Bakırköy Tarihi

Oktay ÖZMAN
Cam Kenarından İstanbul
12 min readJul 11, 2024

Bakırköy bugün İstanbul’un bir semti. Hem de şehrin epey merkezi bir noktası. Ama tarihini İstanbul’unki ile bir tutarsanız yanılırsınız. Bakırköy’ü Fatih Sultan Mehmet fethetmedi mesela. Bugün semtin yerleştiği bölge tarihsel İstanbul’dan yani Konstantinapol'den neredeyse bir asır önce Osmanlı toprağı olmuştu. Bakırköy İstanbul’un kurucusu olan Roma/Bizans imparatoru Büyük Konstantin’in kurduğu şehirden epey uzakta bir yerdi. Zaten eski isimlerinin hepsi bu uzaklığa referans verir.

Bölgenin kaynaklarda geçen ilk adı Septimum’dur. Bu kelime Latince yedi anlamına gelen septimus kelimesinden türemiştir. Bu isim, Doğu Roma’nın daha baskın hale gelen Yunan kültürü etkisi altında kalması ve imparatorluğun resmi dilinin Latince’den Yunanca’ya çevirilmesinden sonra yerini Hebdomon’a bırakmış olmalı. Bu kelime de Yunanca yedi anlamına gelen heptadan türemiştir. Peki neden yedi? Roma medeniyetinin alamet-i farikalarından biri yollarıdır. Ayasofya’nın hemen dibindeki Milyon Taşı bütün Roma yollarının sıfır noktası olarak kabul edilmiştir. Aslında sıfır noktası Roma şehrinde idi. Bütün yollar Roma’ya çıkıyordu. Konstantin imparatorluğun başkentini Byzantium’a taşıdı. Artık bütün yollar onun kurduğu Yeni Roma’ya çıkacaktı. İşte Bakırköy’ün kurulu olduğu bölge Milyon Taşı’ndan başlayan Yeni Roma yollarının 7. miline denk geliyordu.

Milyon Taşı hala yerli yerinde. Roma yollarının surların içinde devam eden kısmı, yani şehrin ana yolu Mese Odos’un rotasını da biliyoruz. Hatta bu güzergahı günümüzde hala yol olarak kullanıyoruz. Bir Roma mili de yaklaşık 1480 metre idi. O zaman bu tarihsel bilginin sağlamasını yapmak mümkün. Haydi ölçelim. 7x1480 metre mesafe, Milyon Taşı’ndan itibaren sırasıyla Divan Yolu-Ordu, Kocamustafapaşa, İmrahor İlyasbey, Abay ve İstanbul Caddelerinden geçen rotada Bakırköy’ün orta yerinde bulunan AVMlerin önüne denk geliyor. Tam isabet!

Bir an için bir beton denizini andıran İstanbul’u hayalinizde bu örtüsünden azade kılın. Şehrin üzerinde yerleştiği coğrafyayı görmeye çalışın. Bakırköy, kıyının denize doğru hafifçe sokulduğu bir yerde, içlere doğru iki dere yatağı arasında uzanan sırtlarda yerleşik. Burası, Yeni Roma yani İstanbul kurulurken kral eliyle ihya edilmişti. Kıyılara saraylar inşa edilmiş, Via Egnatia’nın üzerinde bir kilise kurulmuş, Çırpıcı Deresi’nin geçtiği çayırlık alan askerlerin talim yapması için büyük bir askeri kompleks olarak tahsis edilmişti.

Demangel, 1945; Contribution a la Topographie de L’Hebdomon (ed. E. de Boccard). Recherches Françaises en Turquie

Buranın imparatorlar için bir sayfiye yeri olduğunu kıyıda inşa edilen saraya verilen addan anlamak zor değil; Jucundiaena, yani zevk sarayı. Kıyıdan biraz içeride kalan ana yol üzerinde inşa edilen kilisede Vaftizci Yahya’ya ait kafatası ve bir kol kemiğinden ibaret relikler muhafaza edilmiş, yapı da Ayios İoannes Prodromos adıyla bu azize adanmıştı. Böylece bölge kutsiyet de kazandı. Bizans imparatorlarının taç giyme seramonileri burada yapılıyordu. Çayırlık alandaki büyük ordugahın adı Campus Martis idi. Ordusunun başında seferden dönen imparatorların, Mese boyunca dizilen forumlarda devam edecek ve nihayet sarayda son bulacak zafer alaylarının başlangıç noktası da burasıydı. Bu çok fonksiyonlu bölgeye ne derece önem atfedildiğini surların dışında inşa edilmiş en büyük açık sarnıç olan Fildamı’nın azametinden anlamak mümkün. Bir boşluğu yıkıp harap etmek çok zor olsa gerek ki yapı oldukça iyi korunarak günümüze ulaşmıştır.

Justinianus’un imparatorluğunda altın çağını geçiren Bizans için işler sonraki dönemlerde çok iyi gitmedi. Sonu gelmeyen kuşatmalara maruz kalan şehir, II. Teodosius’un aşılmaz sur duvarları sayesinde Bulgar, Avar ve Arap ordularını her seferinde geri püskürtüyordu. Ama surların dışında kalan Hebdomon her kuşatmadan ağır yaralar aldı. Buranın eski debdebeli ve ihtişamlı günlerinden eser kalmamıştı. Kilisedeki kutsal emanetler surların içinde kalan Samatya’da bir kiliseye taşındı. Yerleşimin, bu çalkantılı Bizans devirlerinde değişen ismi adeta parlak Roma devirlerinin sona erdiğinin bir kanıtı gibidir; Makrohora. Uzun ya da uzak köy anlamına gelen kelime, Hebdomon ismindeki kesinliği yitirmiş, kasabaya belki de dönemin ruhunu çok iyi yansıtan bir belirsizlik sirayet ettirmiştir. Burası artık Bizans imparatorlarının elinin uzanamayacağı kadar uzak bir yerdir.

Nitekim surların dışında kalan bütün İstanbul gibi Bakırköy da Fetih’ten çok önce Osmanlı himayesine girdi. Türkler artık tenha bir Rum köyü havasına bürünen Makrohora’ya çok ilgi göstermedi. İsmini de Makriköy şeklinde kullanmaya devam ettiler. Surdışının esas Osmanlı yerleşimi Eyüp’tü. Bu, yarımadanın iki imparatorluk devrinde değişen mekansal kullanımını çok iyi yansıtır. Bizans devrinde Marmara kıyılarındaki limanlar daha aktifti. Gene şehrin ana yolunun güneyde kalan kolu daha işlekti. Osmanlı’da Haliç’in liman fonksiyonu ön plana çıktı ve saraydan Edirnekapı’ya tepeler boyunca uzanan kuzey kolu ana yol halini aldı. Böylece antik Roma yolu Via Egnatia talileşti, Makriköy de 17. yüzyıl başlarına dek bir Rum yerleşimi olarak kaldı. Bu dönemde inşa edilen Çarşı Camii ve hamam, çeşme gibi eserler daha sonra az da olsa kalabalıklaşacak olan Müslüman cemaat için bir çekirdek teşkil etti.

1960larda Çarşı Camii ve çevresi

Via Egnatia’nın Makriköy içinde kalan kısmı günümüzde İstanbul Caddesi ismi ile hala semtin içinde uzanıyor. Yollar ne çok şey anlatıyor. İstanbul Caddesi, yolların dilini okuyabilenler için buranın eskiden İstanbul olmadığını anlatırcasına semtin bağrında uzanıp gidiyor. Artık niteliksiz yapılaşma ve betonlaşma etkisi ile Bakırköy’ün her yeri aynı görünse de bu caddenin rotası hafızasında semtin tarihsel çekirdeğini saklıyor. Ayios İoannes Prodromos Kilisesi, eski SSK doğum hastanesinin bulunduğu yerdeydi. Hastane binasını yıktılar. Ama muhtemelen binanın temelleri altında olan kilise kalıntıları için bir arkeolojik çalışma yürütülmeden yeni bir bina inşa edildi. Çarşı Cami* gene ana yol üzerinde biraz daha batıda bir yerdedir.

Bakırköy Tren İstasyonu

Demiryolları yeni bir ulaşım şekli olmaktan öte şehirlerin, kasabaların mekânsal özelliklerini de kökten değiştiren bir dönüm noktasıdır. Bu demir ağların içinden geçtiği yerleşimin geçmişinde, demiryollarının gelişi önemli bir tarihsel dönemeçtir. Yerleşimlere, demiryolları kadar 19. yüzyıl etkisi sirayet ettiren daha baskın bir gros değişim yoktur. İstasyonlar bir anda kasabaların yeni merkezi olur, devasa tren garları şehirlerin en ikonik yapıları olarak yükselir. Demiryolu, Bakırköy’ün mekânsal gelişimini de etkilemişti. Bakırköy’ün biraz tepelik bir alanda yerleştiğinden söz etmiştim. Demiryolunun eğimini düşürmek adına raylar kasabanın ortasından geçen bir kanala döşenmiştir. Bu kanal istasyonun olduğu yerde en derin noktasına ulaşır. “Uzakköy”ü İstanbul’a yaklaştıran banliyö treni sayesinde istasyonun çevresi, semtin en hareketli yeri haline gelir. Günümüzde teras eklentileri ile kuşatılmış bir vaziyette kafe olarak kullanılan Chef de Gare binası İstanbul’un demiryolları mirasının görkemli bir örneği olarak hak ettiği kıymeti göreceği günü bekliyor.

Önde, daha önce araç trafiğine açık olan köprünün kenarında istasyon binası ve arka planda (solda) Chef de Gare

Bakırköy, banliyö treni ile buraya ulaşımın kolaylaşmasıyla beraber bir sayfiye yeri, İstanbullu zenginler için bir yazlık beldesi niteliği kazandı. Bu zenginlerden en bilineni Fransız kökenli bir levanten olan Kont Amade Alleon’dur. Kont Bakırköy’de kendisine taş bir yazlık köşk inşa ettirmiştir. Tuğlasından kiremitine, döşemesinden mobilyasına kadar özenle inşa edilmiş olan yapı günümüzde hala Bakırköy’ün en göz alıcı yapılarından biridir. Kont tren yolunun diğer tarafına rahat geçebilmek için hemen evin hizasında bir de köprü yaptırmıştı. Ama bu Marsilya tuğlası bezeli güzelim köprü, yerine bugünkü beton köprü inşa edilmek üzere yıkılmıştır. Oğlu, aynı zamanda ailenin İstanbul’da yaşayan son kuşağı olan Maurice Alleon da semtin biraz daha içinde (İstanbul Caddesi’ne açılan bir sokakta) kendisi için bir başka ev inşa ettirmiştir. Oğulun art nouveau stildeki evi, en az babasınınki kadar güzeldir. Baba Alleon’un kuşlara merakı vardı. Boğaz’dan Balkan ülkelerine, atalarının vatanı Paris’e kadar kuşların peşinde bir hayat geçiren Alleon bir tahnit ustasıydı. Doldurduğu kuşlardan oluşan geniş koleksiyonunun bir kısmını Sultan Abdülaziz'e hediye etmiş, gerisini Fransa’da ve İstanbul’da zooloji kuruluşları ve okullara vermişti. Kont Alleon bu yönüyle ilk İstanbullu kuşçu olarak nitelendirilir.

Bakırköy’ün hemen yanı başındaki Çırpıcı çayırı civarın mesire yeriydi. Böyle dinlence/eğlence yerleri özellikle 18. yüzyılda piknik kültürünün Osmanlı İstanbul’unda yaygınlık kazanması ile beraber kıymete bindi. Bundan olacak ki çayır, dönemin padişahlarından III. Mustafa tarafından şeyhülislamı Veliyüddin Efendi’ye kıymetli bir hediye olarak sunulmuştu. Sultan, din adamını bir iftira neticesinde sürgün etmiş, gerçek anlaşılınca da kendisine özür mahiyetinde bu çayırı vermişti. Osmanlı son yüzyılında Enver Paşa, at yarışları düzenlemek için bir yer arayışına girmişti. Nerden baksanız İstanbul tarihinde iki bin senelik antik bir uyanış sayılabilecek bu girişim için Çırpıcı çayırı uygun bulundu. Böylece Atmeydanı’ndaki antik hipodromdan sonra şehrin modern hipodromu aslında nal darbelerine çok da yabancı olmayan bu topraklarda** yeniden inşa edildi. 50li yıllarda koşu pistinin etrafında inşa edilen tribünlerle beraber hipodrom devrin ihtiyaçlarını karşılayan bir tesis hüviyetine büründü.

Bakırköy eşsiz konumu sayesinde sanayileşmenin hız kazandığı 1950li yıllarla beraber hızla bir fabrika semti haline geldi. İçinden Zeytinburnu, Bahçelievler gibi yeni ilçeler çıksa da nüfusu artmaya devam etti. O yıllarda bütün ülkeyi bitkisel yağ ile tanıştıran Vita fabrikası semtin tam göbeğinde faaliyet sürdürüyordu. Ama bölgenin sanayileşmesi biraz daha gerilere Osmanlı’nın son dönemlerine kadar uzanıyor. Osmanlı’da endüstriye –aslında tıp gibi diğer bir çok alanda olduğu gibi- gene askeriye öncülük etmişti. Kazlıçeşme’de öteden beri süregelen dericilik işi ve Beykoz’da kümelenen kağıt, cam ve bez fabrikaları Osmanlı’da ağır aksak ilerleyen sivil sanayinin ilk organizasyonunu teşkil ediyordu. Öte yandan askeri sanayinin merkezinde baruthaneler ve tophane vardı. Barut Osmanlı’nın bir imparatorluğa dönüşmesinde hayati bir rol oynamıştı. Hatta bazı tarihçiler, Osmanlı ile beraber ateşli silahları askeri güçlerinin ana unsuru haline getiren Safevi ve Babür imparatorluklarını barut imparatorluğu olarak adlandırır. İstanbul’un fethinde kritik bir rol oynayan Şahi toplarını hepimiz biliriz. Asırlardır onca kuşatma görmüş ve o çağlarda artık aşılmaz olarak kabul edilen İstanbul surları top atışlarıyla delinmişti. Topla gelen fetih, Osmanlı’nın artık bir imparatorluk hüviyeti kazanmasının yolunu açmıştı.

İlk başta şehrin içinde inşa edilen baruthanelerde sık sık patlamalar ve yangınlar meydana geliyordu. Bir zaman sonra barut işi şehrin dışına çıkarıldı. Bakırköy’deki tesis Baruthane-i Amire olarak geçiyordu. Dolayısıyla şehir içinde ve çevresinde birçok noktaya hatta imparatorluğun başka şehirlerine yayılan baruthanelerin merkezinin burası olduğunu söyleyebiliriz. Burası 18. yüzyılın hemen başında faaliyete geçti. Baruthane yapıları Bakırköy’ün batısında kalan geniş araziye (günümüzde Ataköy) inşa edildi. Bölge günümüzde idari olarak Bakırköy’e bağlı olsa da, Ataköy’ün kendine oldukça özgü bir hikayesi olduğundan, buraya tarihsel arka plan teşkil eden baruthane anlatısını Ataköy’ü tek başına ele alacağım bir başka yazıya bırakıyorum.

Kökleri Osmanlı’ya dayanan ama daha sonra tam bir Cumhuriyet atılımı olarak yeniden ele alınan bez fabrikasından (basmahane) söz edelim. Bu fabrika Tanzimat sanayisinden erken Cumhuriyet yıllarının devletçi sanayi anlayışına geçişe dair izler barındırıyor. Devrin meşhur saray mimarı ailesi olan Balyanlar’dan Garabed Amira tarafından inşa edilen binanın içindeki fabrika da gene sarayın mühendis ailesi olarak nitelendirebileceğimiz Dadyan ailesinin en parlak jenerasyonu Barutçubaşı Ohannes tarafından kurulmuştur. Ohannes ya da bazı kaynaklarda geçtiği haliyle Hovahannes Dadyan yukarıda sözünü ettiğim Bakırköy baruthanesini de modernize eden kişiydi. Osmanlı’nın bu modern Urban ustasından daha sonraki bölümlerde detaylıca bahsedeceğim. Nitekim barutçubaşının eserleri baruthane ve basmahane ile sınırlı değildi.

Fabrika Osmanlı’nın son devirlerinde ağır aksak da olsa faaliyetini sürdürdü. Adı basmahaneydi ama bir süre sonra desenli bez üretmeyi bıraktı. Uluslararası piyasa ile rekabet etmesi güçtü. Bir dönem bütün üretimi saraya tahsis edildi. Savaş dönemlerinde tüfek kayışı üretti. Bu bez fabrikası Osmanlı’nın sınırlı sanayi kapasitesinin mühim bir tesisiydi. Nitekim tekstil, imparatorluk endüstrisinin neredeyse yarısına tekabül ediyordu. Cumhuriyet kurulduktan sonra da bu sınırlı tekstil endüstrisi mirası büyütülmeye çalışıldı. Bu amaçla ekonomik kalkınmanın lokomotifi olarak düşünülen tekstil sanayiini büyütecek hem de bir banka olarak çalışacak Sümerbank kuruldu. Daha sonra yeni fabrikalar inşa edilecekti ama Sümerbank kurulduğunda elindeki tek fabrika Bakırköy’deki basmahaneydi. Fabrika sıfırdan yeniden inşa edildi. Yeni modern fabrika dönemin ünlü mimarlarından Sedat Hakkı Eldem tarafından tasarlandı. Bir Cumhuriyet projesi olan Sümerbank oldukça uzun ömürlü oldu ve belki bir çoğumuzun çocukluk hatıralarına girecek kadar varlığını sürdürdü.

Bakırköy Pamuklu Sanayii Müessesesi, Salt Araştırma arşivinden.

Bez fabrikası bir Cumhuriyet atılımı olarak bulunduğu çevreyi de etkiledi. Fabrikanın yanı başında yeni bir mahalle doğdu. Yenimahalle zamanla buranın adı haline geldi ve 1938 yılında buraya yeni bir tren istasyonu açıldı. Daha sonra Vatan adını alacak olan Kurun Gazetesi’nin yaklaşan milletvekilliği (o zamanlar saylav deniyordu) seçimleri öncesi hazırlıkları aktardığı sayfada ikincil seçmen olarak geçen birçok isim fabrikada memurdu. İkincil seçmenler yaşadıkları yerin ileri gelenlerinden ya da CHP teşkilatlarından seçilen ve halk adına milletvekillerini seçen kişilerdi. Tek partili dönemde böyle bir seçim yöntemi uygulanıyordu. Osmanlı’da yönetenlerin meydana getirdiği aristokrasinin yerini Cumhuriyet’te parti-memur aristokrasisi almıştı.

Yağ fabrikasının hikayesinde de Bakırköy’ün 1950lerde hızlanan sanayileşme serüvenine biraz yakından bakalım. Aslında burası Hollanda menşeli çok uluslu şirket Unilever tarafından satın alınıp Vita yağ fabrikasına dönüştürülmeden önce de bir yağ tesisiydi. Burası, semtin ileri gelenlerinden, CHP vekilliği de yapmış Sakızlı Selim (Bilol) Bey’in, aktarılanlara göre bir iki sokak ilerideki evinden her gün yürüyerek gittiği yağ fabrikasıydı. 1934 yılına ait bir gazete kupüründe Selim Bey ve eşi Şerife Hanım’ın isimleri ikincil seçmen adayları olarak geçiyor. Vita Fabrikası’nın ardında yatan hikaye de dönüp dolaşıp gene 1950lerde ülkede ne kadar büyük bir değişimin olduğunu anlatıyor. Semtin orta yerine açılan devasa fabrika, bütün bir milletin sofra alışkanlıklarını kökten değiştirecek margarin ve sıvı yağın üretildiği yerdi. Vita markası saksı niyetine kullanılan sarı tenekesine kadar bir kültür imgesi haline geldi. Keza fabrikadan çıkan bir başka ürün olan Sana da ürünün (margarinin) kendi adı gibi benimsendi. Gene aynı dönemlerde faaliyete geçen emaye fabrikasında Vezüv gaz sobaları üretiliyordu. Kilim mensucat fabrikası, Aksu iplik fabrikası, Akın tekstil fabrikası gibi tesisler Çırpıcı Deresi boyunca bir sanayi damarı meydana getirmişti. Fabrikaların atıkları dereye boşalıyordu. Öyle ki Şemsettin Bey eskiden derenin her gün başka bir renkte akmasına hayret ettiğini aktarıyor.

Bakırköy o zamanlar sahilden tren yoluna kadar uzanan alanla sınırlıydı. Yerleşimin ana aksı İstanbul Caddesi’ydi. Bir Bakırköylü olan Şemsettin Bey’in notlarında aktardığına göre baruthane tarafında Yahudiler, sahilde Ermeni ve Rumlar, İstanbul Caddesi ile demiryolu arasında daha çok Müslümanlar oturuyordu. Müslümanlardan hali vakti yerinde olanların İncirli tarafında bahçeli konakları vardı. Bakırköy çevresinde artan yapılaşma ve Marşal Bulvarı ile beraber ilçenin aksı doksan derece dönerek bugünkü İncirli Caddesi merkeziyet kazandı. Arkalarda Bahçelievler gibi yeni bir çekim noktası vardı. Bakırköylüler yazları bisiklete atlayıp İncirli yolundan Ömür yoğurda dondurma yemeye gidiyordu. O zamanlar yolun çevresi hala bağ-bahçeydi*** ama Bakırköy’ün tren yolunun arkalarına doğru genişlemesi çok zaman almadı. Bir yandan ayrı bir yerleşim olarak gelişen Osmaniye, burada kurulan tekstil fabrikalarının çektiği göçle beraber bir gecekondu mahallesi haline geldi. Burası çok uzak olmayan bir geçmişte eski taş ocaklarının yerinde bir muhacir yerleşimi olarak doğmuştu. Erken Cumhuriyet yıllarında burada bir çimento fabrikası faaliyet gösteriyordu. Davutpaşa’dan Haznedar’a uzanan, karayolunun güneyinde Osmaniye’yi de içine alan bu bölge Roma-Bizans devirlerinden beri bir taş ocağıydı. Buradan tarihsel olarak küfeki adıyla bilinen bir tür kireç taşı çıkıyordu. Bizans devrinde de kullanıldığı bilinen küfeki taşı İstanbul’daki bütün Osmanlı mirasının taş dokusudur. Bu nedenle küfeki, İstanbul Taşı olarak da adlandırılmaktadır. Küfeki ocaktan çıkarıldıktan sonra kolay işlenebilen, oksijenle temas ettikten sonra da sertleşen yapısıyla klasik Osmanlı mimarisinin yapı taşı haline gelmişti. Doğal kompozit bir taş olan küfekinin nem, yağmur ya da rüzgar etkisiyle yüzeyinde meydana gelen eskime (patina), tarihi Osmanlı yapılarının insanda yarattığı çok eski bir şeye bakma hissinin en büyük sebebidir.

Devlet eliyle yürütülen toplu konut projesi Ataköy genişledi, bez fabrikasının çeperinde Yenimahalle doğdu, İncirli’ye uzanan yolun etrafındaki bağlar bahçeler parsellendi ve betonarme apartmanlarla doldu, gecekondu mahallesi Osmaniye artık buraya kadar uzandı. Böylece Bakırköy’ün tarihsel çekirdeği, farklı dinamiklerle dört bir yanında cereyan eden şehirleşme ile İstanbul’un büyük beton denizinin bir parçası haline geldi.

Dipnotlar

*Semtin diğer bir eski camisi olan Amine Hatun Camii, Kartaltepe’de 1914 yılında inşa edilmiştir. Mimarı, bir dönem kendisi de Bakırköy’de yaşamış olan Mimar Kemalettin’dir. Semtte mimara ait olduğu düşünülen bir başka eser Birinci Ulusal Mimarlık Akımı izleri taşıyan elektrik şirketi binasıdır.

**Bizans devirlerinde buranın ordugah olduğundan söz etmiştim. Osmanlı ordugahı da hemen çayırın arkasındaki Davutpaşa’da tepelik yerdeydi. İstanbul’da müslüman-gayrimüslim yerleşim yerlerindeki topografik ayırımın (kıyılar gayrimüslim, tepeler müslüman) burada da işliyor olması ilginçtir.

***Cadde üzerindeki harabe konak, günümüzde perili köşk muamelesi gören Resneliler Köşkü’dür. Şehir efsanesi odur ki bu ahşap konak on saniyeliğine ortadan kaybolup geri gelmektedir. Makedonya’da dağa çıkarak başlattığı ayaklanma ile II. Meşrutiyet’in ilanıyla sonuçlanacak olayların fitilini ateşleyen meşhur Resneli Niyazi’nin kardeşi tarafından yaptırılan köşk eskiden İncirli yolu civarının nasıl göründüğünü hayal edebilmemize yardım eden iki eski yapıdan biridir. Aktarılanlara göre “Hürriyet Kahramanı” Resneli Niyazi, beraberindekilerle Hareket Ordusu’na katılmış, 31 Mart’ta şehre girmeden önce -gene bir kaynağa göre Mustafa Kemal ile beraber- kardeşinin konağında kalmıştır. Eğer öyle ise, bu, günümüzde atıl halde duran konağın yeniden fonksiyon kazanması için bulunmaz bir fırsattır. Burası bir meşrutiyet müzesine dönüştürülebilir. Cadde üstündeki ikinci eser Kılıç Ali Evi’dir. Kılıç Ali, Kurtuluş Savaşı sırasında yararlılıklar göstermiş, ona bu adı veren Mustafa Kemal’e sırdaşı olacak kadar yakınlaşmış eski bir asker-siyasetçidir. Aslında adı başkaydı ama Mustafa Kemal, Enver Paşa’nın adamı olduğundan şüphelendiği gence Beşiktaşlı (semt) olmasından ötürü Kılıç Ali adını vermişti (kendisi soyadı kanunundan sonra Ali’yi isim, Kılıç’ı soy isim olarak kullandı). Beşiktaşlı Kılıç Ali daha sonra Beşiktaş Jimnastik Kulübü’nün kurucuları arasında yer alacaktı. Ama oğlu Gündüz Kılıç, Baba Gündüz lakabıyla büyük bir Galatasaray efsanesi oldu. Bakırköy’deki konakta muhtemelen Kılıç Ali’nin annesi Demsaz Hanım yaşıyordu. İsmi Bakırköy’den 1935 milletvekili seçimlerinin ikincil seçmen listesinde geçiyor. Demsaz Hanım saraydan çırağ (azad) edilmiş eski bir cariyeydi. Evin tarihsel olarak önemli diğer bir özelliği de burada Türkiye’nin ilk özel kliniğinin açılmış olmasıdır. Muhtemelen az gerideki otobüs durağının adı (Klinik) da buradan geliyor. Köşkü devralan, arkasına da bugün hala özel bir hastane olan şahsi kliniğini kuran Dr. Rahmi Duman’dan ruh ve sinir hastanesinin tarihinde detaylıca söz edeceğim.

--

--