Postmortem veya Premortem
Bu postmortem bir fotoğrafa premortem bir yaklaşımdır.
Burada olman gerek. Az önce gördüm. Geldiğinden beri bitmedi kaybolmaların. Bari oturayım da şuraya bir iki satır karalayayım. Bu hikâyeye başladığımda gelmiştin ilk kez, dün gibi aklımda. Selahattin’in Zehra’ya vermek için çiçek toplarken yakalanıp da kulağını Naziye teyzenin eline kaptırdığı sahneyi yazıyordum. “Kendi hikâyeni yazıyorsun sen, bu böyle olmaz,” demiştin.
Öyle korkmuş, öyle irkilmiştim ki seni gördüğümde, yazarlığıma ettiğin lafın ardından sana dersini oracıkta verememiştim. O sana özgü son derece kendinden emin tavrınla, “Tanımadın mı ben Selahattin,” demiştin. Ne yaptım ne ettiysem de gönderememiştim seni. Varlığın tedirgin etmeye yetip artıyordu zaten. Ama sen yetmezmiş gibi kafamın içinden gelir gibi sesin durmadan konuşuyordun. Ben bu yalnızlığı hak etmişim. Şimdi kalkıp gitmek istesem çalacak bir kapım, gidecek bir sokağım dahi yokmuş. Senden başka kimsem yokmuş. Hadi oradan, senin varlığın benim umurumda değil hatta git istiyorum; geldiğin gibi bir anda öylece git.
Acaba gittin mi sahi? Gidemezsin bir yere, korkaksın sen. Gelirsin birazdan, çorba vardı ısıtırım. Şu hikâyeye devam etmeli şimdi. Ne çok geçti o gelişinin üstünden, benim hikâye novella oldu da romanlığa bile aday. Zehra’yı sokağın sonundaki çift katlı, bahçeli evde oturan kâtip Kemal beyin hayta oğluna vermediler. Selahattin’le evlenecek birkaç sayfa sonra. Benim hikâyem değil bu, yanıldın. Ne ben Selehattin’im ne de sen. Bu Zehra’yla Selahattin’in hikayesi yalnızca. Onlar erecek muradına, biz çıkacağız kerevetine.
Üç saat oldu gittiğinden beri, karnım da acıktı. Ah şu saatin tik tak sesi! Yine de en çok sen bozuyorsun sinirimi. Böyle gidip gelmelerin olmasa, seni belki sevebilirdim. O da yetmezdi ya, biraz daha nazik olmalısın. Dilinin kemiği yok be kardeşim! Kim bilir belki bana bu denli benzediğin içindir seni sevemeyişim. Boyun nasıl da benimkinin aynı. Yüzün yüzümün kopyası. Hele ellerin, benim elimi bir kalıba koymuşlar oradan çıkartıp senin bedenine takmışlar. Hele gözümün içine dikmenden nefret ettiğim gözlerin, sanki senin değil de benim. Bir o kadar benzemezsin de bana. Ben susarım genelde, sen içinde ne varsa kusuyorsun ulu orta. Rüyalarımda sana ne çok benziyorum. Rüyalardaki beni hiç sevmiyorum. İnatçısın bir kere; kalkıp da yeşile erguvan diyorsun. Tuhaftır salondaki koltuğu sen de en az ben kadar seviyorsun. Bir fotoğraf çekmiştim o koltuğun üstünde seni uyutup. Ne yapsaydım fotoğraf çekinmeyi sevmiyorsun. Sana göre fotoğraf çekmeyi bırakıp anılardan kurtulmalıyım.
Romanı bitirdim. Selahattin ve Zehra’nın mutlu sonunu yazdım az önce, noktayı koydum. Hava karardı, bak kahvaltıyla duruyorum. Fotoğraf diyordum, nerede o fotoğraf? Hep şu ilk çekmeye koyarım. Orda yoksa vestiyerdeki kutudadır. Ahh. Hay aksi! Bak bir fotoğraf uğruna kafamı çarptım. Gitmeseydin şimdi alaycı gülümsemeni takınır da bakardın. Kafam nasıl da şişti. Doğru ya, sen görmeyesin diye kazakların arasına sokuvermiştim. İşe burada! Ama sen yoksun. Sen fotoğrafta yoksun. Fotoğraf var, koltuk var, ben varım, sen yoksun.
Tabii ya hep açlıktan bunlar. Bekle bir şeyler yiyip de geliyorum. Soğuk çorbayı hiç sevmiyorum. Çorbayı soğuk içtim ya ondan hâlâ yoksun. Bir koltuk var, ben varım, sen yoksun. Sanırım deliriyorum. Fotoğrafı alıp, paltomu kapıp dışarı çıkıyorum. “Pardon bayım! Bakar msınız? Yanımda uyuyan adam hala orda mı? Rica etsem bakar mısınız? Yüzüme neden böyle bakıyorsunuz? Durun, lütfen gitmeyin!” “Hey bayan, şu koltukta… Yanımda… Adam, var ya! Var deyin bana!” “ Üzgünüm efendim. Bir koltuk, bir de siz varsınız”. Ona soruyorum, buna soruyorum. Ne onlar görüyor seni ne ben görüyorum.
Çaresiz eve dönüyorum. İçeri giriyorum. Yeşil koltuk yok, sen yoksun. Erguvan koltuğa oturuyorum.