48A Kazlıçeşme-Göktürk: 1. Kısım

Oktay ÖZMAN
Cam Kenarından İstanbul
11 min readJan 13, 2020

48-A’nın cam kenarında kara surları boyunca bir yolculuğa çıkacağım. Yolculuk boyunca surların etrafında tarih boyunca süregelmiş yaşamdan söz edeceğim ve eski şehrin surların dışında kalan en büyük yaşam alanlarından biri olan Eyüp’te (diğeri Galata) otobüsten ineceğim. Gene Kazlıçeşme’den kalkan 80 numaralı otobüs ile yaptığım yolculuğun ilk kısmında civardan ve Yedikule’den söz etmiştim. Bu sefer oralara çok girmeden sözü bir şekilde kara surlarına ve hemen surların dışında süregelen yaşantıya getirmek istiyorum.

Başlamadan küçük bir toparlama yapmak da faydalı olacak. Eğer bölümleri sıra ile okuyorsanız şimdiye dek yaptığım üç seyehatle yedinci tepe olarak adlandırdığımız bölgeyi gezdiğimi fark edeceksiniz. Bu bölüm yedinci tepeyi batıdan tamamlayan bir mahiyette olacak. Metnin bazı kısımlarında bazı duraklarda inip herhangi bir toplu taşıma hattının geçmediği ama tarihi önemi olan ara sokaklara girebilirim. Böylece rotalar arasında kalan üçgen alanın içlerinde cam kenarından pek görülemeyecek detayları da aktarmış olacağım. Merak etmeyin, zihninizde canlanan yolculuğu bozmamak adına esas rotadan çok sapmayacağım.

Metin surlar üzerinden ilerleyecek ama surların dışında kalan tekinsiz toprakların da yüzyıllardır devinim gösteren hikayeleri var. Başlarda mezarlıklar, tekke ve manastırlar ile şehir dışında bir inziva ve ebedi istirahatgah mekanı iken artan ve öncelik haline gelen ihtiyaçlar hastaneler sonra da terminaller ve otobüs garları gibi farklı kullanımları beraberinde getirmiş. Gözüm hep cam kenarındaki surlarda olacak ama arada kafamı diğer tarafa çevirip bunlardan da söz edeceğim.

Otobüs surdışındaki yol boyunca ilerleyeceği için surları izlemek adına sağ cam kenarına oturuyorum. Yolculuk boyunca küçük bir oyun oynayacağım; kule saymaca. Birkaç kural var;

Kural 1: Sadece duvar üzerinde devam eden kuleler sayılacak. Mesela Yedikule Hisarı’nın surun ardında kalan kulelerini saymak yok.

Kural 2: Kapılara ait güney ve kuzey kuleleri de ayrı ayrı hesaba katılacak.

Kural 3: Yıkılmış, ortadan kalkmış kuleler de sayılacak. Belki de en zor kural bu. Surlar tarih boyunca birçok kuşatmada hasar gördü fakat duvara duyulan ihtiyaç halen devam ettiği için çabucak tamir ediliyorlardı. Son kez fetihle sonuçlanan kuşatmadan önce askeri amaçlarla tamir edildiler. Fatih Sultan Mehmet şehri aldığında devletin sınırları çoktan Tuna boylarına dayanmıştı. Batı’dan gelebilecek tehtidler kara surlarının binlerce kilometre uzağındaydı artık. Fetihten sonra surlara olan ihtiyaç böylece ortadan kalktığı için tamirata da gerek görülmemişti. Osmanlı döneminde bakımsız kalınca beş asırdır aşağı yukarı yüz senede bir olan büyük depremlerin verdiği hasarlar hala gözle görülebiliyor. Hatta günümüzde sismologlar bu deprem hasarlarını canlı olarak yerinde inceleyip şehrin deprem profilini çıkarmaya çalışıyorlar. Surları saran otlar ve ağaçlar pitoresk bir görüntü oluştursa da duvarın bedenlerine doğru yayılan kökleri de deprem gibi bir risk oluşturuyor. Kayıp kulelere dair tahmin yürütmemi kolaylaştıran bir inşa kuralı keşfettiğimde oyun daha da eğlenceli hale gelmişti; her bir kule arasında yaklaşık 60 metre mesafe vardı. Bu kural en azından Teodosian surlarda işe yarıyor.

Bazı kulelerin üzerinde yazıtlar ve kitabeler mevcut. Etrafta yüzlerce yıldır süregelen hayatın izleri dururken bu yazıtlara atfedilen önem bana biraz beyhude geliyor. Gizemli görünen yazıtların çevirilerini okuduğumda hayal kırıklığına uğruyorum. Bunlar genellikle surların gördüğü tamirleri hatırlatan metinlerden ibaret. Babam da köydeki evimizin betonunu döktüğü günü henüz kurumamış avlunun bir köşesine bir dal parçası ile yazmıştı. Hepsi birbirine benzeyen sur kulelerini ayırt etmenin tek yolu numaralandırmak herhalde. Tarihçiler de surlara numara vermeyi denemiş. Fakat her tarihçinin hesabı birbirini tutmuyor.

Bugün sahilyolunun kuzeyinde tek başına duran kule sanki 1 numaraymış gibi duruyor. Gerçekten de öyle bir duruşu var; dimdik ve tek başına. Ayrıca bütün surlar küfeki taşı ve bipedales tuğlasından almaşık düzende yapılmış iken bir tek o baştan aşağı mermerden inşa edilmiş. 1 numara olmayı hak ediyor ama değil. Adını aldığı denizin (Marmara adı mermerden geliyor, kulede kullanılan mermer de Marmara Adası’ndan) dalgalarının asırlardır dövdüğü bu kule sahil yolu için yapılan dolgu ile kıyıdan içeride kalmış. Kah çarşaf gibi suların kah azgın dalgaların önünde dimdik yükselen mermerkulenin siyah beyaz fotoğraflarda kalan manzarası şehrin en pitoresk görüntülerindendir.

Mermerkuleyi saymıyoruz. 1 numara, onun hemen kuzeybatısında yıkık duvarlarla da olsa burç silsilesi ile bağını devam ettiren kule. Kulede denize mi karaya mı açıldığı kesin olarak bilinmeyen bir kapı varmış. Kara surlarının ilk kapısı: 1. Askeri Kapı. Üzerinde XP yazdığı için Hristos Kapısı olduğunu belirten kaynaklar da var. Hristos, İsa demek. Yani İsa Kapısı. Bu isim size ilk bölümden tanıdık gelmiş olmalı. Otobüs Esekapı adlı bir duraktan geçiyordu. Esekapı durağının yeri Konstantin surlarının izdüşümüne uyuyordu. Orada Osmanlı devrinde bir depremde yıkılana kadar Konstantin’in kurduğu şehrin kapısı vardı. Muhtemel ki surlar Teodosius döneminde daha batıya çekilince İsa adı burada yaşatılmak istenmişti. Bu teoriye yönelik kesin bir kanıt yok ama tarihin farklı kısımlarından birbirini işaret eden öyle deliller çıkıyor ki birleştirip hikayeyi yazmamak mümkün olmuyor. Hadsizlik ediyorsam kimse kusura bakmasın ama en azından araştırmaya değer bir teori…

Kuleleri saymaya başlıyorum. Hisarın güneyinde toplam 6 kule var. Bu kulelerin de hisar ile devam eden surlarla bağlantısı kalmamış. 1870 yılında tren yolu için açılan gedik Yedikule ile olan bağlantıyı kestiği gibi bir kuleyi de ortadan kaldırmış. Çünkü hisarın köşesi ile 6. kule arasında yaklaşık 120 metre var. Mesafenin tam ortasından demir yolu geçiyor. Yani tam da kayıp 7. kulenin olması gereken yerden. Dönemin sultanı Abdulaziz “Demiryolu yapılsın da isterse sırtımdan geçsin razıyım” dedikten sonra bir sur kulesinin hesabı yapılacak değildi herhalde. Bu ilk kulelerin batısında ve demiryolunun güneyinde kalan boş arazide eskiden salhaneler, tabakhaneler, atölyeler ve fabrikalar etrafında gelişmiş Kazlıçeşme semti vardı. Şimdilerde Kazlıçeşme’nin deri sanayisindeki misyonunu hemen batısındaki Zeytinburnu üstlenmiş.

Civarla ilgili Ahunbayların makalesi 90larda yapılan restorasyona dair kaynak niteliğinde… Kayıp 7. kuleyi ve Kazlıçeşme’yi yad ettikten sonra geliyoruz hisarın surlarla devam eden batı duvarına. Hisarın adı malum kulelerin sayısından geliyor. Bizans devrinde beş tane olan kuleler fetihten sonra yediye çıkarılmış. Surların Osmanlı devrinde bakımsız kaldığını belirtmiştim. İlginç bir şekilde sadece hisara özen gösterilmiş. Acaba bunun Fatih Sultan Mehmet’in 7. padişah olması ile ilgisi var mı? Selatin camilerde bu tarz numerolojik örnekler mevcuttur. Ama gerçekten yedi tane kule var mı? Onları da bir sayıp sağlamasını yapalım. Duvarlara yarım burç şeklinde yerleştirilmiş dairesel ve üçgen eksedralar kafanızı karıştırmasın. Toplamda altı kule var. Biraz daha güneybatıya yerleşerek hisarın simetrisini bozan güneydeki köşenin kulesi kayıp. Bu kule demiryolu inşasından çok önce yıkılmıştı ama yeniden inşa edilmedi. Eksik kule aynı zamanda kara surlarının 8. kulesi. Altınkapı’nın iki kulesi ve kuzey köşesindeki kule ile beraber yedi kulenin dördünü hesaba katıyoruz.

6+1+4… etti 11. Altınkapı kral kapısı iken halk hemen hisarın yanıbaşındaki Yedikule Kapısı’nı kullanmış. Bu kapının tipik bir Teodosian kapı gibi iki yanında kuleleri yok. Duvara öylece açılmış gibi…

Otobüs ilerlerken kuleler sırayla cam kenarına yaklaşıp geçiyor. Saymaya devam ediyorum. 12, 13, 14… Sıradaki kapıya kadar yıkık dökük de olsa yoklamaya katılabilecek kadar ayakta kalmış on tane daha sur sayıyorum. Etti 21.

Bu arada yolun sol tarafında Kazlıçeşme’dekine benzer geniş bir hafriyat alanı uzanıyor. Eskiden burada Abdi İpekçi Arena vardı. Hafriyat sahasının gerisinde geniş bir alanda da Rum Hastanesi’nin villa ve pavyonları uzanıyor. Türk tıp ve sağlık tarihinden bir önceki bölümde söz etmiştim. Rum ve Ermeni cemaatlerinin sağlık hizmetleri de Müslüman halkınki ile paralel ama ayrı bir şekilde gelişmiş. Ermenilere ait Surp Pırgiç Hastanesi hemen buranın güneyinde.

21. kulede kalmıştım. Sonraki iki kule Belgradkapı’nın iki yanında yükseliyor. Kapı Kanuni’nin Belgrad seferi dönüşünde getirdiği esirleri civara yerleştirmesi ile Belgradkapı olarak anılana dek Bizans devrinde Xylokerkor ya da 2. Askeri Kapı olarak biliniyordu. Kapı 11. yüzyılda kapatılmış ve yediyüzyıl sonra Rumların surların dışında inşa ettiği yukarıda söz ettiğim hastaneyi gidebilmesi için açılmış. Ermenilerin aynı dönemde açtıkları kendi hastanelerine giderken vebalı Rumlardan hastalık kaptıkları gerekçesiyle II. Mahmut’a şikayette bulundukları biliniyor. Belki de Belgradkap’nın yeniden açılmasının altında bu sebep yatıyordu. Böylece Ermeniler Yedikule Kapısı’nı, Rumlar da Belgradkapı’yı hastane yolu olarak kullandı. Ermenilerin hastanenin diğer tarafındaki tabakhanelerin bet kokusundan değil de vebalı Rumlardan şikayetçi olmasına ne demeli. Müslümanlar için yapılan ilk büyük hastane olan Gureba Hastanesi’nin açılışının iki azınlık cemaatinin girişimlerinden kısa bir süre sonraya denk gelmesi de ilginçtir. Rum hastanesinin hemen kuzeyindeki arazide tuberkülöz hastalarının tedavisi için 1903 yılında açılan Yedikule Göğüs Hastanesi ile birlikte yaklaşık 1 kilometrelik bir mesafeye yerleşmiş sağlık tesislerinin dönemin yatay mimarisini yansıtan pavyonları arasında dolaşmaya değer.

Kapının doğrultusu surların içinde de dışında da uzun bir hatta işaret etmiyor. Hemen önündeki kavşakta garip bir heykel var. Topraktan çıkan üç kol, içinde güzellikten uzak bir oranla yapılmış buğdayı andıran üç fidanın olduğu bir saksıyı havada tutuyor. Acaba ne anlatılmaya çalışılmış? Hastanelerin arasından Zeytinburnu’na doğru uzanan yolun kenarında birkaç yıl önce inşa edilmiş Belgradkapı Camii var. İçeride de kapının biraz gerisinde yüksek duvarlarla çevrili Panayia Belgradu Rum Ortodoks Kilisesi şehrin matlığı içinde kaybolmuş. Kilise ilk olarak 1539’da muhtemelen bölgeye yerleştirilmiş Sırpların dini ihtiyaçlarına karşılık yapılmıştı. 1837 yılında bugünki halini alıp Rum Ortodoks kilisesine dönüşmesi gerçekten de yolun hastanenin açılması ile yeniden canlandığını düşündürüyor.

Otobüs hızını kesip Belgradkapı durağına yanaştı. Bir belediye otobüsü ile şehrin eski bir kapısına yanaşmak herhalde dünyanın hiçbir yerinde tecrübe edilemeyecek bir deneyim. Kapı ve devamındaki birkaç kulede seksenlerin sonunda yapılan tadilat ile surlara tarihteki o aşılmaz duvar görüntüsü yeniden kazandırılmaya çalışılmış. Fakat burç mazgallarına kadar monoton bir düzenle yapılmış tadilat yıkık da olsa geride kalan surların yüzeylerindeki yüzlerce yıllık patina ile yansıttığı ruhu yitirmiş. Gene de surların eskiden nasıl göründüğünü hayal etmeme yardımcı oluyor. Otobüsün durakta beklediği kısa süre içerisinde sabitlenen cam kenarı manzarama dalıp geçmişe doğru uzun bir yolculuğa çıkıyorum.

Büyük duvardan dışarı doğru 60 metre ara ile çıkıntı yapan kulelerin yarattığı silsile göz alabildiğine uzanıyor. Biraz önde daha alçak yarım silindir şeklinde kuleler ile bezeli bir başka duvar daha var. En dışta su kanalından önce kara tarafından insan boyunu aşmayan bir duvar daha var. Duvarın dışında zeminin kot farkına göre tabakalanmış ve setlerle ayrılmış kanallar… Kapıların önünde kanalı aşan kemerli köprüler uzanıyor. Harekete geçen otobüsün homurdanan motoru beni hayali yolculuğumdan çekip çıkarıyor. 24, 25, 26…

32, 33, 34… Silivrikapı’ya geldik. Kapının gene iki kulesi var; 35, 36. Rumlar bu kapı için yakınlardaki ayazmaya işaret eden Pigi kelimesini kullanmış. Bizanslılar bu kapıdan gizlice girip şehri Latin işgalinden kurtarmış. Kapı Belgradkapı gibi Dalan döneminde geçirdiği restorasyon ile duvarlarına yaslanan derme çatma ahşap yapılardan arındırılmış. İyi mi olmuş? Eski fotoğraflar öyle demiyor.

Silivrikapı’nın bir önceki kapı gibi bir dönem ölü olmadığı, uzun geçmişi boyunca hep canlı bir yolun üzerinde olduğu Aksaray’dan başlayıp semt içlerinde eğrilip kıvrılsa da doğrultusundan sapmadan bütün Zeytinburnu ilçesini doğudan batıya aşan yoldan bellidir. Kapının hemen dışında iki eski mezar var; sağdaki Elekçi Baba ya da Dede’nin soldaki … Elekçi Dede anadan üryan dolaşan, elek yiyen bir garip adammış. Öleceği zamanı doğru tahmin edince öldükten sonra veli muamelesi görmüş. Ben birkaç çeşitlemesi de olan Elekçi Dede tevatürünü kapı civarındaki canlı yaşantıya bağlıyorum. Suriçinde kapının yakınlarında bir Mimar Sinan eseri olan Hadım İbrahim Paşa Camii yükseliyor. Yol boyunca Aksaray’a doğru yürünecek olursa Sitti Hatun Camii, Seyyid Seyfullah Efendi Türbesi, Saliha Sultan Çeşmesi, Nişancı Mehmet Medresesi, Davut Paşa Külliyesi, Haseki Hamamı, Hürrem Sultan Külliyesi, Bayram Paşa Türbesi görülebilir. Yolun sur dışında uzanan kısmı tarihsel açıdan bu kadar bezeli değildir. Mezarlıkların içinden geçen kısımda Seyitnizam Çeşme ve Namazgah’ı bulunur. Yukaridaki listede geçen Seyyid Seyfullah, Seyit Nizam’ın oğludur. Hz. Muhammed’in neslinden gelenlere seyit denilmektedir. Bunların biraz ilerisinde gene yol üzerinde bir başkası Seyyid Muhemmed Şemseddin Efendi (Yeşil Hoca)’nin türbesi (Kadiriye tarikatından gelen politik bir imam)… Rotadaki bol efsaneli bir yapı da mezarlıkların ortasında hala inzivai bir atmosfer teşkil eden Balıklı Meryem Ana Rum Ortodoks Kilisesi’dir.

Burası belki de asırlardır şehrin dışında bir çekim noktası olmuş. Bölgenin uzun geçmişi yakın sayılabilecek bir tarihte (II. Mahmut devri) inşa edilmiş kiliseden çok daha eskiye dayanır. Bir su kaynağının çeşitli dini mitlerle sentezinden doğan ayazmalar Bizans devrinin tipik yapılarıdır. Müslüman halk bile bu şifalı suları ziyaret eder, hastalıklarına derman ararmış. Osmanlı’da da bu su kutsiyetinin farklı bir yorumu olan çeşmeler asırlarca yapılagelmiştir. Suyun kutsiyeti İstanbul’un kuruluşuna dair kör hikayesine benzer bir efsaneye dayandırılır. Efsaneye göre bir kör daha sonradan V. Leon olacak genç bir adamdan yardım ister. Leon gaipten bir ses duyar. Ses, buradaki suyu köre içirmesini söyler ve ikisi için birer kehanette bulunur. Kör görmeye başlar. Yıllar geçer orduya girip yükselen Leon da kral olunca ikinci kehanet de gerçekleşmiş olur. Bunun üzerine Leon suyun olduğu bölgeye bir ayazma inşa ettirir. Bir başka rivayete göre suyun şifası Justinianus’un mesane rahatsızlığını da iyi etmiştir. Şimdi hala ayazmanın içinde olan ve kiliseye de adını veren balıkların şehrin düştüğüne inanmayan bir keşişin tavasında kızarmakta iken (belli ki keşiş balıkların kutsiyetine de inanmıyordu) onun şart koşması ile tavadan suya zıplayan balıkların soyundan geldiği de ayrı bir efsane… II. Mahmut’un ayazmayı ziyaret edip suyundan içtiği, II. Murat’ın İstanbul kuşatması sırasında burada kaldığı da sultanlara dair rivayetler… Söylencesi bol ayazmaların kutsal suyu ne kadar şifalı bilinmez ama veba suyla da bulaşıyordu ve başka bir çare lazımdı. Gezbazya’nın tılsımı da çoktan bozulmuştu zaten. Rumlar yukarıda söz ettiğim Balıklı Rum Hastanesi’ni böylece açmış oldu. Hikayenin başlangıcından 14 asır sonra Silivrikapı’dan çıkan Rumlar dertleri için artık hastaneye gider olmuştu ama bazıları hala ayazmanın şifalı suyuna gitmeye devam ediyordu.

Seyitler, şeyhler, dedeler, mezarlıklar, ayazmalar ve bunların hakkında asırlardır söylenegelen efsaneler Silivrikapı üzerinde uzanan rotaya mistik bir atmosfer katmış.

Otobüs Silivrikapı durağında fazla oyalanmıyor. 37, 38, 39… 40. kule bir öncekine çok yakın inşa edilmiş. Aralarındaki mesafe önceki iki kapının güney ve kuzey kuleleri arasındakilere benzer bir mesafe. Nezih Başgelen’in haritası ve surlar ile ilgili notları birçok kaynakta geçen Kalagru Kapı’sının burada olduğunu doğruluyor. Kapıyı görmek imkansız, çünkü toprak altına gömülmüş. Toprak sanki kapıyı örtmek için bilerek duvarın önüne yığılmış gibi. Burası 3. Askeri Kapı’ydı. Yazar kapının üzerinde bir zamanlar II. Teodosius’un heykelinin olduğunu belirtiyor. Kapının diğer bir adı da Sigma. Bu isim kapıdan hemen sonraki kulenin biraz içe yerleşmesinden doğan girintiden geliyor. Ben pek sigmaya benzetemedim. Ne kadar eski bir hat bilmiyorum ama kapıya doğru uzanan bir sokak var. Bala Külliye’si bu sokağın çevresinde yerleşmiş. Bu ince sokağın kapının dışında uzayan bir devamı yok. Zaten burası bir askeri kapı ve muhtemelen hep öyle kalmış. Nimel ceyşten Süleyman Ağa’nın namı ile anılan külliye ilk defa II. Mahmut devrinde inşa edilmiş ve sonradan gelen padişahların dönemlerinde tadilatlardan geçmiş ve eklemeler yapılmış. Nakşibendiye bağlı bir tekke olarak kullanılmış.

Cam kenarında surlar uzanmaya devam ediyor. Sol tarafta bir sonraki kapıya kadar kesintisiz bir şekilde devam eden mezarlıklar görülüyor. Mezarlık bu rotanın yaygın temalarından biri. Yolun ilerisinde birkaç tanesinin daha yanından geçeceğiz. Ama en büyüğü burası. Aslında bölgede birbirine bitişik birkaç mezarlık var. Ölüler olmasaydı bu ağaçlar olacak mıydı diye düşünmeden edemiyorum. Mezarlıkta Müslüman, Ermeni, Rum, Süryani ölüleri yatıyor. Ölüler ağaçları, ağaçlar da ölüleri koruyor.

Buralarda yatan ünlüler, mezarlıklardan bilinmeyen mimari detaylar…

48, 49, 50, Mevlana Kapı, 51…

Region, Rhesium, Mevlevihane ya da Küçükçekmece Kapısı. Her biri başka bir geçmişe işaret eden bir sürü ismi var kapının. Merkez Efendi tarafından kapının yakınlarında kurulan Mevlevi tekkesi kapının en son hikayesi olsa gerek ki biraz değiştirerek de olsa kapı hala öyle anılıyor. Gerçi doğrusunu bilmesem hayalimde canlanan Mevlana’lı hikayeye kapılabilirdim.

Balıklı ayazmanınkine benzer bir kutsiyet hikayesi olan mevlevihanenin tarihi ayazmanınkinden yaklaşık bin sene sonra yazılmaya başlandı. Gene su ile ilgili bir efsanesi vardır. Hatta ben ayazmaların Ortodoks inancına has olduğunu sanırken hikayenin sonunun çok benzemesine şaşırmıştım. Merkez Efendi, secdeye vardığı topraktan gelen suyun sesini duyar. Hummaya derman olduğunu söyleyen bu kırmızı pınarın olduğu yere bir ayazma yapılır. İslami motifler içerse de benzer bir kutsiyet hikayesi… Merkez Efendi, Kocamustafapaşa’daki tekkenin kurucusu olan Sünbül Efendi ile aynı dönemde yaşamış önce kendisi ile çekişmiş sonra da varisi olmuş hatta kızı ile evlenmiş. Mesir macununun mucidi, Kanuni’nin annesinin derdine derman olmuş bir hekim. Yukarıda sözünü ettiğim Seyitnizam’ın da cenaze namazını kıldırmış. İsmini belki de devrini de özetleyen bir sözünden aldığı rivayet ediliyor; “her şey zaten merkezinde”. Kendisi Fatih Sultan Mehmet devrinde doğmuş, Anadolu’dan İstanbul’a gelmişti. Yavuz Sultan Selim’in kızıyla evlendi ve Kanuni devrinde şeyhliğini yaptığı Halvetiye tarikatı bütün Anadolu’ya yayıldı. Gerçekten de tarikat fabrikası…

Millet Caddesi için açılmış gediğe kadar 9 kule daha saydım. Etti 60. Caddeye komşu son kule ile bir önceki arasındaki mesafe normalden daha az. Ben başta bu durumu yola yer açmak için yıkılan kulenin biraz daha güneye inşa edilmesine bağlamıştım. Millet Caddesi’nin iki yanındaki kulelerin yeniden inşasına dair fotoğraflar var. Fakat Başgelen’in notlarına bakılacak olursa (ki bir çok başka kaynak da doğrular) birbirine yakın duran 59 ve 60’ın arasında bir askeri kapı vardır; 4. Askeri Kapı. Zaten yolun genişliği de iki kule arasındaki normal mesafe kadar. Topkapı’nın kulelerine gelene kadar 4 kule daha sayıyorum; 61, 62, 63, 64…

Saymaya devam edeceğiz ama şimdilik 7. Tepenin civarindan uzaklaşmak istemiyorum.

--

--