69A Yenikapı-Mecidiyeköy: 1. Kısım

Oktay ÖZMAN
Cam Kenarından İstanbul
9 min readMay 8, 2020

69A numaralı otobüs ile Mustafa Kemal Paşa Caddesi ve Atatürk Bulvarı boyunca köprüye kadar kısa bir yolculuk yapacağım. Güzergah İstanbul’un üçüncü ve dördüncü tepeleri arasında Marmara kıyılarından itibaren önce yükselip sonra da Haliç’e doğru alçalan vadi boyunca seyrediyor. Yol önce Aksaray’da tarihi Mese’nin güney koluyla sonra da vadinin en yüksek noktasında Mese’nin iki tepeyi birbirine bağlayan kuzey koluyla kesişiyor. Bu iki kesişme günümüzde alt geçitlerle engellenmiş halde. Bu nedenle yolculuk boyunca, şehrin fetihten sonraki en eski semtlerinden Aksaray ve Saraçhane’yi pek görmeden yolumuza devam edeceğiz.

Bu yazılarda ara ara İstanbul’un çok katmanlılığından dem vuruyorum. İsimleri gibi birbirlerini tamamlayan Gazi Mustafa Kemal Paşa-Atatürk Bulvarlarının oluşturduğu hat Bizans devrinin iki limanı (Teodosius-Antonius) arasında uzanıyor. Hattın güneye bakan yamaçları o devirler için şehrin ana aksında kalırken tepeden sonraki kuzey yamaçları manastırlar ve nekropole bırakılmıştı. Roma-Bizans eserleri, Osmanlı devrinde de kullanım alanları bulması sayesinde asırlarca varlıklarını sürdürebilmiş ve İslam eserleri ile uyum içinde şehrin görünümünü belirlemişler. Son katman olan modern dönem ise sürekli artan ihtiyaçlara koşut büyük ölçeği ile uyum sağlamaktan ziyade bütün diğer katmanların üstüne adeta çökmüş. Maalesef güzergah Prost planı ile gelen bu modern darbenin de bir özeti olacak.

Otobüs Yenikapı Meydanı’ndan kalkıyor. Gerçi buraya ne kadar meydan denebilir? Şehrin kadim meydanları korunamazken dolgu sahasından meydan devşirmek beyhude bir çabaya benziyor. Kennedy Caddesi üzerinden meydanı şehre bir nebze olsun bağlama çabası ile yapılan yaya alanı da otoparka dönüşmüş.

Sahil yolunun dolambaçlarından Mustafa Kemal Paşa Caddesi’ne girdikten sonra hemen solda, bütün bu hengamenin ortasında kalmış bir mahalle görünüyor; Yalı Mahallesi. Burası eskiden denize nazır ahşap yalıların süslediği güzel bir semtmiş. Döneminin tayyare fotoğraflarında semtin eskiden de inzivai olduğunu görülebiliyor. O zamanlar da Langa bostanları ve tren yolu mahalleyi şehrin geri kalanından ayırıyormuş. Mahallede bir kilise var; Surp Tateos ve Partoğomeos Ermeni Kilisesi. İki Ermeni havarisinin adı ile anılan kilisenin internet sitesinde yazanlara bakılırsa eskiden semtin akşamları kapanan kapıları varmış. Kilise de reayanın geceleri acil ruhsal ihtiyaçları için yapılmış. Burada şehirle bağlantısı olmayan bir mahallenin öylece belirmesi bana hep garip gelmiştir.

Binlerce yıl önce Akdeniz’in sularının birden yükselmesinin bazı sonuçları olmuş. Sular yükselince Boğaziçi çatlağını aşan sular Karadeniz’e ulaşmış. Böylece İstanbul Boğazı meydana gelmiş ve Karadeniz bir göl iken denize dönüşmüş. Bütün bu hikaye şimdilik bazı açıkları olan bir teoriden ibaret. Fakat Yenikapı kazılarında son sondaj ile erişilen Neolitik kültür katınandaki esrarengiz buluntular Karadeniz Tufanı teorisini destekleyebilir. 8000 yıl öncesine ait ayak izleri… Ayak izlerinin denizden ani bir şekilde gelen suların taşıdığı balçıkla örtülerek günümüze kadar geldiği düşünülüyor. Acaba denizdeki bu ani yükselme Karadeniz Tufanı’na neden olan taşkın olabilir mi? Tarihler aşağı yukarı uyuyor. O uğursuz günü bir an hayal edelim. Bundan 8000 yıl önce bugünki Yalı Mahallesi civarında o zamanlar bir göl olan Marmara’nın sakin kıyılarında insanlar günlük hayatlarının tatlı telaşlarıyla oyalanıyordu. Önce gölün durgun suları yavaş yavaş dalgalanmaya başladı. Dalgalar kuvvetlendi. Kıyıda oynayan çocuklar az kalsın boğuluyordu. Belki yaşlılardan bazısı kötü birşeyler olacağını sezmişti. Sular kıyıdaki derme çatma ahşap barakalara kadar yükselince kasabalılar iyice telaşlandı. Dalgalar bütün sahili yoğun bir balçık tabakası ile kaplamıştı. Bazısı bata çıka kıyıdan daha yüksek noktalara doğru kaçmaya başladı. Son büyük bir dalga alanda kalanların ayaklarını yerden kesti ve hepsini alıp götürdü. Bastıkları son yerleri de balçıkla örttü. Herşey bir anda olup bitmişti. Bu meşum günün üstüne ne devirler (Roma, Bizans, Osmanlı) yaşandı ama herşey doğanın hafızasına kazınmıştı.

Yoldaki bir kasisle fark etmeden cama yasladığım başım sarsılıyor ve binlerce yıllık hayalden uyanıyorum. Otobüs biraz ileride eski tren yolunun altından geçip yola devam ediyor. Solda Yenikapı Metro İstasyonu ve arkeolojik kazı alanı görülüyor.

İstanbul’a kazma vurunca nelerin çıkabileceğini Yenikapı kazılarıyla bir kez daha görmüştük. Arkeoloji çok ilginç bir uğraş; zamanda ilerledikçe daha da geriye götürüyor bizi. Geleceğe biraz gidip binlerce yıl geçmişi görüyoruz. Gelecek günler belki hikayeyi daha da eskiye taşıyacak. Şimdilik bilmiyoruz. Bulgular şehrin tarihini günümüzden 8000 yıl öncesine kadar götürdü. Bütün bu alan daha yakın geçmişte bostanlıktı. Ondan önce de bir dere ağzı, delta… Toprağın verimli olmasına şaşmamalı. Lykos Deresi kuruyana dek belki de binlerce yıl boyunca buraya alüvyonlu toprağı taşıdı. Bostanların vakti de geçeli çok oldu. Bostanın içindeki kale duvarı ile beraber metresi 10 liradan satılacağını ilan eden eski bir gazete kupürü tek başına yakın geçmişi özetler nitelikteydi.

Otobüs bir zamanlar Lykos’un aktığı güzergah boyunca Aksaray’a doğru ilerliyor. Sağda apartmanların arasında sıkışmış bir Rum kilisesi var; Aya Todori. Görmek zor. Belki otobüsten inip ara sokağa girerseniz çan kulesini görebilirsiniz.

Aksaray’ın orta yerinden geçen güzergahta otobüs, altgeçide dalıp bu eski ama durmadan değişen semte hiç görünmeden uzaklaşıyor. Başta belirttiğim gibi Aksaray başka bir güzergahın konusu olacak. Otobüs Atatürk Bulvarı’na tırmanıyor ama asıl tarihi güzergah neredeyse bulvara paralel bir şekilde uzanır ve biraz daha batıdadır.

Horhor Yokuşu; Atatürk Bulvarı yokken o vardı. Bu yokuş şehrin kadim doğu-batı doğrultulu hatlarına dik uzanan ilk güzergahlardan biridir. 18. yy haritalarında Muradpaşa Camii önlerine doğru uzanan, ismi belirtilmese de Horhor’un izdüşümüne uyan bir cadde görülüyor. Doğrultusu zamanla biraz değişse de cadde eski haritalarda hep var. Haliç üzerinde köprüler yapılmaya başlayınca şehrin ekseni kuzeye döndü ve Horhor gibi dik hatlar canlandı. 19. yy Osmanlı’nın yüzünü iyice batıya döndüğü bir dönemdi. Yapımı bu dönemde gerçekleşen ilk köprü Konstantiniyye ile Avrupa’nın küçük bir temsili olan Galata’yı birbirine bağlaması ile de sembolik olarak anlamlıdır. Atatürk Bulvarı’nın ilk defa gösterildiği Pervititchler, Horhor’un devrinin kapanmaya yüz tuttuğunun renkli belgeleri olmuştur.

Cam kenarından görmek mümkün olmasa da (şu an yokuştan geçen herhangi bir toplu taşıma hattı yok) Horhor’a değinmeden geçemeyeceğim. Yokuştan ve etrafında beliren semtten bu garip kelimenin çıkış noktasına da değinerek biraz bahsedelim. Bulvarın trafiğinde ağır ağır tırmanan otobüste gözlerinizi kapatın ve kendinizi 19. yüzyılda Horhor yokuşunu çıkarken hayal edin.

Baştan bir uyarı yapayım. Yokuşu çıkarken her an bir yeniçerinin gazabına uğrayabiliriz. Ocak 1826 yılında kapatılana dek Aksaray, Saraçhane ve bu semtleri bağlayan Horhor Yokuşu yeniçerilerin muhitleri olagelmişti. Fetihten sonraki erken dönemde şehrin halihazırına dair gerçekçi ipuçları içeren Matrakçı Nasuh’un Konstantiniyye minyatüründe iki semtte eski ve yeniodaları resmettiği görülüyor. Yokuşun hemen dibinde Kanuni Sultan Süleyman’ın adı ile anılan, piramit çatısı ve iki yandaki kuleleri ile anıtsal üç gözlü çeşme günümüzde yer kotunun biraz altında kaldığı için eski görkemini kaybetmiş. Burası esasında Fatih Sultan Mehmet zamanında yapılmış ama sonra Mimar Sinan’ın Kırkçeşme su şebekesi kapsamında ihya edilmiş. Yeniçeriler bu çeşmeden kimseye su içirtmez, içenleri haraca bağlarmış. Ocak ortadan kaldırılınca halk bu çeşmeden rahat rahat su içer olmuş. Susayan halka zulmeden Yeniçeri’nin çeşmenin hemen arkasındaki yüzyıllarca komşuları olan Hindiler Tekkesi’ne hiç ilişmedikleri anlaşılıyor. Horhor adının dehlizlerdeki suyun gürültüsünden geldiği söylenir. Aslında şehirde bu adla anılan birçok çeşme vardır. Fakat semte de adını vermiş iki gözlü çeşme yokuşun ortalarında yol kenarındadır. Çeşmenin üzerinde eskiden bir ev varmış.

Sürekli yangınlara maruz kalan şehirde sivil mimaride kagirin yavaş yavaş ahşabın yerini aldığı dönem Horhor’da başlamıştı. Yokuşun başındaki Abdullatif Suphi Paşa Konağı tarihi yarımadanın ilk sivil kagir yapısı olarak geçiyor. Yokuşun birçok yerinde eskiden beri çevrenin ne kadar canlı olduğuna işaret eden çeşme, cami, medrese, mektep ve haman gibi birçok eser vardır.

Bulvarın trafiğine takılan otobüsün ağır ağır frenlemesiyle dalıp gittiğimiz Horhor hayalinden sarsılarak uyanıyoruz. Pertevniyal Lisesi’nin önündeyiz. Burada cami inşaatı ile birlikte alt katı sübyan mektebi, üst katı rüştiye olan “Mahmudiye Mektebi” adında bir okul inşa edilmişti. Okul 1911 Aksaray Yangını’nda yanınca yerine 1930 yılında modern bir üslupla bugünki okul binası inşa edilmiş. Aslında Horhor’da başlayan ve yarım kalan modernleşmenin bulvar hattında devam ettiğini görüyoruz. Mimar Vedat bina ilgili kaleme aldığı yazıda bir okul için düşünülebilecek her detayın uygulandığından bahseder. Sınıfların doğal ışıkla aydınlanmasından, tenefüste sınıfın havalanmasına; sınıfların birbirinin gürültüsünden izole edilmesinden merdiven basamak yüksekliğine kadar herşeyiyle düşünülmüş bir okul inşa edilmiştir. Tabii o zamanlar henüz Atatürk Bulvarı yoktu. Şimdi yoğun araç trafiğine maruz kalan okulun yukarıda sayılan bazı özelliklerinden eser yoktur.

Yokuşun yukarısında belediye binasının önünde 17. yy IV. Mehmet devri şeyhülislamlarından Ankaravi (Ankara’da doğduğu için) Mehmet Efendi’nin adıyla anılan bir medrese vardır. Şimdilerde Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı olarak kullanılmaktadır. Medresenin hemen yanında genelde yanlış bir kullanımla medreseye de adını veren Hoşkadem Mescidi yer alır. Fatih’in sekbancılarından Sekbancıbaşı Mehmet Ağa tarafından yaptırılmıştır. Sekban köpek bakıcısı demektir. Sekbancılar da padişahla ava gider, av köğeği yetiştirirmiş. Fatih sekbancıları fetihten önce daha tahta yeni çıktığında baş gösteren yeniçeri taşkınlıklarını bastırmak üzere yeniçerilerin içine dağıtır. Belediyenin önünde sıkışmış bu iki yapıda, hoş bir tesadüfle, ikisi padişah, biri ulemadan biri de sekbancı olmak üzere dört Mehmet’i yad etmiş olduk. Pertevniyal Lisesi ile başlayan modern dokunuş belediye binasından itibaren yoğunlaşacak. Ondan önce hemen karşısındaki Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü binalarından da söz etmek lazım. Mimar Nezih Eldem tarafından 70lerin sonlarında Hamdullah Suphi Tanrıöver’in konağının yerine inşa edilmiştir. Yapı aslında Horhor Yokuşu’na dek uzanan bir kompleks olarak projelendirilmiş ama sadece kuzey kısmı hayata geçirilmiş. Makette de olsa yapının Suphi Paşa Konağı’nın tarihi görüntüsü ile nasıl bir kontrast yaratacağı görülebiliyor. Projenin tamamlanamayan kısmının yerinde şimdi ilahiyat fakültesi binaları var. Yolun sağında ise devasa cüssesi ile belediye binası yükseliyor.

Otobüs, Saraçhane’nin geri kalanını göremeden bu son modern mimari resmi ile bizi tünele sokuyor. Haşim İşcan şehrin birçok noktasına yaptırdığı altgeçitlerle anılan eski bir belediye başkanı. Son eseri olan bu altgeçit de cephesine tutturulan çirkin nikel harflerle kendi adını taşıyor. Altgeçitteki durakta yan yana istif edilmiş bisikletlere bakıyorum cam kenarından. Bu çarşının ve civarın fetihten sonra şehrin ilk semti olan Saraçhane ile pek ilgisi kalmamış. Atlar için koşum ve eğer takımı yapıp satanlara saraç denirdi. Günümüzde çarşının bisikletçilere verilmiş olması acaba sadece bir tesadüf mü? Prost’un planları Horhor’u talileştirdiği gibi Saraçhane’yi de yok etmiş. Gene de civarda Burmalı Mescid, Polieuktos Kilisesi kalıntıları, Fatih Anıtı ve itfaiye binaları gibi kaydadeğer eserler var. Ama başka bir hatta civarı detaylıca incelemek üzere otobüs Valens Kemeri’nin gözlerinin birinden homurtularla geçiyor. Valens (Bozdoğan) su kemerine çok değinmiyorum. Çünkü şehrin suyu Bizans kemer-sarnıç sistemlerinden Mimar Sinan’ın Kırkçeşme şebekesine kadar detaylı bir konu. Eğer konuya girseydim laf bulvarın açılışı sırasında yıkılmış Kırkçeşmeler’e de gelirdi.

Surlara, duvarlara yaslanan yapıları seviyorum. Gözü takılıp, bu pitoreski kadraja almadan edemeyen eski fotoğrafçıların izinden çok yolculuğa çıkmışımdır hayalimde. Gazanferağa Medresesi öyle bir resimdir. Ölçeği ile şehirdeki en sempatik yapılardan biri ve su kemeri ile göz alıcı bir uyumu var. Köşe başına saklanmış gibi duran medrese modern kütleler arasında beklenmedik bir etki yaratıyor. 69A numaralı otobüs yokuş aşağı iki yanda uzanan, Suriçi’nde görmeye pek de alışık olmadığımız modern blokların arasından ilerliyor. Atatürk Bulvarı tamamlandığında şehrin bin altıyüz yıllık aksları ve doğrultusu köklü bir şekilde değişmekle kalmamış bulvar aynı zamanda eski şehrin içindeki en büyük ölçekli modern mimari örneklere de alan yaratmıştı. Bunlar sağda İstanbul Manifaturacılar Çarşısı (İMÇ) ve solda Sedat Hakkı Eldem’in tasarladığı SSK Binaları’dır. İki eser de Bozdoğan Kemeri, Süleymaniye Camii gibi tarihi eserlerin siluetteki ve yol boyunca manzaradaki hakimiyetine saygı duyularak inşa edilmiş. Çevreye ve topoğrafyaya uyum kaygısıyla tasarlanan ve geniş saçaklar ve çıkmalar gibi Türk mimarisine özgü detaylara modern bir yorum katan SSK Tesisleri oldukça prestijli bir mimarlık ödülü olan Ağa Han Ödülü’nü kazanmıştır. Şimdilerde bir hastane zincirine tahsis edilen eski Tekel binası, eski Hıfzısıhha Enstitüsü ve Reşat Nuri Sahnesi bulvar etrafındaki modern dokunuşu tamamlayan diğer yapılar…

Horhor-Zeyrek yokuşları ile devam eden eski hat ile bulvarın doğrultusu köprüden hemen önce Şebsefa Hatun Camii önlerinde çakışıyor. Cami, adı gece sefası anlamına gelen 1. Abdulhamit’in eşine ithaf edilmiş. Eski fotoğraflarda oturtulduğu yüksek setten katman katman kendi kubbesine doğru yükselen yapı ölçeğine rağmen ihtişamlı görünür. Bu barok cami, yol kotunun altında kalarak ihtişamından bir nebze kaybetse de bulvar yapımı sırasındaki yıkımlardan sağ çıkmış. Bu noktada caminin karşısında, yolun solunda sarnıçla bütünleşik setin üstünde eski bir Bizans eserinden devşirilme Molla Zeyrek Camii yükseliyor. Orta Bizans döneminde burada bir manastır kompleksi varmış. Setteki Zeyrek Sarnıcı ve Haliçe doğru yolun kenarında kalan, eskiden üzerinde Fil Yokuşu adında bir medrese bulunan daha küçük sarnıçlar da bu manastır alanının parçalarıymış. Sarnıçların o kadar gizemli bir havası var ki günümüzde çok basit gibi gelen su depolama işlevi onları anlatmak için yetersiz kalıyor. Molla Zeyrek Camii manastırın farklı zamanlarda inşa edilmiş ve sonradan birleştirilmiş üç kilisesinden devşirilmiş. İsa peygambere atfen Pantokrator (kainatın efendisi) ismiyle anılan manastırda Komnenos ve Paleologos hanedanlarından birçok kral ve eşleri defnedilmiş. Kilise orta Bizans döneminden beri önemli bir yer olagelmiş. Aslında burayı Bizans devrindeki işlevi ile tam karşı tepede yükselen Süleymaniye Külliyesi’ne benzetmek yanlış olmaz. Fatih de fetihten sonra burayı bir medreseye çevirmiş. Molla Zeyrek adı da medresenin ilk müderrisinden geliyor. Fatih külliyesi tamamlanınca medrese oraya taşınmış ve yapı camiye çevirilmiş. Menderes istimlakları ile ortadan kaldırılan tarihi eserler çok sık dile gelse de ondan önce 1940larda açılan bu bulvar da özellikle Saraçhane-Zeyrek civarlarında birçok eserin üstünden geçmiştir. İsmi ile şaşırtan ve düşündüren Papazzade Mescidi bunlardan biridir. Kayıp eserlerin izini sürdüğümüzde civarı mollaların dervişlerin mesken tuttuğunu, etrafta bir sürü tekke ve türbeler olduğunu görebiliriz. Caner Cangül’ün www.kulturenvanteri.com sitesi internetteki güvenilir kaynaklardan biri…

Köprüye gelmeden Unkapanı durağında otobüsten iniyorum. Civarın durağın adının işaret ettiği çok başka bir geçmişi de var. Ayrıca 69A’nın şehrin yakın geçmişte genişlediği yöne kademeli bir şekilde uzanan bir güzergahı var. Yola başka bir seyahatte devam etmek üzere…

--

--