya davet eden romanlara anıldıkları tür ismi olan ‘post modern roman’ yerine ‘şiirsel roman’ demeye karar verdim.

Şiirsel roman okumayı seviyorum.

--

--

Celal Cundoglu
BKM Kitap Kulübü

Interested in family, agility, history, literature, payment systems, sports, rock & humanitarian politics. Write own views in English & Turkish.