46T Topkapı-Çağlayan

Oktay ÖZMAN
Cam Kenarından İstanbul
8 min readDec 10, 2019

Önceki iki bölümde anlatmaya çalıştığım rotaların çok katmanlı tarihini düşününce 46-T Topkapı-Çağlayan otobüsünde cam kenarı koltuğun çok iddialı vaatleri yok. Bu bölüm için izleri doğrudan yolun kendisinde sürdüm. Çünkü tarihte rotanın kendisi etrafındaki yapılardan daha çok anılmış. Hatta bir dönem gelmiş yolun kendisi asırlar boyunca iki yanında yerleşen yapıları silip süpürmüş.

Otobüs, bugün Kaleiçi diye anılan, şehrin işlevsiz kalmış eski meydanlık yerlerinden biri olan Topkapı’dan kalkıyor. Lafa bölgeye adını veren kapıdan başlamalı. Bizans devrinde de burada Romanos Kapısı olarak bilinen bir kapı varmış. Kapı fetih sırasında tamamen yıkılmış ve sonradan inşa edilirken üzerine toplar yerleştirilmiş. Topkapı adı buradan geliyor. Kapının hemen dışındaki sahada 90’lı yılların başlarına dek şehrin en büyük otobüs terminali olan Topkapı Otogarı vardı. Şehir belki de Konstantin ve Fatih Sultan Mehmet devirlerinden beri en yoğun göçü 1960larla başlayan ve hala devam eden dönemde aldı. İşte bu otogar Topkapı’yı, Anadolu’dan göçle gelenler için şehrin en büyük giriş kapısı yapmıştı. Bu küçük sur kapısının gerisindeki otobüs yığınlarını ve insan keşmekeşini 1453’te şehrin düştüğü o sıcak Mayıs gününde atının üstündeki Sultan’ın ardında şehre girmeyi bekleyen muzaffer orduya benzetmeden edemiyorum.

Otobüs duraklarının kuzeyinde, Vatan Caddesi tarafından, içerden sur duvarlarına bitişik hizada tırmanan yolun kenarında bir blok ara ile yerleşmiş iki kilise ilginçtir; Surp Nikoğos ve Ayios Nikolaos. Aynı azize adanmış iki kilise. Biri Ermeni, öteki Rum. Surlara nazire eder gibi yükselen bahçe duvarlarının ardındaki kiliseleri görmek zor. Ama duvarları aşan çan kuleleri içerideki inzivadan haber veriyor. Noel baba fenomenine de kaynaklık eden Aziz Nikolaos’tan, Samatya’da gene bu azize ithaf edilmiş Rum Ortodoks kilisesini gördüğümüzde söz etmiştik.

Alanın kuzeydoğusunda Mimar Sinan eserlerine rastlıyorum. Kara Ahmet Paşa Külliyesi; cami, türbe, sebil ve sıbyan mektebi. Mektep bir vakfa verilmiş, sebil de emlakçı olmuş…

Şimdi 46-T’de cam kenarından yerimizi alalım. Sanki bir zamanlar 35 numaralı tramvaya biner gibi… Aynı hattı metal tekerlekleri ile yeri ezen tramvayın tıngırtıları yerine otobüs homurtuları, şoförün ani dur-kalkları ile seyredelim.

Topkapı Caddesi’nin Millet Caddesi ile birleştiği yerde solda bitmeyen tadilatı ile Kürkçübaşı Ahmet Şemsettin Camii’nin çatısız duvarları ve farklı renk tonlarından taşlarla yeniden dikilen alacalı minaresi, inşaatı örten sacların üstünden görülüyor. Eski fotoğraflarda görülen asıl minarenin külahındaki ustalık maalesef tekrarlanamamış. Millet Caddesi üzerinde biraz ileride sağda Mustafa Çavuş Mescidi ile karşılaşıyorum. Hikayesi bu civarlar için tanıdık. Eski bir Bizans kilisesi… Yapıyı, nimel ceyşten Mustafa Çavuş camiye çevirmiş. İETT garının hemen kenarındaki bu camiye bir zamanlar Kilise Camii de denmiş. Garın yakında yeşil alana çevirilmesi gündemde. Umarım cami de hak ettiği restorasyonu görür.

Burası Millet Caddesi yokken nasıldı? Menderes dönemindeki yol genişletmelerinden daha önce Cumhuriyet’in ilk yıllarında caddenin Topkapı olan adı Millet olarak değiştiriliyor. Özellikle Fındıkzade civarında aynı dönemde Türkçülük vurgusu içeren bir çok isim değişikliği yapılmış (Kızılelma, Oğuzhan gibi).

Behçet Ünsal’ın krokisi eskiye dair referans niteliğinde bir belge. Ünsal, Kürkçübaşı Camii’nin önünde, yolun hemen karşısında Kürkçü Çeşmesi diye adlandırdığı bir çeşmeye işaret ediyor. Manastır Mescidi dediği de Kilise Camii olsa gerek. Tam yola denk gelen yerde dört yapı görünüyor; Çeşme, taşmektep, su terazisi ve bir de medrese. Şimdi hepsinin yerinde Pazartekke tramvay durağı var. Bu adın nereden geldiği belli değil. Krokide de ‘geçmiyor. Ne pazar va ne tekke…

Yol buradan itibaren şimdikine benzer bir seyir gösteriyor. Ünsal’ın varlığına işaret ettiği başka yapılar da var. Yolun ilerisinde solda yol kenarındaki küçük büfenin yerinde eskiden karakol varmış. Şehremini Camii pastane hizasında yol üzerinde kalmış. Çapa-Şehremini tramvay durağının yerinde de Deniz Abdal Camii varmış. Deniz Abdal adı semtin biraz içlerinde bir sokakta yaşıyor.

Yol tarih boyunca tali kalmış. Zaten bir çoğu cadde açılırken kaybolan küçük camiler dışında pek tarihi detay yok. Kara Ahmet Paşa sönük bir sadrazam… Şehzade Mustafa’nın boğdurulması ile sonuçlanan olaylar Rüstem Paşa’yı da makamından eder. Onun yerine Kara Ahmet Paşa geçer. Kürkçübaşı Ahmet Şemsettin, Mustafa Çavuş, Deniz Abdal da biraz meçhul kamış tıpkı yol gibi “tali” tarihi şahsiyetler. Rota belki de en baştan planlanmış bir yol değildi. Fatih’in şehre Fetihkapı’dan girdiğini biliyoruz. Belki de bu eğri büğrü, üstünde pek de sembolik yapı bulunmayan hat Fatih’in Ayasofya’ya yürürken geçtiği yoldu. Gerçi Fatih’in şehre Edirnekapı’dan girdiğini savunan yazarlar da var. Karoly Kos, Topkapı-Aksaray hattı için şöyle yazmış;

“Ancak büyük bir olasılık dahilinde şunu söyleyebiliriz ki bunların arasında Aksaray-Topkapı anayoluna tekabül edecek bir yolun daha olması gerekiyordu. Bu yol, büyük bir ihtimalle, daha önce söylediğimiz iki anayol tarafından oluşturulan açının aşağı yukarı yarısını oluşturacak şekilde bağlanmakta, Lykos Deresi’ne paralel ilerlemektedir. Yüksek eğimler, yokuşlar ve kırılmalar içermeden Edirnekapı ve Yedikule Kapısı arasında tam orta noktayı teşkil eden Topkapı’ya bağlanmaktadır. Bu kapı Bizans döneminde şehir sakinleri açısından ele alındığında şehrin en önemli giriş çıkış kapısını oluşturmaktaydı.”

Şehrin Bizans zamanındaki yol sistemine 35-C ile bu yolun bir kolu üzerinde seyrederken giriş yapmıştım. Bir sonraki bölümde Vatan Caddesi’nden geçeceğim için bu konuyu biraz detaylandırmanın vaktinin geldiğini düşünüyorum. Mese Odos 102…

Mese Odos Bizans devrinde biraz planlı biraz da şehrin topografisi nedeniyle zoraki ,gelişen tarihi yoldur. Mese, kabaca yatık bir Y harfine benziyor. Güzergahlar Konstantin’den beri şehrin ana hatları ola gelmiş. Doğu Roma ve Bizans güneydeki yedinci tepeye uzanan yolu şehrin ana aksı olarak kullanmış. Zaten bütün forumlar bu hattın üzerinde. Zaferden dönen krallar şehre Altınkapı’dan girermiş.

35-C seyahatimde paylaştığım haritaya selatin yani sultanlar adına yapılmış camileri ekledim. Hepsi de Y’nin diğer kolunda, kuzeyde kalan hat üzerinde ya da civarında yerleşmiş. Bu harita bize Osmanlı devrinde şehrin değişen ana aksını anlatıyor. Şehrin ilk altı tepesinde de birer selatin cami var. Sonuncusu istisna; o sultan kızına (Mihrimah Sultan) yapılmış. 35-C seyahatini hatırlarsanız yol boyunca paşaların yaptırdığı camileri görmüştük.

Bizans’ta Altınkapı iken Osmanlı’da şehrin esas kapısı Edirnekapı oluyor. Karagümrük semtinin adı da şehrin karadan gümrüğünün burası olmasından geliyor. Konuyu burada fazla dallandırmadan Millet Caddesi’ne bağlamak istiyorum. Devamı başka bir otobüs yolculuğunda…

Konstantin’den beri bütün şehrin ve hatta Trakya’nın rotalarını belirleyen yol sistemini Menderes kökten değiştirdi. Onunki şehrin planına binlerce yıl sonraki en büyük dokunuş olacaktı. Politik çekişmelerin, şehirle ilgili kaygı duyan uzmanların itirazlarının ortasında 1959 yılında Vatan ve Millet Caddeleri açıldı. Böylece Y harfinin kolları birbirine biraz daha yaklaştı. İki yandan sıkıştırılmış bir Y harfine dönüştü. Eski kollar talileşti. Eski şehir kapılarının yerlerini burçlar arasındaki sur duvarlarına açılan büyük gedikler aldı. Yeni yollar surların dışındaki aksları da değiştirdi. Eski Edirne asfaltı, Gaziosmanpaşa ilçesinin içinde kayboldu.

Otobüs tıp fakültesinin önündeki durakta durdu. Hemen yolun kenarında, demir parmaklıkların ve ağaçların ardında da kalsa sevimli kuleleri ile göze çarpan bina fakültenin fiziksel tedavi ve dermatoloji bölümlerine aittir. Geniş saçakları ve sivri kemerli pencereleri ile 1. Ulusal Mimarlık Akımı örneği olan bina 1910 yılında Mimar Kemaleddin tarafından tasarlanmış. O zamanlar Gureba Hastanesi için planlanan yapının inşası savaşlar nedeniyle bir türlü tamamlanamamış. Bina tamamlandığında ülke artık bambaşka bir yerdi. 1933 yılında üniversite reformu ile yapı fiziksel tedavi ve dermatoloji bölümlerine tahsis edildi.

Çapa Tıp’ın tarihi biraz daha karışık. Çapa Tıp da değildir doğrusu İstanbul Tıp Fakültesi’dir. Fakülteye başladığım yıllarda hocalarımız Çapa dememize çok kızardı. Çapa sadece semtin adıdır. Son yıllarda fakültenin taşınması gündeme gelince semt-hastane dayanışması doğdu. Hocalar da Çapa demeyi sever oldu. İstanbul Tıp Fakültesi tarihi denince konuyu 1453’ten beri ele almak gerekiyor. Çapa demek Osmanlı ve Türkiye’nin tıp tarihi demek…

Şimdi Çapa’yı görmezden gelsem yolun sonunda bir başka tarihi şifahane, Haseki karşıma çıkacak. O yüzden bu yazının amacından çok da sapmadan şehrin tıp ve hastane tarihine girmek istiyorum.

Tıp da diğer ilimler gibi asırlarca medreselerde öğretildi. Osmanlı’dan önce Kayseri ve Sivas’ta, İstanbul’un fethinden önce de Bursa’da tıp eğitimi veren medreseler vardı. Fatih Sultan Mehmet kendi adına yaptırdığı caminin etrafını medreselerle donatmış, bunlardan birinden de şifahane açtırmıştı. Fatih Darüşşifası yaklaşık 4 asır boyunca hastalara şifa olurken bir yandan da hekim yetiştirmiş. Kanuni Sultan Süleyman bu geleneği devam ettirip yaptırdığı külliyeye tıp medresesi yaptırmış. Medrese devirleri Osmanlı’nın birçok alanda Batı’nın gerisinde kalmaya başlaması ile yavaş yavaş sona eriyor. Bundan sonrası işlerin rayına oturtulması için gösterilen gayretlerin tarihinden ibaret. Son birkaç asırda tıbbiyenin şehirde neredeyse uğramadığı semt kalmıyor; Kasımpaşa, Vezneciler, Topkapı Sarayı, Galatasaray, Halıcıoğlu, Hasköy, Demirkapı, Ahırkapı, Kadırga, Gülhane (Sarayburnu), Haydarpaşa ve son olarak Çapa. Çapa’nın da şu sıralarda taşınması gündemde. Belli ki taşınmak tıbbiyenin kaderinde var.

Şehirde sağlık hizmetleri de tıp eğitimi ile paralel bir seyir göstermiş. Uzun yıllar Fatih Şifahanesi ve Süleymaniye Darüşşifası’ı tıp eğitiminin ayrılmaz bir parçası olan hasta kabulunü de yapmış. Bu dönemlerde şehirde Haseki ve Nur-u Banu Bimarhaneleri de sağlık hizmeti veren diğer kurumlar… Bimarhane, akıl hastanesi gibi anlaşılsa da padişah eşlerinin vakfiyeleri olan yukarıdaki örneklerin ilki düşkün kadınlara barınaklık yapmış, ikincisi de askeri hastane vazifesi görmüş. Kayıtlarda hapishane hastalarına hizmet veren bir hastane olarak Edirnekapı’da bir gureba hastanesinden daha bahsedilir. Bu hastane Mihrimah Sultan külliyesinin içinde faaliyet gösteriyordu.

Meselenin diğer hasenatın parçası olarak, hayırsever sultanların bir hayır işi gibi görülmekten çıkıp müstakil hale gelmesi için salgın hastalıkların baş göstermesi gerekmiş. Askeri ıslahatlar da çiçek, kolera gibi salgınlar dışında hastane kurulması için sebep teşkil etmiş. Böylece şehirdeki ilk “hastane” Gureba-i Müslimin Hastanesi adıyla 1845 yılında açılmış. Reşat Nuri’nin Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, bu hastanenin soğuk koridorlarında geçer. İşte o Gureba şimdi önünden geçtiğim Çapa’nın yerleştiği sırtların aşağısında o zamanların Yenibağçe’sinde kurulan Bezmialem Vakıf Gureba Hastanesi’dir. Memleketin ilk hastanesi aynı zamanda modern tıp okullarının ilki olan İstanbul Tıp Fakültesi’ne de mekan sağlar. Gurebaya ait pavyonlar fakülteye devredilir. Başta söz ettiğim yol kenarındaki sevimli bina da bunlardan biridir.

Üniversite reformu ile tıp fakültesi Haydarpaşa’dan Çapa’ya taşınınca eğitim faaliyetleri şehirde Gureba gibi bazı hastanelere dağıtıldı. Bunlar Haseki, Cerrahpaşa, Gureba, Bakırköy ve Şişli klinikleridir. Haseki’deki hastane de ilk önce cami, medrese, imaret, sıbyan mektebi ve şifahaneden oluşan geniş Hürrem Sultan Külliyesi’nin bir parçası iken 19. yüzyılın şartlarında pavyon biçiminde bir hastaneye dönüşür. Geçmişi Çapa’nınki kadar karışık olan bu hastane de semtten tamamen kaldırılıp şehrin çeper bölgelerinden Sultangazi’ye taşındı.

Haseki’ye gelmeden yolun solunda göz alıcı bir bina karşıma çıkıyor. Otobüs ilerlerken bu rotanın belki de en güzel yapısını biraz daha seyredebilmek için gayri ihtiyari olarak başımı sola doğru döndürüyorum. Soluk betonarme apartmanların arasında süslü cephesi ile parıldayan bu bina da Çapa’daki dermatoloji binası gibi 1.Ulusal Mimari Akım örneğidir. Darülmuallim (öğretmen okulu) olarak inşa edilen bina okul olarak kurulmuştu ve hep öyle kaldı. Sadece, yakın geçmişteki fen lisesi furyasından nasibini alıp esas amacından biraz uzaklaştırıldı. Eski fotoğraflarda Darulmuallim’in karşısında yani şimdiki yolun diğer kenarında benzer bir başka yapı daha görülüyor; Darulmuallimat, yani kız öğretmen okulu. Eski fotoğraflara bakmayı seviyorum. Biraz daha inceleyince şimdiki okulun önünde, yolun geçtiği yerde bir ahşap konak ve ilerisinde güzel bir çeşme olduğunu fark ettim. Okulun hemen önünde de yüzü binaya dönük cam detaylı şahane bir tramvay durağı varmış. Hepsi gitti. Aynı noktada çok daha geniş Çapa-Şehremini tramvay durağı var.

Eski fotoğraflar olmasa varlıklarından haberdar bile olamayacağım bir başka kayıp eser de tam Fındıkzade tramvay durağı hizasında Molla Gürani Caddesi bitişiğinde Hekimbaşı Ömer Efendi Külliyesi. Caddeye ismini veren Fatih Sultan Mehmet’in hocalarından Molla Gürani’nin kabri de buradadır. Medrese, sıbyan mektebi, çeşme, sebil… Pazartekke’de yok edilen yapılarla beraber yolun götürdüğü en kompleks tarihi eserler bunlar olabilir. Behçet Ünsal’ın krokisine göre eski Selçuk Sultan Camii de yolda kaldı. Şimdiki, Haseki hastanesinin artık terk edilmiş binalarının karşısındaki revaklı caminin eskisi ile alakası yok. Eski caminin minare kaidesindeki çeşme daha önce denk gelmediğim türden bir mimari detay.

Diğer seyahatlerimde olduğu gibi Aksaray’da otobüsten ineceğim. İlk üç seyahati gözünüzde şöyle canlandırabilirsiniz; İstanbul’un yedinci tepesinin önce zirvesinden sonra denize bakan yamaçlarından bugün de diğer altı tepe ile arasındaki vadiye bakan yamaçlardan hep aynı noktaya, Aksaray’a vardık. Şimdilik bütün yollarımız Aksaray’a çıkıyor.

Yamaçlardaki iki rotanın modernleşmenin yavaş yavaş başladığı 19. yüzyılda tramvay hatları ile nispeten işlek yollar haline geldiğini biliyoruz. Camiler etrafında şekillenen tepedeki rota ise fetihten beri pek değişmemişti.

--

--