Zeytinburnu Tarihi
Herhalde yazarken beni bu kadar zorlayan başka bir yer olmadı. Bakırköy, Bahçelievler gibi yerlerin, bugünkü şeklini almadan önce etrafında geliştikleri tarihsel bir çekirdekleri vardı. Bu sur dışında ya bir köy ya da bir çiftlikti. Ama bugünkü Zeytinburnu ilçe sınırları içerisinde böyle bir tarihsel referans bulmak mümkün değildi. Zeytinburnu öteden beri iki yer arasında bir yerdi; İstanbul ve Bakırköy. Dolayısı ile tam olarak bir yer değildi. Zaten bu sebepten dolayı, resmi kaynaklar da dahil olmak üzere Zeytinburnu üzerine yazılmış tarihçe metinleri birbiriyle doğrudan ilişkisi olmayan örneğin Mevlevihane ile Kazlıçeşme salhanelerini, Balıklı ayazmasını ya da Ermeni hastanesini bir arada ele alan toplama metinlerdir. Halbuki bu yerlerin hiçbiri çevresine yerleşim toplayan çekim merkezleri olmadı. Aksine hepsi şehrin birer uydusuydu.
Sahilin doldurulması ile günümüzde bu coğrafi özelliğini büyük orada yitirmiş olsa da Zeytinburnu tıpkı Bakırköy gibi iki derenin arasından denize doğru uzanan bir burundu. Burnun en uç noktasında zeytinlikler vardı. İşte Zeytinburnu adı da buradan geliyor. Erken Bizans devirlerinde burunda bir saray-hisar yapısı olduğunu biliyoruz. Kyklobion ya da Strongylon Kastellon adı ile antik savaşlara dair kroniklerde geçen bu yuvarlak biçimli hisardan günümüze herhangi bir iz kalmamıştır. Meşhur Roma yolu Via Egnatia, Altınkapı’nın hemen önünden başlayıp Marmara’nın ve Ege’nin kuzey kıyıları boyunca ilerliyor, Balkanları doğudan batıya kat edip Arnavutluk’un Dıraç şehrinden deniz yoluyla Roma’ya bağlanıyordu. İşte bu antik yolun ilk kilometreleri bugünkü Zeytinburnu sahillerinden geçiyordu. Yağmur yağınca çamura dönen yol Justinianus devrinde iki sıra büyük taşlarla örülmüş, yan yana iki at arabasının geçebileceği kadar genişletilmişti. Şehrin hemen dışındaki düzlükler deprem gibi doğal afetlerden sonra bir nevi toplanma alanı vazifesi de görüyordu. Tam tersine, dışarından gelen ve veba taşıdığından şüphe edilen insanlar da şehre girmeden önce bir süre Yedikule’deki Nazarta denilen yerde karantinada tutuluyordu. Nazarta adı muhtemelen İtalyan karantina hastanelerinin adı olan lazarettodan bozmadır.
Günümüzde Zeytinburnu Askeri Hastanesi’nin önünden itibaren surlara doğru antik yolun izdüşümünü demiryolu takip ediyor. Yolun tam ortasından geçtiği Kazlıçeşme’den ilk kitapta detaylıca söz etmiştim. Fetih’ten hemen sonra debbağlar buraya yerleştirildi. Tabakhanede çalışan bu adamların neredeyse tenine nüfuz eden bet kokudan Evliya Çelebi de bahseder. Debbağlar -sadece pis koktuklarından değil- bekar olduklarından da şehrin içindeki tipik Osmanlı mahallelerinde barınamazlardı. Böyle olunca şehrin içinde vebalı muamelesi gören bu adamlar için tabakhane hem işyeri hem de yaşam alanıydı. Burunları artık o bet kokuyu almaz oluyordu. Kazlıçeşme Osmanlı döneminde günümüz Zeytinburnu sınırları içinde kalan tek yerleşim yeridir. Ama gene de burası ilçeye tarihsel çekirdek teşkil edemez. Kazlıçeşme, Osmanlı dönemleri boyunca, kara surlarının öbür ucunda bulunan Eyüp gibi hürmet görmüş bir yer olamadı.
Surların dışı Osmanlı devirleri boyunca şehrin içine kıyasla oldukça ıssız bölgelerdi. Kaynaklar sık sık, bir dönem burada Kudüslü rahiplerin yaşadığından bahseder. Ama bunların kim olduğunu, nereden geldiklerini (Kudüs’ten mi?), neden geldiklerini bilen yok. Aktarılanlara göre rahipler şehrin içindeki Hristiyanlarla sorun yaşamış, hatta şehrin kendisini bir günah yeri olarak görmüş, bundan dolayı şehrin dışında yerleşmişler. Bir zaman da Rumlar burada bir yerleşme açmak talebiyle padişaha gidiyor. Gerekli izin çıkıyor hatta planlar da yapılıyor ama sonra beklenmedik gelişmeler bu yerleşmenin hayata geçmesini engelliyor.
Mezarlıklar, Rumlar için kutsal olan ayazmalar, Müslümanlar için Mevlevihane ve tekkeler sur kapılarından çıkıp buralara gelmek için vesilelerdi. II. Mahmut devrinde açılan Ermeni ve Rum cemaatlerine ait büyük hastanelerle beraber sur dışında Yedikule-Kazlıçeşme tarafındaki hareketlilik buralara da sirayet etti. Hatta asırlardır kapalı olan (bu yüzden Kapalı Kapı olarak da bilinir) Belgradkapı, Rumlar hastaneye rahat erişsin diye yeniden açıldı.
Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi II. Mahmut’un fermanı ile 1834 yılında kuruldu. Rum hastanesinin geçmişi birkaç yüzyıl geriye dayanmakla beraber hastane binası 1753 yılında sur dışında bugün bulunduğu araziye taşındı.
Yedikule Hastanesi olarak bilinen ve günümüz Balıklı Rum Hastanesi’nin öncülü olan bu ahşap hastane 1863 yılına ait bu haritada “Altes griech Hospital” yani eski Rum hastanesi olarak belirtilirken, bu eski hastane dahil şehirdeki tüm Rum hastanelerinin toplanacağı pavyon stilindeki modern hastane gene II. Mahmut’un fermanı ile 1836–38 yılları arasında inşa edildi. Öteden beri Galata’da gemici, Beyoğlu’nda da vebalı Rumlara hizmet veren hastaneler vardı. Eğrikapı’daki kilise de müştemilatında akıl hastalarını kabul ediyordu. Balıklı’da inşa edilen yeni hastane zamanla bütün bu Rum kurumlarını çatısı altında toplayan bir organizasyona dönüştü. Balıklı Meryem Ana Kilisesi’nin yönetimi de bu organizasyona devredilmişti. Eski hastanenin yerinde yetimhane ve ihtiyarhane binaları inşa edildi. Rum cemaati zaman içinde doğan ihtiyaçlara binaen kampüse yeni koğuşlar ekledi. Bu yeni kliniklerden bazıları 20. yüzyıl başında bölgede biraz daha kuzeyde inşa edilen Yedikule Verem Hastanesi’ne devredildi.
Osmanlı dönemlerinin hastalığı veba ise herhalde Cumhuriyet döneminin resminin bir köşesinde ağzına götürdüğü beyaz mendili kandan kıpkırmızı kesilmiş, iki büklüm duran bir verem hastası vardır. İşte Yedikule Verem Hastanesi de vereme karşı savaşın en büyük kalelerinden biri olarak inşa edildi ve günümüzde de bütün göğüs hastalıkları ile ilgilenen bir ihtisas hastanesi olarak işlevini sürdürüyor.
Bizans’tan beri faal olan Mevlanakapı, Silivrikapı ve Yedikule’den sur dışına, Zeytinburnu’nun içlerine doğru uzanan ve ilçe topraklarını Çırçır Deresi’ne dek kat eden eski yollar günümüzde de bölgeyi esir alan beton denizi içinde seçilebilen rotalardır (sırasıyla Mevlevihane Caddesi, Seyitnizam Caddesi ve Prof.Dr. Muammer Aksoy Caddesi-74. Sokak). Sur kapılarına uzanan yolların son kısımları Zeytinburnu topraklarından geçtiği için belki bu yolların rotaları üzerinden mekânsal bir okuma yapmak mümkündür. Daha kuzeyde kalan, kışlalara ve Litros (Esenler), Vitos (Güngören) gibi eski Rum köylerine uzanan yolları, her ne kadar Zeytinburnu idari sınırları içinde kalsalar da semtin ruhunu çok iyi yansıtmadığını düşünerek başka bir yazıya bırakacağım.
Kuzeyden güneye doğru sırada Mevlanakapı’ya çıkan Mevlevihane Caddesi var. Osmanlı zamanında bu yol etrafında sur dışında (yani şehrin dışında) tekkesi bol bir Müslüman mahallesi örneği görüyoruz. Nasıl ki Bizans devirlerinde buralar manastır hayatı için uygun inzivai yerlerdi, Osmanlı’da da bu özelliğini korudu ve bu kez tarikat tekkelerine mekan oldu. Eski haritalarda Mevlevihane’de biten yol, buranın bir durak değil varılacak son yer olduğunu çok güzel anlatıyor. Zaten Bizans son döneminde kapalı olan sur kapısı da Mevlevihane için yeniden açılmıştı. Kafa karıştıran Yenikapı Mevlevihanesi adı buradan gelir.
Cumhuriyet döneminde önce Londra Asfaltı sonra da Marşal Bulvarı ile dikine kesilen yol bu kez buraya yerleşen sanayi tesisleri için iyi bir altyapı sağladı. 1960lara ait hava görüntülerinde Mevlevihane’nin hemen arkasında büyük bir fabrika kompleksi görülüyor. Aynı görüntüde yolun güneyinde kalan geniş parsellerde Atatürk öğrenci sitesinin ilk blokları inşaat halinde izlenebiliyor. Merkezefendi öğrenci yurdu sitesi adıyla açılan yarışmayı kazanan mimarlık projesine uygun olarak inşa edilen sitenin detaylı incelemesi 1964 yılı Arkitekt Dergisi’nde mevcut [1]. Mevlevihane’nin hemen güneyindeki İETT blokları ise 1982 yılında tamamlanmış görünüyor.
Öğrenci yurdunun hemen yanında, E-5 (D-100)’ün kenarında, bir kere gördükten sonra bir daha unutulmayacak kadar dikkat çekici bir yapı olan Tercüman Gazetesi binası 1974 yılında inşa edildi. Brütal mimarisi ile türünün bu topraklardaki nadir bir örneği olan bu devasa beton kütlesi Babıali’yi terk eden ilk gazete olan Tercüman’ın yeni eviydi. Gazete 1960 ve 1980 darbeleri arasında muhafazakar sağ siyasetin kalesi haline gelmişti. Binanın inşa edildiği yıllarda bir milyona yakın günlük tiraja ulaşmıştı. Yazarları arasında Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Yaşar Nabi Nayır, Necip Fazıl Kısakürek, Tarık Buğra, Reşat Ekrem Koçu gibi edebiyatçılar da vardı. 90lı yıllarda ise gazete binasının hemen yanındaki arazide Banker Kastelli olarak bilinen Cevher Özden tarafından site inşaatına başlansa da sansasyonel girişimci projeyi tamamlayamadan bilmem kaçıncı kez iflas bayrağını çekmişti. Tercüman Sitesi daha sonra ülkenin ilk yüksek katlı konut projesi olarak tamamlandı.
Silivrikapı’dan çıkıp Zeytinburnu’nu doğudan batıya kat eden diğer bir eski yol olan Seyitnizam Caddesi buradan İncirli Çiftliği’ne doğru uzanıyordu. Bu kapı Mevlanakapı’nın aksine şehrin kara ulaşımının önemli bir parçasıydı. Yol sur kapısından çıktıktan hemen sonra mezarlıkların içine giriyor. Burada Müslüman, Ermeni ve Rum kabristanlıkları var. Hacı Bayram Can Çeşmesi’nin önünden ayrılan bir yol Balıklı Meryem Ana Manastırı’na çıkıyor. Zeytinburnu ilçesi idari sınırları içerisinde kalan ve günümüze dek varlığını sürdürmüş en eski yapı burası olmalıdır. Her ne kadar 19. yüzyılda yeniden inşa edilmiş olsa da geçmişi 5. yüzyıla kadar uzanır. Manastır şehrin bu ilk Hristiyanlık dönemlerinden beri kutsal kabul edilen bir ayazmanın yanında inşa edilmişti. Uzun asırlar boyunca şehirdeki Rumlar için kutsal ve şifa verdiğine inanılan bir ziyaret noktası oldu. Ayazmanın efsanelerle dolu uzun geçmişini ilk kitapta anlatmıştım.
Mezarlıkların bittiği yerde peygamber soyundan geldiği (seyit) aktarılan Seyyid Nizam’ın türbesi vardır. Türbe çevresi merhuma duyulan saygının bir sonucu olarak zamanla cami, çeşme gibi eserlerle imar edildi. Yol boyunca öteden beri Tebebağı, Çukurbağı, Dutlubağ gibi bağlar vardı. İsmi Mithat Paşa* durağında yaşayan çiftlik bunların en son örneklerinden biri olarak kaçak yapılaşmanın en yoğun olduğu dönemleri de atlatarak 1970lere dek varlığını sürdürdü. Buralar belli ki özel mülkiyetti. Ama caddenin güneyinde kalan ve demiryoluna kadar uzanan geniş tarlalar evkaf yani vakıf malıydı. Burası Osmanlı dönemlerinde Kanuni’nin defterdarlarından İskender Çelebi adıyla anılan büyük bir bahçelikti. Aslında bu durum öteden beri hep bazı sorunlara neden oluyordu. Bazısı vakıf tarafından kendisine kiraya verilen araziyi başkasına satmış, bazısı kaçak baraka inşa etmişti. Bir zaman sonra arazi padişah mülkü haline getirilerek bu gibi sorunların önüne geçilmeye çalışıldı. Ama Cumhuriyet’in ilanından sonra sultan mülkleri yeniden vakıflaştırıldı.
Böylece, Zeytinburnu tarihi ile ilgili kaleme alınmış birçok metinde görmezden gelinmiş bir gerçek olan gecekondulaşma için zemin hazırlanmıştı. Zeytinburnu ülkenin belki de ilk gecekondu mahallesi olarak doğdu ve baş döndürücü bir hızla büyüdü. Bunun tek sebebi arazinin işgale açık mülkiyet durumu değildi. İlçe her yönden yoğun sanayi alanları ile çevriliydi; kuzeyinde Topkapı, batısında Çırpıcı Deresi etrafında gelişen sanayi damarları Cumhuriyet dönemi yatırımlarıydı; sahilde kökleri Tanzimat sonrası Osmanlı sanayileşmesine dayanan tesisler vardı; güneybatı tarafında ise yakın geçmişe dek Osmanlı’nın erken dönemlerinden beri belki de ilk sanayi bölgesi sayılabilecek Kazlıçeşme salhaneleri vardı. Yani aslında bütün bu sanayi alanlarının tam ortasında kalan çayırlıklar ve tarlalar için sanki gecekondulaşmadan başka bir seçenek yoktu. Ya da devlet işçi konutları inşa etmeliydi. Etmedi, işçiler kendi evlerini kendileri inşa etti. Böylece kökleri 1940lara uzanan ve sonraki dönemlerde İstanbul için büyük bir sorun halini alacak, ama devletin gözünde bir sorun olmaktan daha çok verimli bir politik tercih haline gelecek olan gecekondulaşma bu derece büyük bir boyutta ilk defa burada cereyan etti. Peki her şey nasıl başladı. İlk gecekonduyu kim kondurdu.
Tekin Kurucu tarafından İstanbul Üniversitesi Sosyal Antropoloji Bölümü’nde yazılan bir tezde bölgede 1947 yılında gecekondu kuran ilk kişilerin direkt ifadeleri var [2]. Bu insanların ilk ağızdan anlattıkları gecekondulaşma serüveninin nasıl başladığı ve zamanla nasıl büyük bir organizasyona dönüştüğünü ortaya çıkarıyor.
Babam kördü diye lafa giriyor bir tanesi. Çalışamıyordu. Evi geçindirmek bu yeni yetme delikanlıya düşmüştü. Bir zaman sonra oturdukları evden atıldıklarında çareyi fabrika duvarının dibine baraka kurmakta bulmuştu. Diğer evsizler de öyle yapıyordu. Bütün gün zaten at arabası çekecekti. Ana-babasının başını sokabileceği bir dam olsun yeterdi. Tam işler yoluna girdi derken polis barakaları yıktı. Fabrikadan şikayet etmişler herhalde. Gitti bu defa sahile baraka kurdu. Çok geçmeden polis onu da yıktı. Oğlanı da karakola çekip falakaya yatırdılar. Komiser kendi mıntıkasında gecekondu istemiyordu. Delikanlıya “Rum hastanesinin arkasındaki telsizin oraya git” dedi. Burası Kazlıçeşme karakolunun mıntıkası değildi. Delikanlı gene derme çatma bir baraka kurdu. Bir zaman sonra başkaları da geldi. Komiser herkesi buraya gönderiyordu. Böylece Telsiz barakaları doğdu. Polisle köşe kapmaca bitmişti. Bu sefer jandarmayla başladı. Gene karakolluk oldu, gene dayak. Ama gidecek başka yeri yoktu artık. Hem bu sefer yalnız da değildi. Barakaları yeniden kurdular. Partiden adam buldular. Parti, birkaç sene sonra büyük bir zaferle tek parti dönemini bitirip iktidara gelecek olan Demokrat Parti. Barakalardakilerin bir kısmı işçilerin deyişi ile Mensucat Santral ’de işçiydi. Sendika da yanlarındaydı. Jandarma bir süre gelmedi. Telsiz yolunun kenarı artık çok kalabalık olmuştu. Evsizler gözünü bu kez karşıdaki yulaf tarlasına dikti. Buraların evkaf arazisi olduğunu öğrenmişlerdi. Bundan cesaretle yulafı söküp baraka diktiler. O an orada, asırlardır İstanbul’a iaşe çıkaran bu topraklar için büyük ama sessiz bir devrim gerçekleşmişti. Artık yulafa değil işçiye ihtiyaç vardı. Araziyi vakıftan kiralayıp eken adam çıkageldi. Ama kalabalığa karşı çok şansı yoktu. Polisi, jandarmayı yıldıran, arkasına partiyi, sendikayı alan bu insanların suyuna gitse iyi ederdi. Daha fazla baraka kurmamaları şartıyla kalmalarına razı oldu.
Ama Telsiz bir kere bu işin olabileceğini göstermişti. Birkaç ay sonra bir başkası, günümüz Yenidoğan Mahallesi’ni kuracağından habersiz, bir işe kalkıştı. Evlenip çoluk çocuğa karışınca babalığının Yedikule’deki evine sığmaz olmuş, gecekondu kurmaya karar vermişti. Gözüne işçi olarak çalıştığı Santral Mensucat Fabrikası’nın arkasındaki çayırı kestirdi. Babalığından biraz para aldı, sonra araziye gidip geceleri kerpiç kesti. Dört duvar çıkmak için direkt araziden malzeme devşiriyordu. Kerpiç kesme, kadim Ortadoğu medeniyetlerinden beri bilinen en eski tuğla üretim tekniğidir. Böylece Telsiz tarafındaki derme çatma barakalara göre daha sağlam ve kalıcı kondu modeli Yenidoğan'da ortaya çıktı. Bu insanlar hep beraber, insanlığın binlerce yılda ağaç dalları ve sazlarla başlayan ve kerpice evrilen barınak inşa etme sürecini birkaç ayda simüle ettiler. Kerpiçten ev yapmak baraka kurmaya benzemiyordu. Bir de bu işe para koymak riskli bir yatırımdı. Üstelik yeni bir gecekondu bölgesi açıyordu. Meskun mahal dışında jandarma hala tehtitti. İşin ucunda eşe dosta rezil olmak da vardı. Hikaye gene aynı. Çok değil birkaç gün sonra etrafı dolmaya başlayınca jandarmaya karşı yalnız kalmadığını aktarıyor adam.
Konut ve geçim sıkıntısı hat safhadaydı. Artık Telsiz’i Kazlıçeşme (Yenidoğan)’yi duyan geliyordu. Önce civar bir ziyaret ediliyor. İş olacak gibi görülürse biz de bir tane yapalım diyerek inşaata girişiliyordu. Osmaniye’den gelenlerden biri Bakırköy’deki (Sümerbank) bez fabrikasında çalışıyordu. Gecekondular ona uzak gelmişti. Vargellerin batısında tren yoluna doğru olan kısım dediği Sümer Mahallesi olmalıdır. Yanındakilerle burayı beğenip çevirirdiler. Gelenler sadece işçi değildi. Bakırköy’de orta okulda hocalık yapan biri kardeşini de yanına alıp daha önce ortakçılık yaptığı tarlayı aralarında taksim etti. Bir başkası daha sonra Yeşiltepe Mahallesi halini alacak yeri çevirdi. İşler başını sokacak derme çatma bir baraka yapmaktan tastamam dört duvar bir eve sonunda da bir ev için gerekli yurttan çok daha fazlasını çevirmeye kadar varmıştı. Fazla araziye ağaç dikiliyor, bağ-bahçe kuruluyordu. 1947 kışı bahara dek bu ilk gecekonducularla jandarma arasında bitmeyen mücadelelerle geçti. Ama artık jandarma ile nasıl mücadele edeceklerini de öğrenmişlerdi. Bir kere kanuni mesken şartlarını sağlayan bir barınak inşa ettiler mi artık jandarma onu doğrudan yıkamazdı. Zabıt tutuluyor, ondan sonra evrak bir daireden diğerine dolaşıyor, ağır aksak işleyen bürokrasi yarınını bile bilemeyen konduculara belirsiz bir geleceğe kadar zaman kazandırıyordu. İş kanuni meskeni hızla inşa edip içine birini yerleştirmekti. Burada ikamet eden, yaşlı, bakıma muhtaç bir aile üyesi olursa daha makbuldü. İnşaatı halletmek için en uygun zaman dilimi geceydi. Gecekondu adı buradan geliyor. İnşaat sırasında jandarma gelirse rüşvet veriyorlardı.
Ama 1948 baharında gecekonducuların lehine çevirdiği ağır bürokrasi hızlandırıldı, zabıt tutulan meskenlere yıkım yapılacağı bildirildi. Birşeyler yapmak lazımdı. Kurucu, 1948 yılında gecekondu halkının uğraşları neticesinde meclis reisinin burayı ziyaret ettiğini yazıyor. Fakir babası olarak nitelendirilen meclis reisi, bu tarihler itibariyle Ali Fuat Cebesoy olmalıdır. Cebesoy’un arabası Zeytinburnu’nda çamura saplandı ama halk alacağını almıştı. Meclis reisi evlerinin yıkılmayacağını taahhüt etti. Güle güle oturmalarını diledi. Cebesoy, aynı sene daha makamında bir seneyi bile doldurmadan hem CHP’den hem de görevinden istifa edecek ve 1950 seçimlerinden zaferle çıkacak olan Demokrat Parti saflarına geçecekti.
Meclis reisinin ziyareti ve vaatleri gecekonduların devlet nezdinde tanınması anlamına geliyordu. Ama gecekonducular hep bir gün evlerinin yıkılması korkusuyla yaşadı. Bir sene gibi kısa bir süre içinde Zeytinburnu’ndaki neredeyse bütün araziler işgal edilmiş, günümüz Zeytinburnu’nun Nuripaşa, Sümer ve Yeşiltepe mahalleleri de şekillenmeye başlamıştı. Herkes gönlünce beğendiği araziyi çevirdikten sonra jandarma ile süregelen mücadeleye bir de işgalcilerin kendi aralarındaki hudut kavgaları eklendi. Arazisini korumak için gerekirse işsiz güçsüz tipleri etrafına toplamaktan da geri durmuyorlardı. Köylüsü, eşi-dostu, akrabası, fabrikadan mesai arkadaşı, gecekondu yapıldığını duyan kim varsa bölgeye akmaya devam etti. İşgal tamamlandıktan sonra arsa piyasası doğdu. Kendine bir arazi çevirip gecekondusunu inşa edenler artık ellerindeki fazla araziyi ya satıyor ya da hısım-akrabaya veriyordu. Zamanla jandarma ile gecekonducular arasında ilişkiler de oturmuştu. Bölgede kendi nüfuzunu kuran bu adamlara kondu inşa etmekteki tecrübelerine de dayanarak kalfa deniyordu. Her kalfanın kendi bölgesi vardı. Burada onun haberi olmadan çivi çakılamazdı. Gecekondu kurmak isteyen biri hem arazi bulmak, hem jandarmayı halletmek hem de inşaat için, bir kalfaya gitmek zorundaydı. Kalfalar artık bölgenin derebeyleriydi. Gecekondu sorununu çözemeyeceğini anlayan hükümetler buralarda her geçen gün büyüyen nüfusu politik güç olarak kullanmayı tercih ediyordu. Bu kalfaların nüfuzunu perçinleyen bir faktördü. 1960 darbesiyle hükümet görevden el çektirilince kalfaların da üstüne gidildi. Gücünü yitiren kalfalar arazilerini, gecekondularını elden çıkarıp semti terk etti.
1970 yılına ait uydu görüntüsü Zeytinburnu’nun 20 senelik gecekondu serüveninin nereye vardığını net bir şekilde gözler önüne seriyor. Seyitnizam Caddesi ile demiryolu arasında kalan birkaç boş arazi şunlardı: Telsiz Mahallesi’nde buraya ismini veren telsiz direğinin bulunduğu arazi ve bunun güneybatısında Dr. Ziya Gün’e ait arazi**. Gün’ün arazisinin hemen önünde Ermeni hastanesinin arkasında hastane vakfına ait genişçe arazi; Beştelsiz Mahallesi’nde telsizlerin bulunduğu arazi. Gecekondu mahallelerinin tam ortasında ise oldukça geniş bir askeri bölge vardı.
1980lere gelindiğinde bu boş arazilerin neredeyse hepsinin top sahası olarak kullanıldığı görülüyor. Futbol sahasının arazinin sınırlarına uydurulmuş çizgileri hava fotoğrafından seçiliyor. Ayrıca semtin tarihinde önemli bir figür olan, Zeytinburnu’nun Ara Güler’i, gazeteci Mehmet Alpay’ın fotoğraflarında da canlı futbol geçmişini görebiliyoruz. Futbol gecekondu mahallelerinin sosyalleşmesi için hayatiydi belki ama bir yandan da bu arazileri kaçak yapılaşmadan koruyordu. Yukarıda saydığım telsiz arazilerine okullar inşa edildi. Zeytinburnu’nda bulunan futbol kulüpleri Zeytinburnuspor adı altında birleşti. Ermeni hastanesinin arkasındaki araziye büyük bir stadyum inşa edildi. Ama Ermeni vakfı ile davalık olunca stadyum günümüzde kullanılamaz hale geldi.
Kazlıçeşme İstanbul’un fethinden beri dericilik üzerinden bir sanayi bölgesi olarak değerlendirilebilir. Ama zamanla Osmanlı’da sanayi ve ticaret faaliyetlerinin Haliç’te yoğunlaşması ile beraber Marmara kıyıları daha tenha kaldı. Roma-Bizans zamanlarının büyük limanları bir bir terk edildi. Kazlıçeşme de belki salhanelerden çevreye yayılan kötü kokudan olacak, değil bir yerleşim yerine dönüşmek diğer sanayi tesislerinin bile uğramadığı izole bir yer olarak varlığını asırlar boyu sürdürdü. Demiryolunun gelişi ile şehrin mekânsal gelişiminde güney kıyıları tekrar hareket kazandı. Bundan önce burayı göz ardı edilemeyecek bir yer haline getiren bir gelişme daha cereyan etti; Osmanlı’nın ilk ağır sanayi hamlesi olarak Zeytinburnu Demir Fabrikası. Oldukça büyük bir alana yayılan fabrika ve onun lojmanlarında başlayan hayat, buraya bir tren istasyonunun açılması ile beraber belki de tarihte ilk defa Zeytinburnu’nu bir yer olarak haritada işaretledi.
Demir fabrikası, o zamanki adıyla Zeytinburnu Fabrika-i Hümayûn, Osmanlı’nın 19. yüzyıldaki mühendisbaşı diyebileceğimiz barutçubaşı Ohannes Dadyan tarafından 1843 yılında kurulmaya başlanmıştı. Dadyan daha önce Bakırköy’deki baruthaneyi tesis etmişti. Demir fabrikası daha önce Osmanlı topraklarında girişilmemiş büyüklükte bir ağır sanayi hamlesiydi. Bakırköy ve Zeytinburnu tarihinde de sıkça değindiğimiz gibi Osmanlı sanayisi büyük oranda tekstile dayanıyordu. Tekstilin lokomotifliği Cumhuriyet döneminde de devam etti. Ama bir demir fabrikası çok daha büyük ölçekli bir işti. Fabrikanın içinde rokethane, demirhane ve eğehane, baruthane, fişekhane, güllehane, çelikhane, haddehane, bakırhane gibi birimler vardı. Fişekhane binaları restore edildi ve günümüzde istasyon çevresine tarihi bir doku kazandırıyorlar. Fabrika bacasından geriye kalan devasa kaide yapının ne kadar büyük olduğuna dair fikir veriyor. Fabrika devasaydı ama Osmanlı ağır sanayide çok yeniydi, yeterli yetişmiş insan kaynağı yoktu. Fabrikada Avrupalı ustalar ve mühendisler çalışıyordu. Bu fabrikada üretilecek en büyük eser herhalde birkaç on yıl sonra inşa edilen demiryollarının rayları olurdu ama öyle olmadı. Raylar Avrupa’da dökülüp getirilmişti. Demir fabrikası Cumhuriyet döneminde de ordunun zırhlı araçları için tamirhane olarak kullanıldı. Günümüzde fabrikanın geniş arazisinde büyük bir konut projesi yükselmektedir.
Demir fabrikasının hemen batısında devasa bacaları eski fotoğraflarda hemen seçilen bir çimento fabrikası vardı. Bu fabrika semtin geçmişinde bıraktığı bir izle anılmaya değerdir. Zeytinburnu’nda, Sümer Mahallesi tarafında Vargeller adında bir semt vardır. İsmin resmi bir karşılığı olmasa da kah bir taksi durağının adında, kah bir restoranın tabelasında karşınıza çıkabilir. Bakırköy’ün arkaları (Kartaltepe, Haznedar, Tozkoparan) antik Roma zamanlarından beri taş ocağıydı. Osmanlı mimarisinin yapı taşı olan küfeki de buralardan çıkıyordu. Bölgede Cumhuriyet döneminde de kum ve taş ocakları işletilmişti. İşte bu ocaklardan biri günümüzde Marmara Forum’un bulunduğu geniş arazideydi. Cumhuriyet’in ilk yıllarında Zeytinburnu sahiline bir çimento fabrikası açıldı. Fabrika hammaddeyi bu ocaktan tedarik edecekti. Bunun için ocakla sahildeki fabrika arasına bir tel hattı gerildi. Bu havai hat kabaca taş taşıyacak bir teleferik sistemiydi. İşte bu tel boyunca gidip gelen büyük taş kovalarına vargel deniyordu. 1966 yılına ait hava fotoğrafında dikkatli bir bakışla vargel hattını seçmek mümkün. Teller tam Vargeller isminin kullanılmaya devam ettiği bölgeden geçiyordu. Adnan Kahveci Sokak’ın çevredeki diğer sokakların aksine ip gibi uzanan doğrultusu da bu vargel tellerinin bir hatırası.
1946 yılına ait bir başka hava fotoğrafında, günümüzde İstanbul siluetini bozmaları nedeniyle oldukça tartışılan 9/16 kulelerinin bulunduğu yerde bir sanayi tesisi var. Burası Bezmenlere ait Santral Mensucat olmalıdır. Fabrikanın işçilerinin bazısı tren yolunun öbür tarafındaki Yenidoğan’da gecekonduları kurmuştu.
Fabrika bir Selanik mübadili olan Halil Ali Bey tarafından Cumhuriyet döneminin oldukça erken yatırımlarından biri olarak hayata geçti (1927). O dönemde çıkarılan sanayi teşvikinden faydalanan Halil Ali Bey’i, Cumhuriyet’in sayıları çok olmayan ilk müteşebbisleri arasında sayabiliriz. Ama o yıl çıkarılan sanayi teşviki kanunun bazı detayları Halil Ali Bey’in şirketi neden bazı Yahudi kökenli girişimcilerle beraber kurduğunun anlaşılır hale getiriyor. Teşviklerde Türk vatandaşlarına ayrıcalık tanınmıştı. Muhtemel ki şirket Halil Ali Bey adına kurulmuş ama sermaye Yahudi ortaklarca sağlanmıştı. Şirket ilk yıllarda tökezlese de 1940larda atağa kalktı. Bu dönemde anonim şirket olarak teşkilatlandı ve yakınlardaki Yedikule Pamuk İpliği Fabrikası’nı da bünyesine kattı. Halil Ali Bey bez işi ile uğraşmasından hareketle soy adı kanunu çıktığında Bezmen soyadını aldı. Oğul Fuad Bezmen Fransa’da eğitimini tamamladıktan sonra şirkete dahil oldu. Bu dönemde Yahudi sermayedar Taranto ailesi ile Bezmenler’in ortak haline gelmesi kuruluşla ilgili teoriyi de destekliyor. Belli ki Halil Ali Bey hisse sahibi değildi ya da çok az payı vardı ama resmiyette şirketin sahibiydi. Şirketin hızla büyüdüğü bu dönemde Tarantolar için Varlık Vergisi ile beraber zor bir dönem de başlıyordu. Aile vergi borçlarına karşılık hisselerini Bezmenlere devretmek zorunda bırakıldı. Böylece Bezmenler’in skandallarla dolu hikayesi Taranto-Bezmen davası ile başlamış oldu. Mensucat Santral, rüzgarı bir kere arkasına almıştı. Ülkede tek parti dönemi sona ermiş, iktidar değişmişti ama Bezmenler yeni siyasi ortamdan da faydalanmayı bildi. Marşal Planı kapsamında makinelerini yeniledi. Halil Ali Bezmen 1950lerde tekstil sektörünün en büyüğü haline gelmişti. Bezmen’in o dönemde ne kadar büyük bir tekel haline geldiğini pazara girmeye çalışan tanıdık bir ismin, Sakıp Sabancı’nın anlattıklarından anlıyoruz [3];
“…Yine o yıllarda Türkiye’nin en önemli tekstil kuruluşu Mensucat Santral’dı. Mensucat Santral’ın başında Halil Ali Bezmen bulunuyordu. Piyasanın tanınmış isimleri bizim yazıhaneye uğramıyorlardı. ‘Halil Ali Bezmen duyarsa ne der?’ ve ‘Mensucat Santral bize mal vermez’ korkusu hepsinde vardı. Halil Ali Bezmen’in iş bilgisi kadar otoritesi de yaygındı .”
Şirketin himayesine giren Yedikule İplik Fabrikası, II. Abdulhamit döneminin Müslüman girişimci macerası olarak bizzat Sultan’ın da hisse satın alarak desteğini gösterdiği bir atılımdı. Tesis sarayla süregiden imtiyaz müzakereleri sonrasında İngiliz sermayesi ile hayata geçirilmişti. Fabrika binasının dört duvarı ve daha iyi durumda olan tuğladan bacası bugün belki de Osmanlı’daki ilk Müslüman özel teşebbüsünün anıtı olarak hala ayaktadır.
Zeytinburnu ile ilgili daha anlatılacak çok detay var. Mesela Nuripaşa Mahallesi’nin isminden giderseniz Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Killigil’e ulaşırsınız. Soyadı ile anılan tabancayı imal eden Nuri Paşa modern savunma sanayiinin kurucusu olarak anılır. Paşa daha sonra şüpheli bir şekilde infilak eden Haliç’teki tesisten önce ilk fabrikasını burada kurmuştu. Öte yandan Derby Fabrikası İşgali [4], 1960lı yıllarda işçi hareketlerinin İstanbul’un işçilerce kurulan ilk yerleşim yeri olan Zeytinburnu’da ne denli ateşli bir şekilde cereyan ettiğini anlatan bir başka ilgi çekici detay. İlk gecekonducular çevre mahallelerden, İstanbul’un diğer işçi semtlerinden gelmişti. Sonra semt ülkenin dört bir yanından ve Balkanlardan göç almaya devam etti. Ama herhalde birkaç bin Doğu Türkistanlının Altay Dağları’nın ardından başlayan ve Yahya Kemal Beyatlı’nın önayak olması ile Pakistan’dan Zeytinburnu’na uzanan göç hikayesi ilçe tarihinin en ilginç detaylarından biri başkası…
Dipnotlar:
*Ayrıca söz edilmeyi hak eden bir şahsiyet… Tanzimat ile beraber gelen arazi kanununun imparatorluğun uzak vilayetlerinde uygulanması ve denetlenmesi adına mühim işler yapmış, yüksek faizle kredi veren tefecilerin eline düşen çiftçiler için Memleket Sandıkları adıyla bir sistem geliştirmiş ki bu Cumhuriyet döneminde kurulacak Ziraat Bankası’na öncülük etmiş, Osmanlı’nın ilk anayasası Kanun-i Esasi’yi yazan kurulun başında, nereye vazifelendirilse orayı bayındır hale getirmiş, nehirlerde vapur seferleri başlatmış, sulama kanalları yaptırmış, gazete kurmuş, telgraf hattı döşetmiş, Irak’ta ilk defa petrol çıkartmış, geniş yollar, köprüler açtırmış, tramvay hattı kurdurmuş ve tabii ki bunlar neticesinde de imtiyazlı vilayet yaratmaya çalıştığı düşünülerek sakıncalı bulunmuş, bazen de kendisi yanlış bulduğu politikalar nedeniyle istifa etmiş ama devletin de kendisinden bir türlü vazgeçemediği bir devlet adamı olmuş, nihayetinde bütün devlet adamlığı aziller-istifalar ve bunlar arasındaki nispeten kısa görev sürelerine sığdırdığı olağanüstü işler ile geçmiş, aslında sonraki dönemlerde de her cenahtan siyasetin görmezden gelemediği ama tam olarak nereye konacağı da bilinemeyen bir tarihi sahşiyet, örneğin naaşı Osmanlı’daki özgürlük hareketinin bir sembolü olan Abide-i Hürriyet’te ittihat Terakkicilerle beraber iken Adnan Menderes zamanında da günümüzde İnönü Stadı olarak bilinen stada ismi verilerek onurlandırılmıştır. Tabii ki böylesine önemli bir devlet adamının çiftliği bugün de yaşamalı ya da bir kalkınma müzesine çevrilmeliydi.
**Bölgede işgale uğramamış nadir arazilerden biri Dr. Ziya Gün’ündü. Arazisini işgale karşı nasıl korumuştu acaba? Dr. Gün göz ihtisası yapmak üzere yurt dışına gönderilen ilk hekim olması hasebiyle Türk oftalmoloji tarihinde önemli bir yeri vardır. 93 Harbi’nde Bulgaristan’dan İstanbul’a göçen bir ailenin çocuğu olan Gün, Almanya’da ihtisasını tamamlayıp yurda döndükten sonra Gülhane’de ilk göz kliniğini kurmuştu. Bir süre sonra mesleğini serbest olarak icra etmeyi seçen Dr. Gün, Atatürk’ün göz muayenesi için çağrılan heyetin başında bulunmuştu. Mesleğini serbest icra ederek iyi kazanç sağlamış olacak ki Zeytinburnu’ndaki bu arazi dışında Eminönü'nde bir hanı vardı. Bütün mal varlığını İstanbul Üniversitesi’ne bağışladı. Üniversite onun adına her yıl düzenli olarak kendi öğrencilerine burs vermeye devam ediyor. Zeytinburnu Belediyesi ilçedeki araziyi üniversiteden kiralayarak bir parka dönüştürdü. Böylece ülkenin belki de ilk kiralık parkı üniversitede imkanı olmayan öğrencilere burs olarak geri dönüyor.
Referanslar:
1- Arkitekt Dergisi Arşivi: http://dergi.mo.org.tr/dergiler/2/257/3587.pdf
2- Tekin Kurucu, Zeytinburnu Gecekondularının Kuruluşu ve Usta Teşkilatı. İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi: http://nek.istanbul.edu.tr:4444/ekos/TEZ/03416.pdf
3- http://mb.muharrem.co.uk/bir-aile-oykusu/
4- https://uidder.org/fotograf_ve_tanikliklarla_1968_derby_isgali.htm