Huis Clos Üzerine Notlar
Huis Clos, varoluşçu romancı ve felsefeci Jean-Paul Sartre’ın 1944 senesinde yazdığı bir tiyatro oyunu. Türkçe’ye Gizli Oturum, İngilizce’ye ise No Exit olarak çevrilen bu başlık, aslında Fransızca “kapalı kapılar ardında” manasına gelen ve daha çok siyaset sahnesinde halka açık olmayan, lobi faaliyeti olarak adlandırabileceğimiz görüşmeleri tanımlamak için kullanılıyor. Bu yazımda, varoluşçu literatürün oldukça etkili olduğunu düşündüğüm bu parçasına dair izlenimlerimi ve notlarımı, yapıtın özetine ve özüne fazla değinmeden derleyeceğim.
Esere dair ilgimi çeken ilk önemli nokta, dört duvardan oluşan bu yapının esasında cehennem olduğunu yazar garip alegorilere kaçmadan, belki doğrudan diyebileceğimiz bir biçimde karakterler vasıtasıyla sıkça hissettiriyor. Esasında en önemli olan, her bir karakterin bu durumun bilincinde olup, bunun aşırıya kaçan bir epifani olmadan okuyucuya sunuluyor olması. Zira bu konuyla ilgili ilk yürek çarpıntısı, bana kalırsa ilk sahnede Garcin ile garsonun arasındaki şu diyalogta karşımıza çıkıyor:
GARCIN: Çok güzel, demek gözlerimiz açık yaşamak zorundayız.
GARSON: (Alaycı) Yaşamaksa…
Yaşam-ölüm dilemmasının eserde karşımıza çıktığı tek nokta bu değil. Inés’in vücudunu ayna vasıtasıyla göremediği zaman yaşadığına emin olmak için kendine dokunması, Estelle’in odaya ilk geldiğinde belki de hiçbir zaman bu kadar canlı olmadığını ifade etmesi ve Ines’in Estelle’i kağıt bıçağıyla bıçaklamaya çalışması esasında ölünün ölemeyeceğini fark etmesi (buraya ileride tekrar değineceğiz) , bu duruma çarpıcı örnekler oluşturuyor. Neticede yaşam-ölüm ikilemi oyunun en önemli noktası olmasa da cepte durması gereken önemli soruları beraberinde getiriyor. Bu ikilemin en kan dondurucu biçimi ise aslında karakterlerin uyumak ve ağlamak gibi basit insani reflekslerden arınmış bir hâlde olmaları. Yaşıyor olmadıklarını hissetmek, bu kadar acısız görünüp bu kadar acı verici olabilirdi ancak. Zaten Garcin’in ileride “Her türlü işkenceye hazırım, fakat buna değil.” demesi de yaşam-ölüm ikileminin ne kadar boğucu ve acı verici hissedilebileceğini gözler önüne seriyor.
Oyunun aslında Sartre’ın şaheseri diyebileceğimiz Varlık ve Hiçlik¹ çalışmasında sistematize ettiği fikirlerden kişiler-arasılık (intersubjectivité)², ve Varoluşçuluk Hümanizmadır³ eserindeki meşhur sözü “Bizler, tercihlerimiziz”in (Nous sommes nos choix) yansıması olduğu kanısındayım.
Özellikle eserin ikinci kısmını oluşturduğuna inandığım itiraf ve yüzleşme kısmından sonra, karakterler arasında derin bir çekememezlik-arzu ikileminin ortaya çıktığını fark ediyoruz. Bu durum, eserde Ines’in “Cellat yok, her birimiz bir diğerinin celladı.” demesi ile karşımıza daha çarpıcı bir biçimde çıkıyor. Burada dikkatinizi neden yazarın bu oyunu hazırlarken iki değil, dört değil fakat üç kişiyi cehenneme koyduğu üzerine çekmek isterim. Kanımca, buna verilecek cevap her oyunda, her varyasyonda bir kişinin dışta kalıyor olmasıdır. Bu da her üç kişinin de ıstırabını arttırıyor. Ines ve Estelle kız kıza yakınlaşmak istedikleri zaman, Garcin onlara fazlalık geliyor. Onu orada istemiyorlar, ama hissediyorlar ve o orada. Ne yaparsa yapsın, istediği kadar kafasını çevirsin, mutlak sessizlikte ve mutlak karanlıkta da orada olacak. Ondan kurtulma şansları yok. Hakeza Garcin Inés’le de, Estelle’le de yakınlaşsa, bir diğeri bu duruma apaçık bir fazlalık teşkil ediyor. Kısacası, üç, eserin genel yapısı için önemli bir rakam. Cehennemin, tabiri caizse cehennemliğini arttırıyor. Sartre, burada yine Garcin’ın ağzından kendini gösteriyor: Cehennem başkalarıdır.
Kilit nokta ise neden burada oldukları. Karakterlerin, oyunun başlarında bu meselenin bir tesadüf olduğu iddiasını alaya aldıklarını görürüz. Oysa meselenin tesadüf olmadığı, en azından orada, bu insanlarla, bu şekilde bulunuyor olduklarının açıklamasını tesadüf nosyonunun ardında aramamaları gerektiğini her üçü de biliyor. Sartre’ın kendini gösterdiği bir diğer nokta ise şimdi başlıyor. Yaşam, her küçük birimiyle, bireyin kendi tercihleriyle şekillenen ve ona göre sonuçlanan bir yapıya sahip Sartre’a göre. İradî biçimde verilen her karar, varoluşun ve yaşamın yapısına birer tuğla koyuyor. Bu kararların verdiği sonuçların iradîliği ise hiç ama hiç önemli değil. Yani, adım atmak iradî bir eylem. Atılan adım sonucunda kayalıklara yuvarlanmak da öyle. Bu durumda, tesadüf nosyonu aslında hayatın her bir alanından dışlanmış oluyor.
Bu üç karakterin başına gelenleri de böyle yorumlamak gerekir. Her birinin neden cehennemlik oldukları sorusuna verdiği cevap, iradî eylemlere işaret ediyor. Öyleyse, onların o odada bulunmasına tesadüf diyemeyiz. Bilakis, varoluşlarını bu şekilde yapılandırmak, her birinin iradî tercihi aslında. Sonuçta, bulundukları nokta burası ve bu ne ilahî bir kudret tarafından onlara öngörüldü, ne de tesadüfen yüzleşmeleri gereken bir problem olarak karşılarına çıktı. Neticede Inés bunu oyun esnasında “Ne istediğimize salt eylemler karar verir.” diyerek yüzümüze çarpıyor.
Peki neden dışarı çıkmıyorlar? Çünkü, seçimler, yalnızca varlık esnasında olacakları belirleyecek bir yapıtaşı olarak karşımıza çıkıyor. Gelgelelim bu karakterler oyunda sıkça tekrar edildiği üzere ölüler. Yaşamıyorlar, Garcin’in dediği gibi oyun dışılar. Onlar için yeni bir varlık söz konusu olmadığından, yeni bir nedensellik, yeni bir hareket de söz konusu değil. Çıksa da yapabilecekleri hiçbir şey yok onlar için. Varlıklarını tamamladılar, ve şu an o odadalar. Sonsuza dek de orada kalacaklar. Garcin bir korkat, Inés intihar etmiş bir homoseksüel, Estelle ise çocuk katili olarak sonsuza dek orada kalacaklar. Varoluşlarının onlara sunduğu kredi buraya kadar. O nedenle seçimler, varlığın temelidir. Çok geç olmadan hareket etmeli, doğru düşündüğünü yapmalı. Geride bıraktıklarımızı, oyun dışı bir biçimde, kapalı kapılar ardında izlemek zorunda olmak, sonsuz bir azap için bile ürkütücü bir alternatif gibi duruyor.
Kaynakça
[1]: Sartre, Jean-Paul. Varlık ve Hiçlik (Çev: Kaan H. Ökten.). İthaki Yayınları, 2009.
[2]: https://la-philosophie.com/sartre-huis-clos
[3]: Sartre, Jean-Paul. Varoluşçuluk (Çev: Asım Bezirci). Say Yayınları. 2000.