çınar koçgiri
kîne mezopotamya
Published in
3 min readOct 18, 2014

--

El espíritu de la colmena

Gölgede Kalanlar: The Spirit of the Beehive
İspanya İç Savaşının hemen sonrasına
denk gelen 1940 yılında geçen Arı Kovanının
Ruhu(The Spirit of the Beehive,1973) faşizmin
ağırlığının kendini iyiden iyiye hissettirdiği bir
kasabada yaşayan, Ana adlı 6 yaşındaki bir kız
çocuğunun korkularla, merakla, hayallerle ve
hüzünle dolu dünyasına doğru bir yolculuğa
çıkarıyor. İzlediği Frankenstein filminin
etkisinde kalan Ana, filmdeki canavarı aklından
bir türlü çıkaramaz. Ablası Isabel ona canavarın
ölmediğini, bir ruh olarak yaşamaya devam
ettiğini söylemesinin ardından onu aramaya
başlar.
Oldukça esrarengiz bir hava taşıyan
film, izleyiciyi şaşırtan ‘tuhaf ’ sahneler, anlamları
muğlak metaforlar içeriyor. Bu sayede Franco
dönemine dair incelikle gizlenmiş, üstü kapalı
yorumlarda bulunuyor. Filmde sık sık karşımıza
çıkan arı kovanlarını faşizmle ilişkilendirmek
mümkün. Ana’nın babası arıcılıkla uğraşıyor
ve verimlerini arttırmak, düzenli ve disiplinli
çalışmalarını sağlamak için camdan yapay bir
kovan dizayn ediyor. Doğal olmayan yollarla
hapsedilmiş, dışarıyla iletişimi kesilmiş,
özgürlüğü elinden alınan, sömürülen arılar
İspanya halkını andırıyor.
Ana çocuksu masumiyetiyle, aslında
çirkin görünümlü bir katil olan ve insanların
kaçtığı Frankenstein’ın canavarına yönelik özel
bir ilgi duyuyor ve onunla iletişime geçmek
istiyor. Canavar, faşizmin yok etmek amacıyla
ötekileştirdiği ve dışladığı insanların bir sembolü
görülebilir. Ana onu bulmak amacıyla, ablasının
canavarın ruhunun yaşadığını iddia ettiği geniş
kurak toprakların arasında terk edilmiş, izole
bir ahıra birkaç kere ziyaretlerde bulunuyor.
Ziyaretçilerin birinde yaralı bir gerilla ile
karşılaşıyor ve onu canavarın ruhu olarak
görüyor. Ona elmasını uzatıyor, babasından
aşırdığı paltoyu veriyor ve onla arkadaş oluyor.
Ana’nın davranışları üzerinden, sindirilmiş,
yalnız bırakılmış İspanyolların egemen
ideolojinin etkisine girmemiş çocukça bir saflığa
ihtiyaç duyduğu yorumu da yapılabilir.
Sıcak renklerin hakim olduğu
etkileyici bir görselliğe sahip filmin her karesi
birer resim gibi işlenmiş. Gaz lambasının sarı
ışığı, şömine ateşi, sarı bal peteği şeklindeki
pencerelerden gelen ışık gibi unsurlar filmin
büyülü, şiirsel atmosferine katkı sağlıyor. Bu
şiirselliğin içinde, seyirci olarak biz de Ana gibi
gördüğümüz şeyleri tam olarak çözemiyoruz,
fakat hislerimizle, sezgilerimizle temas
edebiliyoruz. Filmin, görünenin ötesine vurgu
yapan bir tarafı da var. Ana’nın gözünü yanan
alevlere dikmesi, merakla incelediği arı kovanı
ya da gökyüzüne bakıp Frankenstein’ın ruhunu
çağırmasının doğaüstü, mistik hatta düşsel
çağrışımları var. Bunları baskı dönemindeki
gerçeklikten kopuş olarak yorumlamak yerine;
gizli kalan anlamlara, eksikliği duyulanlara
atıfta bulunulduğunu düşünüyorum. Ana’nın
pencereyi açıp çağırdığı ruh; İspanya’nın iç
savaşta kaybettikleri ruhunun geri çağırılması
anlamına geliyor. Filmin 1970’lerin ilk yarısında
Franco rejiminin zayıflayıp, çözülmeye doğru
gittiği bir tarihte çekilmiş olduğunu da göz
önüne alırsak bu özellikler daha da anlam
kazanıyor.
Bunun gibi duygusal ve şiirsel
yönü kuvvetli, kaba bir sembolizmden uzak,
çağrışımlara dayalı politik filmler sinema
tarihinde çok sık karşımıza çıkmıyor.
Olağanüstü güzellikte görüntülere sahip bu
filmin görüntü yönetmenin filmin çekimleri
sırasında görme yetisini günden güne
kaybetmesi ve kör kaldıktan sonra da intihar
etmesi filmi ilginç kılan başka bir yönü. Belki
de adı pek de duyulmamış, sadece birkaç film
çekmiş bir yönetmenden geldiği için hak ettiği
ilgiyi görememiş, belli başlı klasiklerin arasına
girememiş bu filmin hakkını teslim etmek için
izlemek gerekiyor.
Can Önalan

--

--