35C Kocamustafapaşa-Taksim

Oktay ÖZMAN
Cam Kenarından İstanbul
13 min readMay 25, 2019

Kocamustafapaşa… Burası benim mahallem.

Sokağın köşesindeki bakkala selam vermek, önünden geçerken manavla iki lafın belini kırmak oralı olmak için yetiyorken kendini İstanbul’a ait ya da İstanbullu hissetmek bugünlerde biraz zor… Ben kendimi buralı hissedebildiğim için şanslıyım.

Paşalı… Bundan sonra söz Kocamustafapaşa’dan açıldığında kısaca bu ifadeyi kullanacağım; Paşa. Bir Paşalı olarak bu ayrıcalığım var.

Özellikle fetihten sonraki dönemde şehrin paşaların baniliği ile imar edildiği göz önüne alınırsa bu ifade bir yeri anlatmak için yetersiz kalacağı düşünülebilir. Oysa semtin tarihine indiğimizde de göreceksiniz ki İstanbul’un diğer Paşa’larına göre bu ifadeyi en çok hak eden yer Kocamustafapaşa. Burası yani İstanbul’un yedinci tepesi, sanki planlı bir şekilde her asırda vezirlere/paşalara bırakılmış gibidir.

Takside “Paşa’ya…” dediğimde “Hangi paşa?” sorusuna maruz kalabiliyorum ama dolmuşta arkadan bir “Bir Paşa uzatır mısınız?” dediğimde kimse bana o taksici gibi bakmıyor.

Meydandan Taksim’e giden 35-C’ye biniyorum. Meydan dediğime de bakmayın. Murat Belge’nin de ifade ettiği gibi bizde meydanlar karayolculara bırakılmış. Dolayısıyla ortaya şehri gösteren, peyzaj harikası ferah meydanlar değil karşıdan karşıya geçmenin bile mümkün olmadığı yaya düşmanı karmaşık kavşaklar çıkmış. Paşa meydan gene de ölçeği ile ürkütücü değil sevimli bir açık alan. Güneye doğru hafif eğimli uzanan alanın bir kenarı boyunca 35’ler sıraya dizilir. Belediye otobüsleri de olmasa burasının insanların toplanması için pek de bir özelliği yok. Kuzeyde kalan Ramazan Efendi Camisi’nin, önündeki apartmanlar nedeniyle meydanla alakası kesilmiş. Mimar Sinan’ın eserlerinden olan ve nefis İznik çinileri ile bezeli cami şimdilerde tadilatta… Dehasını eserlerinin topoğrafya ile ilişkisinde gösteren Sinan’ın üç sıra tuğla bir sıra küfeki taş ile almaşık düzende inşa ettiği cami özensiz duvarlar ardında gözlerden uzak kalmamalıydı. Umarım tadilatlardan sonra bu durum değişir.

Cam kenarından yerimi aldım. Şoförün kontağı çevirmesi ile otobüs homurdanmaya başlıyor ve ağır ağır hareketlenip sola, Kocamustafapaşa Caddesi’ne doğru bir manevra ile meydandaki keşmekeşten sıyrılıyor. İki yanda park halindeki araçların sıralandığı daracık yolda koca otobüs züccaciye dükkânına girmiş bir fil gibi ilerliyor. İnce uzun cadde mahalle arasında tali bir yol gibi dursa da şehrin en eski akslarından biri. İstanbul’un yedinci tepesinden Aksaray’a doğru alçalan güzergâhta bin sene önce de bir yol varmış. Hatta üzerinden gerçek filler bile geçmiş olabilir (Yenikapı kazılarında binlerce yıllık fil kemikleri bulundu). Seferden dönen Bizans krallarının zafer alayı Yedikule’deki merasim kapısı olan Altınkapı (Porta Aurea)’dan şehre girer Mese Odos boyunca forumlardan halkı selamlayarak geçer ve saraya varırmış. Mese Odos (Orta Yol) bugünkü anlamıyla ana yol demek.

Doğu Roma ve onun devamı olan Bizans dönemlerinde şehrin ana yolu Y’ye benzeyen bu hatmış. Y’nin kolları bügunkü Fevzipaşa ve Kocamustafapaşa Caddeleri’ne benzer bir hat çiziyor. Kuyruk da Divanyolu… Bizans daha çok Kocamustafapaşa-Divabyolu aksını kullanmış. Bu aks boyunca günümüzde meydan olarak kullandığımız birçok alan (Aksaray, Beyazıt) o zamanlar forum denilen kamu alanlarıymış. Forumlar da meydanlara benzer fonksiyonlar görmüş. Arkadius gibi bazıları da beton işgaline uğramış. Arkadius’u yolun ilerisinde yad edeceğiz.

Günümüzde yol boyunca uzanan birkaç katlı küçük apartman yığınları İstanbul’a yoğun göçlerin yaşandığı 50li ve 60lı yılların yapsatçılarının eserleri… Şehrin üstüne çöken betonlaşma kâbusundan semt de zamanında nasibini almış. 35’i Beklerken kitabının yazarı ve eski bir Paşalı olan radyocu Nihat Sırdar çocukluğunda (80ler) semtte üç türlü konut olduğundan söz ediyor. Yapsatçılar her yere birbirine benzeyen bitişik nizam özensiz apartmanları dikmeden önce ahşap evler yoğunluktaymış. Bir de apartmanlar ve ahşap evler arasındaki dönemi temsil eden bir iki katlı müstakil haneler varmış. Onlar da tıpkı ahşaplar gibi yok olup gitti. Beton kütlelerinin arasında gözden kaçan fakat gören gözleri bir güneş gibi ışıltısı ile kamaştıran eski eserleri yakalamaya çalışıyorum. Gözüm bu ayırıma ne zaman vardı tam olarak hatırlamıyorum. Biraz ileride yolun solunda, süpermarketin önünde, tek başına duran yıkık dökük bir kemer kalıntısı var. Bu kalıntının, görebildiğim her yeri kaplayan beton apartman cephelerinden farkı tam olarak neydi? Bir kere tekdüzelikten uzaktı. Yüzyıllardır rüzgârla yağmurla aşınan taşın tarihi dokusu bende derin bir saygı ve merak uyandırıyordu.

Okumak için İstanbul’a geldiğim yeni yetme zamanlarımda her şey benim için çok karışıktı. Küçük bir şehirde doğup büyümüştüm ve İstanbul benim üzerimde bir şok etkisi bırakmıştı. Hevesle şehri gezdiğim ilk zamanlardan sonra sıradan bir İstanbulluya dönüşüp hayat meşgaleme kapıldım. Artık gözüm hiçbir yeri görmüyordu. İstanbul’u yıllarca görmedim. Sokaklarında gözüm kapalı yürüdüm. Aynı kaldırımdan onlarca kez geçsem de kafamı kaldırıp yanı başımdaki eski camiye bakmadım. Zaten kafam hep meşguldü. Ya geldiğim yeri düşünüyordum ya da gitmekte olduğum yeri. İstanbul ve onun sokakları sadece geçtiğim yerlerdi. Şehrin kaotik planı, bütünlük arz etmeyen mimarisi anksiyetemi artırıyordu. İstanbul’dan çoktan vaz geçmiş (aslında onu henüz gerçek anlamda görmeden) gözümü Avrupa’nın mimari harikası şehirlerine dikmiştim. Bir şekilde görme fırsatı bulduğum Roma’dan, Paris’ten, Londra’dan şehre dönüşlerim bu yüzden hep buruk olmuştur.

Yukarıda sözünü ettiğim harabe kemer kalıntısı gözümün açılmasını sağladı. Cerrahpaşa’da ihtisas yaptığım yıllarda gene Paşa’da oturuyordum. İşe (diğer bir deyişle okula) her gün yürüyerek gider gelirdim. Mahallenin kedilerinin mesken tuttuğu bu yalnız taş kemerin benzersizliğini fark edene kadar önünden belki de yüzlerce defa geçmem gerekmişti. Günlerden bir gün yıkıntının karşısındaki kaldırımdan geçerken kemerin ortasındaki boşluğun tam ortasından apartmanların arasına doğru uzanan ince uzun sokağı gördüm. Yolumu değiştirip patikaya girdim. Biraz ileride basamakların önünde kemerin aynısından vardı. Burası Hekimoğlu Ali Paşa Camisi’nin avlusunun güney kapısıydı. Küçük keşfim beni çok heyecanlandırdı. Aşağıdaki yalnız kemer meğer bir zamanlar caminin daha geniş dış bahçesinin kapısıymış.

Caminin adından yola çıktım. Buraların tarihini öğrenmek için camilerin izinden gitmek yeterliydi. Ali Paşa 18. yüzyıl sadrazamlarından. Hekimoğlu lakabı, ülkesinde tıp eğitimi almış ve sonradan Müslüman olmuş İtalyan asıllı babasından ileri geliyor. Ali Paşa, barok dönemin en tipik eseri olan ve kendi adı ile anılan çeşmeyi yaptıran III. Ahmet’in sevgisine mazhar olmuş. Baroğun Osmanlı yorumunun şehri etkisi altına aldığı Lale Devri’nden hemen sonraki yıllarda inşa edilen cami o dönemin izlerini taşıyor. Merkezi kubbe altı fil ayağı üzerine oturtulmuş ve yarım kubbelerle desteklenmiş. Mihrap güneyde kalan yarım kubbe ile örtülü bir eksedranın içinde. Külliye civarda tarzı ile bütünlük arz eden en büyük yapı topluluğu. Avlu duvarının kuzeydoğu köşesine yerleştirilmiş sebil geniş saçakları ile III. Ahmet Çeşmesi’ni andırıyor. Güneyde yalnız duran kapı hesaba katıldığında caminin vaktiyle çok büyük bir bahçesi olduğu anlaşılıyor. Muhtemelen dönemin etkisiyle çiçeklerle bezenen arazi barok sona erince atıl duruma gelmiş ve 20. yüzyılda beton işgaline uğramış. Caminin batısında kalan son arazi günümüzde küçük bir yeşil alana dönüştürülmüş. Alanın orta yerinde barokun buralarda çoktan öldüğünü ilan eden fıskiyeli bir süs havuzu var. Böyle anlattığıma bakmayın. Bütün bunları otobüsün cam kenarından göremedim. Göze takılan yalnız kapı meraklısını alıp tarihte bir yolculuğa çıkarma vazifesini hala yerine getiriyor.

Külliyenin kuzeyinde, caminin adı ile anılan caddenin karşı sokağında, yüksek duvarlarla çevrili bir Rum Ortodoks Kilisesi ile Şuca Mehmet Çavuş Camisi görülüyor. 35-C semte dönerken bütün bu yapıların arasından geçen Alipaşa Caddesi’ni kullanıyor. Şuca Mehmet Çavuş nimel ceyştendir. Cami uzun yıllar harabeyken yakın zamanda post modern bir mimari üslupla yeniden inşa edilmiş. Kâbe’yi andıran kubbesiz cami, kesintisiz devam eden apartman cepheleri arasında kendine bulduğu küçük bir boşlukta asi duruşu ile beklenmedik bir detay.

Bu küçük kubbesiz cami aklıma çetin bir soru soktu. Türk camileri neden kubbeli? Türklerin cami mimarisine kattığı en büyük yenilik sanırım kubbe. Gökkubbe ifadesi edebiyatımızda ve dini metinlerde sıkça geçiyor. Gök aslında tam olarak bir kubbe olmasa da insan gözünün gördüğü gökyüzü bir kubbe gibidir. Tasarımın çadır kültürünün bir devamı olduğunu söyleyenler de var. Osmanlı sultanları Ayasofya’nın devasa kubbesini geride bırakmak için mimarlarını vazifelendirse de kubbe çok daha önce camilerimizde görülmeye başlayan bir detaymış. Tarihte bilinen ilk Türk camisinde kubbe varmış. Semerkant yakınlarındaki Degaron Camisi’nin ana kubbesi daha küçük sekiz kubbe ile çevrelenmiş. Anadolu’daki ilk Türk camisi olan Garipler de cami duvarlarından bağımsız ayaklarla desteklenen bir ana kubbe ihtiva ediyor.

Kubbeler dörtgen prizma yapının sivri köşeleri ve keskin hatlarını gizleyerek formunu yumuşatıyor. Beyazıt Camisi’ne baktığımda çevresindeki türbeler ve diğer kubbeli yapılarla beraber göğe doğru giderek yükselen bir tepecik görüyorum. Şüphesiz ki eski İstanbul’da caminin duvarlarına yaslanan ve onun tahakkümüne boyun eğen eğri büğrü küçük ahşap evler görkemli bir tezat yaratıyordu. Daha uzaktan bakıldığında ise (Konstantiniyye’de bu mümkündü) özellikle eğimli topoğrafyası ile İstanbul’da, tepeler ve yamaçlarda etkileyici siluetler oluşmuştu. Böylece kubbe ve minare İstanbul’un alametifarikası haline gelmiş.

Meselenin bir de statik tarafı var. Mekâna derinlik katan ve tavanı olduğundan daha yüksek gösteren kubbeyi dörtgen bir zemine yerleştirmek ve taşımak kolay olmamış. Bunun için fil ayağı denilen kocaman sütunlar kullanılmış. Bu sefer de fil ayakları kubbenin yarattığı ferahlık duygusunu gölgeler olmuş. Mimarlık tarihimizde kabaca bu statiğe meydan okuma belirleyici olmuş. Varlıklarının pek farkında olmasak da çok değerli mimar ve mimarlık tarihçilerimiz var. Onların nefesini ensemde hissederken bu meselelerde ahkâm kesmek kolay değil. Öte yandan bu adamlardan biri, Doğan Kuban mimariye karşı duyarlı olmanın “bir özel Müslüman uygarlığı borcu” olduğunu söylüyor. Ben sadece mimari şaheserlerle dolu bir mahallenin sakini olarak her gün yanı başından geçtiğim bu eserleri artık gördüğümü haykırıyorum.

Yol boyunca Osmanlı mimarisinin geçirdiği belli başlı dönemleri temsil eden birkaç caminin daha kenarından bucağından geçiyorum. Daha önce de belirtmiştim. Diğer altı tepenin aksine Konstantiniyye’nin son tepesinin siluetini kubbe ve minarelerle süslemek vezirlere kalmış. O sebeple bu yazıda bol bol paşalardan söz açacağım. Tepe boyunca camiler sıraya dizilmiş. Sıranın en başındaki Koca Mustafa Paşa Camisi yola çıktığımız meydanın biraz gerisinde kaldı. Apartman blokları yüzünden onu da cam kenarından göremedim ama semte de adını veren bu zata biraz yer verelim. Sümbüliye tarikatı burada kurulduğu için cami Sümbül Efendi adıyla da anılıyor. Tarikat liderinin hikâyesi pek ilgimi çekmedi ama paşanın maceralı bir hayatı olmuş.

Paşa, II. Beyazıt zamanı vezirlerinden. Osmanlı tarihinde Beyazıtların iktidarları sancılı geçmiş. Birincisi Timur karşısında aldığı yenilgi ile devleti fetret devrine sokmuş. II. Beyazıt da babasının ölümünden sonra kardeşi Cem Sultan ile çetin bir saltanat kavgasına girişmiş. Kardeşine yenilen Cem Sultan Avrupa’ya kaçmış. Roma’da, Papa’nın korumasına girmiş. Korunması için binlerce duka altın göndermek gerekmiş. Bu noktada Koca Mustafa Paşa devreye girmiş. Fransız asıllı paşa Cem Sultan’ın yakınına kadar sokulup berberi olmuş. Paşanın şehzadeyi tıraş ederken usturasına sürdüğü bir zehirle öldürdüğü söyleniyor. Koca Mustafa Paşa, II. Beyazıt’ın sultanlığında etkili olduğu gibi tahttan feragate de razı etmiş. Fakat Selim’in tahta çıkması paşanın sonunu getirmiş. Vezirlerini idam ettirme huyuyla bilinen Yavuz Sultan Selim kellesini vurdurmuş.

Koca Mustafa Paşa Camisi eski bir Bizans kilisesi… Beyazıt döneminde, babasının başlattığı iskân faaliyetlerinin de etkisi ile şehir iyice kalabalıklaşmıştı. İster artan nüfus ile Müslümanlara yeni yaşam alanları açma ihtiyacına bağlayın isterseniz de sultanın sofuluğuna ama şehirdeki kiliselerin çoğu Sultan Beyazıt zamanında camiye çevrilmiş. Ayasofya, Küçük Ayasofya ya da Kariye kadar meşhur değil ama burası da Hristiyanlığa ait mabetlere gösterilen mimari saygı döneminin örneklerinden.

Biraz ilerideki Davut Paşa Camisi geçiş dönemini temsil ediyor. Bu dönem Bursa okulu ile İstanbul’da olgunlaşan klasik üslup arasında… Sırada Cerrah Mehmet Paşa Camisi var. Burası Sinan’dan sonra klasik geleneği sürdüren Davut Ağa’nın eseri… Biraz aşağıda Murat Paşa Camisi Bursa okulunun zaviyeli camilerinin İstanbul’daki iki-üç örneğinden biri… Neogotik bezemeleri ile eklektik bir örnek olan Pertevniyal Camisi’ni de gördüğümüzde sıradan otobüs yolculuğumuz eşi bulunmaz bir mimarlık tarihi dersine dönüşüveriyor.

Yanlarından her geçişimde bu camilere bakıp duruyorum. Akıllı telefonumdan bir şeyler bulup hemen oracıkta okuyorum. En çok başvurduğum online kaynaklardan biri tas-istanbul.com, değerli bir içerik sunuyor. Edindiğim mütevazı birikim ve tecrübe ile yukarıda söz ettiğim mimari üslupları kabaca tarif edebilirim sanırım. Boş bir kâğıda bir kare çiziyorum. Bu kare Kâbe’yi, yani ilk camiyi temsil etsin. Şimdi de karenin üst kenarının orta yerine bir kubbe çizdim. İşte Türklerin cami mimarisine kattığı en büyük yenilik… Karenin iki yanına daha küçük ve alçak dikdörtgenler ekledim. Bunlar tabhaneler… Bursa tipi camilerin alametifarikası… Tabhanelerin üzerine kabaca geçiş dönemini temsil eden yarım kubbeler koyalım. Tek bir zeminde toplaşan kubbeler böylece farklı yüksekliklere dağıldı. İlk çizdiğim karenin sivri köşeleri ve keskin hatları siluette kayboldu. Merkezi kubbeyi silip daha büyüğünü çizdim. Etrafına onu destekleyen yarım kubbeler yerleştirdim. Hatlar daha da yuvarlaklaştı. Ayasofya’dan ilham alınan buydu.

Çizdiğim basit şekil bir Bizans kilisesi de olabilirdi. Bir köşesine minare çizdim. Şimdi tam bir cami oldu. Tabii ki her biri eşsiz mimari eserleri bu kadar basitleştirip aynı kalıplara sokmak mümkün değil. Her biri kişisel becerilerini ve hayallerini yansıttıkları eserleri ile ölümsüzleşen mimarlara saygısızlık etmek istemem.

Semti sadece camiler ve külliyeler ile anmak İstanbul’un çok katmanlılığını göz ardı etmek olur. Bir otobüs durağı adından yola çıkarak bile bu şehir hakkında birçok söz söylenebilir. Esekapı ya da otobüsün navigasyon sistemindeki kadının seslendirdiği gibi Eseykapı… Otobüs durağa yanaşıyor ve pıslayarak bütün kapılarını açıyor. Öğrencisinin, öğretmeninin, yaşlısının, kredisi bitenin her birinin başka türlü öttürdüğü Akbil seslerinin akabinde yolumuza devam ediyoruz. Aslında İsakapı olan kelime halk ağzında zamanla Esekapı haline gelmiş. Eskiden burada kocaman bir kemer varmış. Fetihten sonra bir depremde yıkılan kalıntının Konstantin surlarının kapısı olduğu düşünülüyor. Gene yalnız bir kapı… Büyük Konstantin şehri yeniden kurduğunda Marmara’dan Haliç’e uzanan kara surları şimdikilerden daha içerideymiş. Şehir büyüyünce II. Theodosius surları ileri taşımış. Surlardan iz kalmasa da kapı bir süre daha yaşamış. Kapıların işlevlerinin yanında sembol değeri taşıması ömürlerini uzatabiliyor. Keşke hala ayakta olsaydı. Otobüs altından geçer giderdi. Hadım İbrahim Paşa Mescidi ve Medresesi de burada. İbrahim Paşa, Kanuni’nin kızı Fatma Sultan’ın kocası… Sultanın kardeşini bir hadıma vermiş olmasını ben kendimce çevresinde kendininkinden başka iktidara tahammülü olmamasına yordum. Mescit eski bir kiliseden Mimar Sinan tarafından dönüştürülmüş. Vezir camilerinde hiç anmadığımız Sinan’ı şimdiye kadar daha küçük ölçekli eserleriyle konuştuk. Eski sur kapısı ve kilise göz önüne alındığında buranın ilk kurulduğu zamanlarda şehrin giriş kapısı ve önemli bir bölgesi olduğu anlaşılıyor. Hatta İsa’nın göğe yükseldiği sırada bastığı kutsal bir taşın buradaki kilisede olduğu rivayeti mevcut. Bugün sadece bir otobüs durağı ile yâd edilen tarihe bakın.

Kavşağın ortasındaki reklam tabelasında yakında burada Kocamustafapaşa Metro Durağı’nın inşa edileceği duyuruluyor. Kazma vurur vurmaz tıpkı Yenikapı’da olduğu gibi topraktan tarih fışkırabilir. Öyle olmasa bile şu an bildiklerimizle İsakapı çevresinin şehrin tarihinde ne kadar mühim olduğunu biliyoruz. Umarız bunların farkında olan bir mimar çıkar da metro durağını tasarlarken şimdilerde adli tıbbın duvarları içinde kalan medreseyi gün yüzüne çıkarır. Belki İsakapı’nın kaybolup gitmiş yalnız kemerini de durak için yeniden yorumlar.

Büyük Konstantin’in şehrine henüz yeni girdik. Böylesine birbirini kuşatmış kaç İstanbul daha var? Kaç İstanbul var İstanbul’dan içeri? Kadim söylencelere göre şehri 9. kez kuran Konstantin’miş. Ondan önceki efsanevi kurucular arasında Mageralı Byzas’ın, Büyük İskender’in hatta Hazreti Süleyman’ın adı geçiyor. Bu hesapla Fatih Sultan Mehmet şehri onuncu kez kurmuş oldu. Sonraki dönemlerde yaptıklarımız şehri tekrar kurmaktan uzak. Biz zaten elimizde olan şehri beton ordularıyla yeniden kuşatmış olduk.

Medreseden itibaren devasa kampüsü ile Cerrahpaşa Tıp Fakültesi yolun sağı boyunca uzanıyor. Cumhuriyet’in en önemli kazanımlarından olan bu kurum aynı zamanda onun hafızasını da barındırıyor. Fakülte köklerinin dayandığı eski hastane ile Osmanlı hafızası da taşıyor. Otobüs Cerrahpaşa durağında durduğunda çirkin kampüs kapısının hemen yanındaki tarihi Cerrahpaşa Hastanesi binasını görmek mümkün. Bu ve bitişiğindeki kâgir bina imparatorluğun son dönemlerinden kalma. 1893 yılındaki kolera salgını sırasında binaların yerinde olan bir paşa konağı geçici olarak kolera hastanesine çevrilmiş. Hastane girişinin hemen karşısındaki konağı andıran restoranın adı da oradan geliyor. Ayrıca hastane arazisi yıllardır sivil yapılaşmaya kapalı olduğundan yoğun şehirleşme öncesi dönemlere dair izleri halen taşıyor. Kampüsün içinde çok sayıda tarihi cami, mescit ve çeşme var.

Lisenin geçmişinden bahsederken Davut Paşa’nın kendisi ve bugün okulun arkasında apartmanların arasında sıkışmış ve bir kısmı harap bir kısmı da yok olup gitmiş Davut Paşa Külliyesi’nden de söz etmek gerek. Davut Paşa Arnavut asıllı bir asker ve devlet adamı… İstanbul’un fethindeki yararlarından ötürü Fatih Sultan Mehmet fetihten sonra kendisine vakfetmesi şartıyla büyük bir arazi bırakmış. Bu arazinin sınırları günümüzde Aksaray semtinden Davut Paşa Kışlası’na dek uzanmakta. Padişahın şehrin imarı için vezirlerine yüklediği bu görev sonraki birkaç padişahın döneminde de devam etmiş ve Konstantiniyye’yi şekillendirmiş. Vezirler ve sadrazamlar kendi adları ile anılan cami ve külliyelere bani olmuş ardından da bu yapıların etrafında imparatorluğun çeşitli bölgelerinden getirilen insanlar yerleştirilmiş. Caminin tek merkezi kubbesi ile tipik bir geçiş dönemi örneği olduğunu ifade etmiştim. Medrese bu günlerde restorasyondan geçiyor. Hangi garip derneğe ihtisas edileceğini merakla bekliyorum.

Arkadius Sütunu’nun kaidesi

Otobüs Cerrahpaşa’dan sonra iyice daralan yolda dura kalka ilerliyor. Buranın bir zamanlar görkemli bir meydan olduğunu hayal etmek zor. Etraftaki küçük apartmancıklardan kurtulun, tekrar Bizans çağına dönüyoruz. Üç dört katlı apartmanların hepsi tek tek göğe doğru yükselip yok olduğunda alanın ortasında kocaman anlamsız bir kaya yığını kalacak. Sonra bir kaideyi andıran kayanın üstünde kalınca bir sütun belirmeye başlayacak. Sarmal bezemeli sütun döne döne uzayacak ve kırk metre olacak. Sütun dönerek göğe yükselirken spiral bantlarda tasvir edilen sahneler art arda canlanıp Arkadius’un ordularıyla Gainas’ı yendiği savaşı bir film gibi gözlerinizin önüne serecek. En sonunda kral atının üstünde altın rengi heykeliyle sütunun tepesinde gururla belirecek.

Arkadius Sütunu, Forum Arkadius’un ortasında yükseliyormuş. Konstantin’in şehrine daha yeni girmiştik. Şehre girdikten sonraki ilk forum… Antik çağların agorası, günümüzün meydanı… Osmanlı döneminde burası satıcıların çoğunu kadınlar oluşturduğu için Avrat Pazarı diye anılırmış. Böyle olunca kaidenin adı da Avrat Taşı olmuş. Heykel çalındı, sütun yıkıldı… Kaide de harap oldu ama hala orada ve insanı inatla bütün bu geçmişi hayal etmeye zorluyor. Bu taş yığını o kadar tarihi ki tarihte de tarihiymiş. Kaideye sırtını vermiş fırının arkada bu bin yedi yüz yıllık kalıntıya neler yaptığını bilmiyoruz.

Otobüsün ağır ağır kat ettiği bu yolun bin yedi yüz yıl önceki Mese Odos olduğunu düşünmeyi seviyorum. Ama Cerrah Mehmet Paşa Camisi ile ilgili okuduklarım beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Turan Akıncı ve birçok kaynak yolun cumhuriyet döneminde yapılan imar faaliyetleri ile külliyenin ortasından geçirildiğini yazıyor. Kendimi böyle olmadığına ikna etmek için yakaladığım en ufak ipucunun peşini kovaladım. Sinan’ın ve öncülü mimarların mutlak bir merkezi plan içeren külliye düzenleri en büyük dayanağımdı. Medreseler, hamamlar, türbeler merkezdeki caminin etrafında onun köşelerine saygı duyan bir planla yerleşmişler. Bu kati yerleşim sanki şehrin daha büyük ölçekli planlarının belirleyicileri gibidir. Sinan topografyayı öyle kullanmış ki sanki şehrin gerisini (belki de yüzyıllar sonra inşa edilecek kısımlarını) kendi belirlediği doğrultularda uzanmaya zorlamış. Acaba onun varisi Davut Ağa da Sinan’ın kafasındaki Konstantiniyye haritasını görebilmiş miydi? Öyle olsa medreseyi yola yaslamaz caminin doğrultusuna çekerdi. Uydu görüntülerinde medrese ile caminin doğrultularının arasındaki uyumsuzluğu yakalamak benim için büyük bir keşifti.

Bu paşadan da söz edelim. Sünnet ettiği III. Mehmet tarafından sadrazamlığa getirilmiş. Sultanın halası ile evlenmiş. Yani hem namını hem makamını hem hanımını III. Mehmet’ten almış.

Camiden sonra 35-C eski hattı yani Mese Odos’u terk edip sola Haseki’ye doğru dönüyor. Bölge ve orada yerleşik hastane adını meşhur Hürrem Sultan’dan alıyor. Haseki Hürrem Sultan hayırsever bir kadınmış ve Mimar Sinan’a içinde şifahane de olan büyük bir külliye yaptırmış. Haseki Eğitim ve Araştırma Hastanesi şifahanenin devamı niteliğinde. Fakat maalesef hastane yakın zamanda şehrin çeperine taşınacak. Külliye mahallenin içlerine doğru uzanıyor.

Bin sene önceki planda yol hiç sapmadan dosdoğru Forum Bovis’e yani Aksaray’a bağlanıyor. Osmanlı döneminde yüzlerce yıl kullanılan güzergah Aksaray’ın meydan olmaktan çıkıp kavşak olması ile değiştiriliyor. Aksaray öyle karışık ki bir hattı daha kavşağa bağlayamıyorlar sanırım. Burada her zaman trafik vardır. Otobüs, istimlakler sırasında iki sokağın birleştirilmesi ile oluşturulan geniş Adnan Adıvar Caddesi’nden Millet Caddesi’ne dönmeden ışıklarda epey bir bekliyor. Beklerken biraz da Adnan Bey’den bahsedelim. Kendisi ilk sağlık bakanımız ve cumhuriyetin ilk bilim tarihçisi olarak anılıyor. Halide Edip Adıvar’ın kocası. Padişah tarafından Atatürk’le birlikte hakkında idam kararı çıkarılan altı kişiden biri de, Atatürk’e düzenlenen İzmir’deki suikast girişiminde adı geçen ve İstiklal Mahkemesi’nde yargılananlardan biri de aynı Adnan Adıvar…

Artık semti terk ettik. Işıklardan sonra sağa dönen otobüs son zamanlarda iyice tuhaflaşan Yusufpaşa’ya doğru ilerliyor. Burası 18. yüzyıl sadrazamlarından Koca Yusuf Paşa ile anılıyor. Tek bir dikili taşı olmamasına rağmen adının bölgeye verilmiş olması bana ilginç gelmişti. Gerçekten de İstanbul’a hayrı dokunmamış ve tarihe bakire tutkusu ile geçmiş, liyakatten uzak, kayırmalarla anılan bir paşaymış kendisi. Bugünkü Yusufpaşa’nın hali de ortada. Her yanı saran Arapça dükkân tabelaları ile burası artık küçük bir Arap semtine dönüştü.

Yusufpaşa’da otobüsten iniyorum. Geçmişin izleri, vezirler, paşalar, Bizans kralları zihnimin raflarındaki yerlerine geri dönüyor. Görebildiğim her yeri beton kaplayınca gündelik gri dertlerime geri dönebiliyorum.

Aksaray ve yolun Taksim’e devam eden kısımlarını başka cam kenarlarından anlatacağım.

--

--