80 Kazlıçeşme/Yedikule-Eminönü: 1. Kısım

Oktay ÖZMAN
Cam Kenarından İstanbul
8 min readAug 4, 2019

Bir önceki yolculuğumda Kocamustafapaşa’dan 35C’ye binip İstanbul’un yedinci tepesinde doğuya doğru bir yolculuk yaptım. Vezirlerin banilik ettiği, farklı mimari dönemlere ait camiler gördüm. Yol boyunca güzergâhın Bizans dönemlerinde de ne kadar önemli olduğuna işaret eden kalıntıların izinden gittim. Bu kez 80 numaralı Kazlıçeşme/Yedikule-Eminönü otobüsünde cam kenarından yerimi alacağım. Bu hat yedinci tepenin Marmara kıyılarına doğru alçalan etekleri boyunca doğuya doğru ilerliyor. Neredeyse birkaç yapı adası aralığı ile 35C’ninkine paralel bir güzergâh bu. Ama aşağıda tepedekinden çok farklı bir geçmiş var. Burada garip bir rakım farkı camiler ile kiliseleri, paşalar ile azizleri ayırıyor.

Her ne kadar adı Cam Kenarından İstanbul olsa da bu kitapta daha çok göremediklerimden bahsettiğimin farkındasınızdır. Maalesef İstanbul bir camın ardından bana görünecek kadar şeffaf değil. Şehir bir beton denizinin altında kalmış gibi. Denizin dibini görmek için dalmanız gerekiyor. Anayollardan çıkmalısınız. Bu durum 80 numaralı otobüsün güzergâhı için de fazlasıyla geçerli. Gene de Kocamustafapaşa’ya kıyasla betonlaşmanın daha tamamlanmadığını söyleyebilirim. Özellikle Yedikule civarında kâgir ve tek tük ahşap evleri sokak aralarında görmek mümkün. Gelip geçenlere selam verir gibi başını sokağa eğmiş güzelim cumbalı evleri fark etmemek imkânsız. İhsan Oktay Anar hayalindeki 17. yüzyıl İstanbul’unda gezerken onları “çekül doğrultusunu çoktan terk etmiş ahşap evler” olarak tarif ediyor. Bu ifadeyi çok seviyorum. Evin bu hali, dünyası oradan ibaret olan ev sahibelerinin pencere perdelerinin ardından merakla sokağa uzattıkları başlarını andırıyor. Bölgenin daha mütevazı beton yapılarla çevrilmiş olması yol boyunca görkemli yüksek eserlerin olmayışından dolayı bir avantaja dönüşemiyor. Bu yüzden bakışlarım hep sokak aralarında…

Eski şehrin dışından, eskiden beri şehrin merkezlerinden biri olan Aksaray’a uzanan yol boyunca birçok kez duygu değişimi yaşadım. Fatih’in ordularına karargah yaptığı, belki de bu tarihsel motivasyon ile –şehirde başka boş alan kalmadığı için de olabilir tabii- son dönemlerde siyasi toplanmalarda sıklıkla kullanılan Kazlıçeşme tedirginlik uyandıran ıssız bir şantiye gibiydi. Yedikule ve Samatya’da duvarların ve dikenli tellerin ardında saklanan tarihin yanından geçip dokunamamanın kızgınlık ile karışık hüznünü hissettim. Yedikule ve Studion (İmrahor İlyas Bey Camisi) tecrit edilmiş halde… Langa bir yandan ıslarla eski İstanbul’u anımsatırken hatta bilmediğimiz çok daha eski İstanbul’dan ipuçları verirken bir yandan da onun artık yok olduğunu bağırıyordu.

Kocamustafapaşa’daki rotanın tarihi için camilerin izinden gitmek yeterli olmuştu. Ama aşağıda çok daha derinlikli bir tarih var. Araştırma ve okumalarım beni Bizans’tan Roma’ya, Hristiyanlık tarihine hatta milattan önce sekiz binlere kadar götürdü. Bu derece ayrıntılı ve kapsamlı bir tarihi aktarma cüretinde bulunmayacağım. Yedinci tepe ile eteklerinin birbirinden bu kadar farklı olabilmesi beni çok şaşırtmıştı. Yazıya da muhtemelen bu kıyas sirayet edecek.

Kazlıçeşme

80 numaralı otobüs hemen Marmaray durağının dibinden kalkıyor. Otobüslerin beklediği biçimsiz alanın gerisinde ilk görüşte bana bir dikilitaşı anımsatan tuğladan örme, yalnız bir baca yükseliyor. Yalnız kalmış yapıların peşinden giderek İstanbul hakkında çok şey öğrendim. Bu kez de elim boş dönmüyorum. Karşımdaki baca Tanzimat Dönemi sanayileşme hareketinin bir hatırası… Meşhur mimar ailesi Balyanların bir üyesinin eseri olması hasebiyle pekâlâ bir sanayi anıtı sayılabilir.

Kazlıçeşme’den Samatya’ya

Kuşatmada İshak Paşa komutasındaki birliklerin konuşlandığı meydanlık alan fetihten sonraki dönemler boyunca salhane ve tabakhane olarak kullanılmış. Şehrin et iaşesini karşılamak üzere getirilen hayvanlar buradaki salhanelerde kesiliyormuş. Yedikule’den başlayıp Et Meydanı’nda (Forum Bovis, Öküz Meydanı) sonlanan Kasap Yolu, Bizans döneminde de bu amaçla kullanılmış. 19. yüzyılda İngiltere’de sanayi devriminin çarkları yavaş yavaş dönmeye başlayınca Osmanlı dericilik üzerinden rekabete ortak olmaya kalkışmış. Böylece, asırlardır salhane ve tabakhanelere ev sahipliği yapan, burun direklerini sızlatan bet kokusunu Evliya Çelebi’nin bile kayda geçtiği Kazlıçeşme bilinen ilk sanayi bölgesi olmuş. Yüzlerce yıldır burada olan tabakhaneler ve memleketin ilk fabrikaları 90larda kaldırılınca bölgenin tarihi yapıları kocaman meydanın orta yerinde çırılçıplak kalıvermiş.

Otobüse bindim. Akbilimi kullanırken bir yandan da ne tarafa oturursam daha çok şey görürüm diye hesap yaptım. Deniz tarafına oturmaya karar verdim. Saati gelen otobüs ağır ağır kıpırdadı. Önce Demirkapı (Abay) Caddesi’ne döndük. Burası şimdilerde park halindeki araçlar ve hafriyattan başka bir şey olmayan semtin eski ana caddesi olmalı. 10. Yıl Caddesi ile kesintiye uğrasa da yolun doğrultusu, devamında mezarlığın içinden geçen sokakla beraber bu güzergâhın bir zamanlar doğrudan Altınkapı’ya açıldığını işaret ediyor. Öyleyse bu ıssız yolun Roma’dan gelen Via Egnatia’nın şehre girmeden önceki son düzlüğü olduğunu söyleyebiliriz. Yolun etrafında eski semtin çıplak kalmış birkaç tarihi yapısı uzanıyor.

İlk önce Yedişehitler Türbesi göründü. Parmaklıklı pencerelerinden 6 mezarlık sayabildim. Bir tanesi yaşlı ağacın gövdesinin arkasında kalmış olmalı. Burası ve civardaki benzeri birçok türbede metfun olanlar kuşatmaya katılmış yani nimel ceyşten… Çoğu II. Mahmut devrinde ortaya çıkarılmış ve düzenlenmiş. Biraz sonra gene yolun sağında Ali Baba Türbesi’nin önünden geçtik. Uzakta Balıklı Rum Hastanesi’nin yerleşkesi seçilebiliyordu. Az ileride Erikli Baba Türbesi (çevresi toparlanmış ve bir vakfa çevrilmiş) ve karşısındaki Kazlıçeşme Fatih Sultan Mehmet Camisi’nin arasındaki kavşaktan semte adını veren çeşmeyi tavaf ederek geldiğimiz tarafa geri döndük. Tarihi yapılardan başka tek bir dikili taşın kalmadığı bölgedeki uzun manevra bir tür eski Kazlıçeşme’ye saygı geçişine dönüştü. Öbür türlü kimsenin bu yoldan geçeceği ve garip kalmış eserleri selamlayacağı yok. İstanbul’da apartmanların arasında sıkışmış hatta istimlaklar ile yıkılmış tarihi eserlere alışkınız. Ama bu kez etrafındaki semti yok edilmiş yalnız tarihi yapılarla karşı karşıyayız. Cami sonradan yenilenmiş ve eski dokusunu kaybetmiş. İçinden ağaçların fışkırdığı yıkık haldeki eski hamam ilgimi daha çok çekti. Üzerinde “DİKKAT YIKILIR” yazıyordu. Caminin gerisinde cephesindeki küçük yuvarlak pencereler ve ortalarındaki haç motifinden kilise olabileceğine kanaat getirdiğim küçük bir yapı daha gördüm. Araştırdım, burası Agia Paraskevi Ayazması’ymış. Onun arkasında, uzakta Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Camisi’nin küçük minaresi gözüme çarptı. Çeşme ve ayazma ile ilgili efsaneler bölgenin eskiden beri sulak bir arazi olduğuna işaret ediyor. Eski haritalarda da civardan denize dökülen bir nehir var. Zaten salhaneler de bu akan su nedeniyle kurulmuş.

Bölük pörçük peyzaj çalışmaları yapılmış olsa da tren yolu ve Kennedy Caddesi burasının derli toplu bir meydan olmasına izin vermemiş. Marmaray durağının bölgenin kuzey batısına doğru yarattığı yaya trafiği sayılmazsa Kazlıçeşme ıssız bir yer.

Otobüs kara surlarının son kısmının önünde uzanan Gençosman Caddesi’ne döndü. Kafası Yedikule zindanlarında kesilen padişahın adı hiçbir yere gitmeyen bu caddede yaşıyor. Kare planı ile yuvarlak burçların ardında Mermer Kule’yi seçebiliyordum. Belediye kara surlarının bu son bölümünün önüne soğanlı bitkiler parkı yapmış. Ben surları seyre dalmışken kaptan koca direksiyonu çevik hareketlerle bir sağa bir sola döndürüyor ve Kazlıçeşme’nin kayıp parsellerinin yarattığı manasız kaosunun içinden kıvrıla kıvrıla ilerliyor.

Yedikule

Şehre Bizans kralları gibi Altınkapı’dan girmek artık mümkün değil. Zaten ne altını kalmış ne de kapılığı… Osmanlı devrinde kullanılan Yedikule Kapısı da dönüş yolunda kullanılıyor. Yani araçla bu kapıdan şehre giremez yalnızca çıkabilirsiniz. Raylı hat için açılmış gedikten eski şehre girdik.

Surlarla metruk bir fabrika binasının arasından denize doğru ıssız bir yol uzanıyor. Bir gün yaya olarak çevreyi gezerken bu yola girmeye cesaret ettik. Çünkü fabrikanın duvarında ok işareti ile hayvan barınağının az ileride olduğu belirtilmişti. Başta çekingen adımlarla girdiğimiz sokakta biraz ilerledikten sonra köpek sesleri duymaya başladık. Yol aldıkça yüzlerce köpeğin hep beraber havlaması ile kopan gürültü şiddetleniyordu. Issız yolun ilerisinde hiç beklemediğimiz bir kalabalık ile karşılaştık. Barınak gönüllüler ve ziyaretçiler ile değişik bir komüniteye dönüşmüştü. Barınakta koca bir gün geçirilebilir.

Otobüsteki kaç kişi o tekinsiz sokağın barınağa çıktığında haberdardı acaba? Şehrin birkaç yerinde daha karşıma çıkan garip metal konstruksiyon kule ve ardındaki eski gazhane binası göründü. Havagazı, fabrikanın alametifarikası olan gazometre kulelerinin içindeki tankta depolanırmış. Şimdi sadece cepheleri ayakta kalan havagazı fabrikasının 1890 yılındaki açılışta bayraklarla ve çiçeklerle süslü halinden eser yok. Gazhaneler elektrik fabrikası kurulmadan önce şehrin aydınlatmasında kullanılıyormuş. Önce Dolmabahçe ve Beylerbeyi Sarayları için yapılan gazhaneler daha sonra halkın havagazı kullanımı için Yedikule ve Hasanpaşa’da açılmış. Sanayi tarihi bir başka gezinin teması olacak. O yüzden konuya fazla girmek istemiyorum.

Yolu rayların üstünden atlatan geçide doğru yükselirken solda yalnız başına terkedilmiş bir konak görünüyor. Kim bilir belki de civardaki fabrikalar, cer atölyeleri ya da gazhanenin üst düzey bir yöneticisinindi. Eskilerin büyük adamları fakir halkla aynı muhitte yaşamakta bir beis görmezmiş. Otobüs yükseldikçe trenyolu boyunca uzanan eski cer atölyeleri gözümün önüne serildi. Atölyeler restorasyona alınmış. Öndeki boş alana devam eden proje için iki de modern bina dikiliyordu. Eskideki güzellik betonarmede yok. Bölge sanırım bir konut alanı olacak. Proje sayesinde yapılacak peyzaj işleri belki Yedikule’nin önündeki bu dağınıklığı da bitirerek bir hayra vesile olur. Ben cer atölyelerinin yakında kaybolacak pitoreskine dalmışken otobüs dar sokaktan semtin içine doğru daldı.

Yedikule’nin duvarlarına yaslanmış eski cumbalı evlerin arasından geçen 80 numaralı otobüs sanki bizi asırlar öncesine taşıyor gibiydi. Bu yaşlı duvarlar uzun bir tarih yolculuğunun yorgunu… Şimdilerde kendi hallerine bırakılmışlar. Yedikule, Bizans zamanında beşkuleymiş. Fetihten sonra iki kule daha eklenmiş. Fatihin yedinci padişah olması ile bir alakası var mı bilmiyorum. Ama selatin camilerde örneği olan bu uygulama hisarda da tatbik edilmiş olabilir. Hisara ne büyük vazifeler yüklenmiş. Önce hazine sonra zindan olmuş. Bir zamanlar kralların zafer alayını şehre kabul ederken sonra uğursuz bir gün bir padişahın katline mahal olmuş. Yedi kulenin birinde, Altın Kapı’nın güneydeki kulesinde Genç Osman boğazlanmış. Kule o meşum günden beri Kanlı Kule olarak da anılıyor. Yedikule; zaferden dönerken gel diyen bir cennet kapısı, saltanat biterken kaçışı olmayan dipsiz bir kuyu. Burası aynı zamanda birçok Avrupalı sefir için de Konstantiniyye hikayesinin başladığı ve bittiği yer olmuş. Nursel Gülenaz ve Oya Koca’nın beraber kaleme aldıkları Yedikule Samatya kitabında hisara dair detaylı bilgilere ulaşmak mümkün.

Civarın hala tepedeki rota kadar apartmanlaşmadığını belirtmiştim. Birkaç katlı eski taş evler ve çıkmalı ahşap konaklar köşe başlarında birden beliriveriyor. Küçükbaşı Hacı Hüseyin Ağa Camisi’nden sağa dönüp semtin esas rotasına girdik. Osmanlı döneminde bu yola Yedikule Kapısı’ndan giriliyormuş. Biz Yedikule’nin güneyinden bir yay çizip eski hatta döndük. Çok daha eskiden, Bizans zamanlarında Roma’dan gelip Altınkapı’da sonlanan Via Egnatia şehrin içinde Mese Odos olarak devam ediyormuş. Aslında Mese’nin bu kısmı yedinci tepenin güney yamaçlarından zirvelerine doğru tırmanıyor ve bir önceki rotamız olan Kocamustafapaşa Caddesi’nin güzergahı ile devam edip Forum Bovis’e yani Aksaray’a varıyormuş.

Seferden dönen Bizans krallarının merasim yolunu 20. yüzyılın ilk yarısı boyunca tramvay sesleri çınlatmış. Önce ahali gitmiş sonra da tramvay… 6–7 Eylül Olaylarıyla Rumlar semti terk etmiş. Otobüsler gelince tramvay da gitmiş. Menderes döneminde raylar söküldükten sonra 33 numaralı Yedikule-Bahçekapı tramvayı Rum ve Ermeni mahallelerinin içinden bir daha geçmemiş. Yedikule’nin burçlarını saran ufak tefek evlerin arasından süzülen tramvayın resmi, kaybolmuş İstanbul’un bize çok yabancı gelen hatıralarından biri olarak internette geziyor. Fotoğrafa bakınca insan İlber Ortaylı’ya hak vermeden edemiyor. Dediği gibi tramvay İstanbul’un süsüymüş.

Havagazından sokak aydınlatması ve tramvay hattı, anlamakta zorluk çektiğimiz eski zaman hayatları ile günümüz arasındaki hızlı değişimin ilk adımlarının atıldığı 19. yüzyılın bize pek de tanıdık gelmeyen detayları… Buralar şehirleşirken tepede hala külliyelerin etrafında kümelenmiş eski bir Osmanlı mahallesi vardı. II. Mahmut hep modernleşme ülküsü ile ıslahatlar yapsa da –ıslahatçılığı Atatürk ile kıyaslanır- şehrin siması onun soy atalığı yaptığı sonraki padişahların dönemlerinde değişmiştir. II. Mahmut, ondan sonra gelen Aldülmecit ve Abdülaziz’in babasıdır. Son dört padişah da onun torunlarıdır. Abdülaziz banliyö treninin sarayın arazisinden geçmesine izin verince hat Sirkeci’ye kadar uzanmış. Tramvay sayesinde şehrin merkezlerinden Aksaray ile yakınlaşan Yedikule ve Samatya tren sayesinde Eminönü ile de bağ kurmuş.

Samatya yazının kalan kısmına sığmayacak kadar uzun bir hikaye. Yaklaşık on bin yıllık bir hikaye… Samatya hakkında ahkam kesebilmek için arkeoloji, Bizans, Roma, Osmanlı tebaaları ve Hıristiyanlık tarihini biraz özümsemek gerekiyor.

--

--