36CE Eminönü-Cebeci: 1. Kısım

Oktay ÖZMAN
Cam Kenarından İstanbul
7 min readDec 8, 2020

36CE ile eski İstanbul’un Haliç kıyıları boyunca kuzeybatıya doğru bir yolculuğa çıktım.Yakın gelecekte bu güzergahı bir tramvayın cam kenarından seyretmek de mümkün olacak. Aslında şimdi bir otobüsün cam kenarından etrafı izlememize olanak sağlayan bu yol civarın tarihini değiştirdi. Yol Yedikule-Samatya hatta bütün Marmara kıyılarına ne yaptıysa bu kıyılara da aynısını yaptı. Yani bu tarihi yolculuğa çıkabilmek tarihin bır kısmının yok edilmesi ile mümkün oldu. Gerçi bütün suçu yola yüklememeli. Haliç kıyıları, şehirde 19. yy sanayisinin var olma çabalarının sevimsiz bir resmi haline gelmişti. Öte yandan yakın geçmişte nüfusu hızla artan şehrin tedarik zincirleri yani can damarları da Haliç’ten geçiyordu.

Önce gayrimüslimler sonra da sanayi Haliç’i terk etti. Böylece bütün kıyı şeridi ama bilhassa Fener-Balat tarafı bir çöküntü alanı haline geldi. 19. yy endüstri mimarisi, şimdilerde sayıları gittikçe artan bilim, sanat ve kültür mekanlarının dekoruna dönüşüyor. Cam kenarından seyrettiğim güzergahlara hep bir tema bulmaya çalışıyorum. Bazen bu çok zorlama oluyor ve vazgeçiyorum. Herhalde bu rota için çok büyük bir çaba göstermeme gerek kalmayacak. Güzergahta oldukça baskın bir sanayi-ticaret teması var. Ama sanayi-ticaret yapıları her zaman bir kilise ya da cami kadar uzun ömürlü olamıyor. Derme çatma olan yapılardan zamanla hiçbir iz kalmıyor. Böylece çok daha eski camiler kiliseler atölyelerin, fabrikaların arasında sıkıştıkları yerde yeniden beliriveriyor.

36CE Eminönü’nün hengamesinden ağır ağır sıyrılıp yola çıkıyor. Sağda Haliç manzarası var ama görülecekler daha çok sol tarafta. Ben de sol cam kenarına oturdum. İlk önce, tepeye, Süleymaniye’ninkine doğru yükselen kurşun kubbeler aldı gözümü. Bu kurşun kubbelerden biraz daha yüksek olanı Çukur Hanların ardında kalan Rüstem Paşa Camisi’ne ait. Caminin tepedeki Süleymaniye ile ilişkisini hep manidar bulmuşumdur. Rüstem Paşa, Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamlarındandı. Padişah gölgesinde bir sadrazam.. Hava kararınca Rüstem Paşa, Süleymaniye’nin görkemli silüetinde kaybolup gidiyor. Caminin yanındaki daha alçak kubbe Tahtakale Hamamı’na ait. Hamam camiden çok daha eski, Fatih Sultan Mehmet döneminden kalma ve şehrin ilk hamamlarından biri (hatta belki de ilki). Fatih Camisi’nin vakfiyesi olarak inşa edilen hamamdan Evliya Çelebi de söz etmiş. Yakın geçmişte bir çarşı olarak restore edilene kadar depo ve fabrika olarak da kullanılmış. Kapalıçarşı’dan aşağı doğru uzanan Uzun Çarşı Caddesi, cami ile hamamın arasından kıvrılarak geçiyor. Antik Roma döneminde Makros Embolos adıyla bilinen bu cadde bugün güzergahını da işlevini de koruyor.

Burası çok eskilerden beri şehrin ticaret bölgesi. O yüzden camilerin etrafı medreselerle değil hanlarla çevrili. Büyük Çukur Han şehrin en eski hanlarından biri. Dışarıdan iki katlı iç avludan üç katlı olduğu için olacak ki adına çukur denmiş. Hemen batısındaki de Küçük Çukur Han olarak anılıyor. Cami ile beraber Mimar Sinan tarafından inşa edilmişler.

Civarın Galata’dan bile eski bir Venedik kolonisi olduğuna, Eminönü’de eski bir Galata tahayyülüne, hakim bir noktada yükselen Eirene Kulesi’nin tıpkı eski Galata gibi surlarla çevrili bu bölgenin kulesi olma ihtimaline –çok cezbetse de- hiç girmeyeceğim. Zira Eminönü başlı başına bir bölümün konusu olmalı.

Yol ile Haliç arasında kalan alanda eskiden yoğun bir yerleşim olduğu tayyare fotoğraflarında görülüyor. Burası eski yemiş iskelesi çevresinde kurulan Zindan Mahallesi’ydi. Dalan döneminde bölgede birçok eser yıkılmış. Kalan eserler şimdi otopark, otobüs durağı ve park alanı olarak kullanılan geniş alanın ortasında kalakalmış. Hengamenin ortasında kalan bu yapı öbeği maalesef o eski liman semti havasını vermekten uzak. Öbeğin içindeki cami Beyazıt ve Yavuz Selim devirlerinde hekimbaşılık yapmış Ahi Mehmet Çelebi’nin adıyla anılır. Hikayeye göre Evliya Çelebi, rüyasında dili sürçerek “seyahat ya Rasulullah” dediği Hz. Muhammed’i bu camide görmüştür. Hemen yanındaki Zindanhan’ın bitişiğindeki eski sur kulesinin hikayesi ise daha ilginç rivayetlerle bezelidir. Efsaneler dallanıp budaklanıyor. Burada uzun uzun anlatmayacağım. Bizans kralının zindana attığı Baba Cafer diye bir Arap elçisi olmuş mudur yoksa bu isim Yeniçeri geleneğinden gelen Bab-ı Cafer’den bozma mıdır tam olarak bilinmez. Ama zindandaki türbenin, şehirde yeniçerileri hatırlatan hiçbir şeyin kalmasını istemeyen II.Mahmut tarafından tamir ettirilmesinin ve zindana padişahın kitabesinin konulmasının politik olarak anlaşılır bir tarafı vardır. Hikayeleri bir kenara bırakırsak zindanın örüldüğü taşların söylediği gerçek şudur; burası eski Haliç surlarının bir (civarda günümüzde ayakta kalmış tek) parçasıdır. 19. yüzyılda kuleye bitişik olarak inşa edilen han da Zindanhan adını almış. Hemen yanında gene aynı dönemde inşa edilen Değirmen Hanı görülüyor. Yemiş iskelesinde birçok han daha vardı. Ama çevredeki bütün binalar yıkılırken neden sadece bu iki hanın ayakta kaldığını anlamakta zorlandım. Adeta çıplak bırakılmış bu eserlerin hali bana Kazlıçeşme’yi hatırlattı. Orası da çevresindeki mahallesini kaybetmiş eski eser mezarlığı gibiydi. Issız Kazlıçeşme’den farklı olarak burayı günün her saati tavaf eden araç ve insan kalabalıkları var.

36CE yola devam ediyor. Birkaç han, cami daha geçiyoruz ve Eminönü’den uzaklaşıyoruz. Solda Ali Paşa Hanı’na gelmeden Sarı Timur Mescidi görülüyor. Mescit fetihten kısa bir süre sonra inşa edilmiş ve zamanla birkaç tamir görmüş. Güzergahın temasına çok uygun bir adla (Kantarcılar) da anılıyor. Otobüs duraktan hareket edip tekrar hızlanırken günümüzün özensiz cepheleri ve kirli tabelalarının görüntüsü birbirine karışıp silikleşti. Ama bir an Ali Paşa Hanı çarptı gözüme. Eskiyi görmek… Bu aslında zamanla kazanılıyor. Benim de gözlerim kördü. Baktıkça küfekiyi, küfekinin üstünde oluşan ve ona eski görüntüsünü veren patinayı, Bizans tuğlasını, sütunları, kemerleri tanır oldum. Bu tanışıklık bir kez gerçekleştiğinde unutmak imkansız oluyor. İşte Ali Paşa Hanı da cam kenarından öyle göründü gözüme kesme taş ve tuğladan örülme cephesiyle. Genco Erkal, ailesinden miras kalan bu hanın avlusunu kendi çabalarıyla açık hava tiyatrosuna çevirmiş, çok sevilen gösterilerini icra ediyordu.

Hanın karşısında, Haliç kıyısında geniş bir alan var. Metro köprü ayağının ve kötü durumdaki Zübeyde Hanım Heykeli’nin olduğu geniş alanda yakın geçmişte Unkapanı Merkez Hali vardı. Eski fotoğraflarda şet çatılı modern görünüşüyle dikkati çeken yapı bütün bu alanı dolduracak kadar büyüktü. Bir yanında da iskeleye bakan iki tane fener çatılı antrepo benzeri yapı vardı. Hal biraz geride kalan eski yemiş iskelesinin devamı ve onun modern bir ikamesi olarak inşa edilmişti. Önünden üst üste yığılmış tahta meyve kasaları ve kabzımal kamyonları eksik olmayan bu yapı kompleksi korunsaydı uzun süre bölgeye de meyvehoş adını vermiş bu hal binaları yolun ilerisinde Haliç’in iki yanında göreceğimiz eski sanayi-ticaret yapıları gibi dönüşebilirdi. Önce yemiş iskelesi sonra da hal ortadan kaldırılınca bölgenin antik Roma’dan Bizans’a, oradan da Osmanlı’ya uzanan ticaret geçmişini hatırlatacak pek bir şey kalmadı. Bölge günümüzde de Suriçi’nin en yoğun ticaret alanı ama bugünki hengame uzak geçmişi pek hatırlatamıyor.

Yolun boyunca belli mesafelerle küçük cami-mescitler görülüyor. Bunlardan biri de metro köprüsünü geçtikten hemen sonra solda Üç Mihraplı Cami. Otobüsün biraz önce yanından geçtiği Kantarcılar Camisi ile aynı dönemde inşa edilmiş. Zamanla çevrede ticaret yapan esnaftan olacak, Kazancılar adını da almış. Evliya Çelebi bu caminin banisi için kuvvetli nefesiyle şehirdeki bütün leylekleri kovduğuna dair bir hikayeyi nakleder. Biraz ileride aynı camiyi ikinci kez görmüşüm hissine kapılıyorum. Gerçekten de yol üzerinde Kazancılar Camisi ile çok benzeyen bir küçük cami var; Yavuzer Sinan Camisi ya da Sağrıcılar Camisi. Bu cami de diğer küçük camilerler benzer bir şekilde çevredeki esnafın işiyle anılmış. Sağrıcılık ilginç bir meslek. Yolda ölen hayvanların sağrı (bel ile kuyruk arasındaki bölüm) kısmının derisini yüzmekle meşgulmüşler. Yavuzer Sinan Fatih’in alemdarlarındandır. Bilmiyorum dikkatinizi çekti mi? Yol boyunca gördüğüm birçok eserde söz bir şekilde Evliya Çelebi’ye geldi. Bu durumun onun bütün Osmanlı topraklarını gezmiş büyük bir seyyah olmasından başka bir sebebi daha var. Bu civar onun mahallesi, doğduğu, ilk adımlarını attığı yerdi. Belki de çocukluğunda içinde yanmaya başlayan gezip görme ateşiyle ilk seyahatlerini çevredeki bu küçük camilere yapmıştı. Yavuzer Sinan onun büyük dedesiydi. Camiyi ve Evliya Çelebi’nin de içinde doğduğu evi (tabii ki Evliya Çelebi aktarıyor) fetih ganimeti olan arazide yaptırmıştı.

Hikayeleri çok benzeyen camilerin bu civardaki son örneği Yavuzer Sinan’ın hemen karşısında, yolun Haliç tarafında. Daha dün bitirilmiş gibi yepyeni duran bu cami, eski Unkapanı Köprüsü’nün yerine Atatürk Köprüsü yapılırken yıkılan Süleyman Subaşı (Unkapanı) Camisi’nin 19. yy’da ihya edildiği son halinin güncel bir yorumu. Eski cami şimdiki köprünün tam dibine denk gelen bir yerdeydi. Cami ilk defa Mimar Sinan tarafından inşa edilmişti. Daha sonra geçirdiği köklü onarımlarla mimarisi de değişti ve klasik Osmanlı Mimarisi’nden tamamen farklılaştı. Burada bir de demir parmaklıklar ardına hapsedilmiş bir meydan çeşmesi var; Hafız Ahmet Ağa Çeşmesi.

Evliya Çelebi Unkapanı civarında yaşamış meczuplardan da rivayetler aktarır. Mesela bir Nalıncı Memi Dede vardır. Bu dede dükkanında bir tür takunya olan nalın yapar. Bütün Unkapanı’nın küle döndüğü büyük bir yangında Nalıncı Dede’nin ahşap dükkanında tek bir lehva bile yanmaz. Sülün Muslu Paşa’nın sarayında çıkan ve Yeniçeri eskiodalarına kadar yayılan bu büyük afet için “yalın ayak, başı kabak olup kâküller büklüm büklüm, salkım saçak ve dağınık şanlı bir derviş olan Melamiler Sultanı Kapani Mehmet Efendi üç gün önceden kehanette bulunmuştur. Aynı yangın mıdır bilinmez gene bir yangında Kapani Deli Sefer namlı bir başka dede cayır cayır yanmakta olan bir ekmek fırınına girip uyur. Sonra çıkıp kendini denize atar. Kaybolan dede yedi sene sonra Cezayir’den gelen bir kalyonla çıkagelir. Ancak dilsiz olmuştur. Onu getiren kalyoncular hikayenin devamını “Yedi sene önce bu Kapani Sefer Dede’yi, Septe (Cebelitarık) Boğazı’ndan dışarı okyanus üzere bir balığa binip yüzerken gemimize aldık, uygun hava ile Cezayir’e gelirken geldiğimizde balık da limana girdi, kenara düşerek öldü. Ölüsünü Sefer Dede ricasıyla gömdük” diye anlatırlar. Evliya Çelebi belli ki bu hikayeleri çocukluğundan beri duymuştur. Bugün bizi bile okurken heyecanlandıran bu gizemli maceralar onun çocuk zihninde nasıl karşı konulmaz hayaller canlandırmıştır.

Unkapanı önce Bizans zamanında buğday sonra Osmanlı döneminde un ticaretinin yapıldığı, şehrin iaşe noktasıydı. Kapanlar gemilerle limana gelen malların tartıldığı büyük kantarlar. Mallar buralarda tartılır, kayıt altına alınıp şehirdeki esnafa dağıtılırmış. Unkapanı bugün doğu-batı doğrultusuna uzanan eski şehri Haliç’in kuzeyine bağlayan ana yollardan birinin geçtiği köprüyle büyük bir alt geçit ve kavşağa dönüşmüş halde.

Yolculuğun köprüye kadar olan kısmı üçüncü tepenin en hakim noktasına yerleşen Süleymaniye’nin tahakkümü altındaydı. Cibali’yi geçtikten sonra beşinci tepede yükselen Yavuz Sultan Selim Camisi’nin hakimiyeti başlayacak. Aradaki tepede Fatih Camisi var ama kıyıya diğerlerine göre daha uzak olan ve hafif bir eğilme alçalan dördüncü tepenin kıyılara özellikle Yavuz Selim Camisi’nin kurduğu hakimiyet gibi bir etkisi yok.

Devam edecek…

--

--