Özgün Adı: Notes on consciousness. (I) Time
Çevirmen: Neslihan Çalışkan
Editör: Hasan Deniz Baran
Zaman nedir ve nasıl algılanır? Bu tabii ki benim ancak eşeleyebileceğim oldukça büyük bir felsefi soru.
1) Zaman, mekan ve varoluş
Zamanı “dördüncü boyut” olarak tanımlamak oldukça alışılagelmiş bir durumdur. Mekanik denklemlerine dayanan bu bakış açısı oldukça yanıltıcıdır çünkü bu görüş, zamanın mekanla aynı türden olduğunu ima eder. Yüzyıl önce Henri Poincaré, zaman anlayışımızın algısal ve bilimsel olarak dünya ile fiziksel etkileşimimizden türediğini öne sürmüştür. Yani, bir şeyin nerede olduğunu bilmek, ona nasıl ulaşacağımızı da bilmek anlamına gelir. Mekan ise fiziksel dünyadaki hareketleri kontrol eden yasalar ve bu yasaların yapısıyla (Öklityen geometri) ile tanımlanır. Bir yasa, yani değişmeyen bir özellik, değişen birşeye göre tanımlanabilir. Böylelikle, zaman, dünyadaki değişimin kaynağı olarak tanımlanır ve mekanın bir ön koşuludur. Mekan sadece geçen zaman içerisindeki sürekliliği ile var olur.
2) Zaman ve Değişim
Doğrusu, hiçbir şey süregelen zaman olmadan var olmaz, çünkü töz; tam olarak zaman akıp giderken değişmeyendir. Birini bir topu fırlatırken gördüğümüzde, o topun hareket ettiğini de görürüz. Görsel duyumlarımız değişir, fakat yine de bir topun hareketini görürüz: bu demektir ki görsel sinyallerde değişmeyen bir şey var ve bahsi geçen topu bu şekilde karakterize ediyor. Bir televizyon setinin beyaz gürültüsünde herhangi bir nesne görmeyiz.
Tatlı cadı (Bewitched) dizisinde, ev hanımı Samantha burnunu oynattığında kendisi dışında herkesi dondururdu. Sonrasında tekrardan burnunu oynattığında herkes ne olduğunu anlamadan tekrar normale dönerlerdi. Onlar için zaman etkin bir biçimde durmuştur. Bu da demek oluyor ki, zaman olduğu gibi değil, fakat sadece vücudumuzda sebep olduğu değişimler vasıtasıyla algılanıyor. Aslında algılanan bu değişimlerdir, zamanın kendisi değil (mekanik bilimindeki zaman değişkeni gibi değil).
3) Zamanın Geri Çevirilmezliği
Zamanın değişikliklerin algılanan nedeni olduğu gerçeğinin yanı sıra, zamanın bir yönü vardır çünkü fiziksel süreçler genellikle geri çevirilemezdir. Ayrıca bu, enformasyon teorisindeki, bir sürecin bir değişkene uygulandığında enformasyonun ancak kaybedilebileceğini ve asla edinilemeyeceğini belirten teoremle de ilişkindir. Fiziksel sistemin güncel durumu sadece “geçmişi” oluşturan önceki süreçlerin bir sonucudur.
Olayların vuku bulduğu bir fiziksel sistem (vücudumuz gibi) bir dinamik sistem olarak ya da sistemin aşamalarının evrilmesini sağlayan süreçler serisi olarak görülebilir. Sistem, s aşamasının ardından s’ aşamasına dönüşür. Bu değişikliğin yönü: s -> s’ olarak gösterilebilir. Bu zamanın sistemdeki faaliyetidir ve yönü vardır (zaman oku). Eğer sistem izoleyse, o halde zaman keyfi olacaktır. Zamana göre izomorfik olan ve yönlülüğünü muhafaza eden herhangi bir boyutu hesaba katılabilir ve sistemin içindeki bu değişikliklerin organizasyonunu değiştirmeden onu zaman olarak adlandırabilir. Bu sistem için hiçbir fark yaratmaz.
4) Zamanın Birliği
Bu da zamanın algısal birliğinin olup olmadığı sorusunu ortaya koyar: eğer zaman vücudumuzdaki değişimler üzerinden algılanıyorsa, neden vücudumuzda birçok farklı şey değişirken, zaman tek bir şeymiş gibi hissederiz? Nasıl bir işitsel ve bir görsel olay farklı reseptörleri etkilemelerine rağmen, aynı anda gerçekleşiyor olarak anlaşılır? Neden vücudumuzda gerçekleşen her bir süreç için farklı bir zaman kavramı yoktur? Bir olayın başka bir olaydan “önce” meydana gelmesi ne anlama gelir?
Uzamsal olarak ayrıştırılmış birbirinden bağımsız iki süreci düşünün. Bu süreçlerin perspektifinden yola çıkarsak, zaman farklı hızlarda geçseydi bile bunun bir önemi olmazdı. Zamanın birliği süreçlerin etkileşiminden kaynaklanıyor olmalı. Farklı süreçler arasındaki etkileşim ortak bir zaman akışını tanımlar.
Bunun daha ilerisine gitmek büyük ihtimalle bir bilinç ve çalışma belleği tartışmasını gerekli kılar. Bu sebepten ötürü bu soruyu şimdilik cevapsız bırakacağım.
5) Zaman Zerresi
Zaman algımız ne kadar iyidir? Kulaklıkla dinlenen, sağ ve sol kulak arasında 500 mikrosaniye gecikmeyle duyulan bir klik sesini iki farklı ses olarak algılamayız. Tek bir yöne yanallaşmış tek bir klik sesi duyarız. Bir klik sesini her 20 milisaniyede (50 Hz) bir çalarsak, bu sesleri art arda değil kesintisiz tek bir ses olarak duyarız. Salt bir tonu 50 Hz hızda dinlediğimizde ise, tonun amplitüdünün hep değişkenlik göstermesine rağmen biz bu amplitüdler arasındaki çeşitliliği duymayız. Tam tersine, dinlediğimiz ton sabit bir gürültüye sebep oluyormuş gibi hissederiz.
Bu örnekler, zaman algımızın birkaç on milisaniyeden oluşan bir “zerreye” sahip olduğunu gösteriyor. Yani, milisaniyenin onda biri kadar bir sürede gerçekleşen süreçler aynı olaydan kaynaklanıyor olarak algılanyıor ve bu olayların aynı zaman aralığındaki temporal oluşumları zamana dair olarak algılanmıyor. Peki neden?
Bunun ne kadar alengirli olduğunu anlamanız için az önce bahsettiğim sağ ve sol kulak arasında 500 mikrosaniye gecikmeyle duyulan iki klik sesi örneğini tekrar bir gözden geçirelim. Klik seslerinin temporal sırası açık bir biçimde ayrıştırılabilir: eğer klik sesi ilk sol kulaklıkta çalıyorsa, ses de sol taraftan geliyormuş gibi algılanıyor ve eğer klik sesi ilk sağ kulaklıkta çalıyorsa, ses sağ taraftan geliyormuş gibi algılanıyor. Buna ek olarak, eğer iki klik sesi arasındaki gecikme değiştirilirse, ses farklı bir yönden geliyormuş gibi algılanıyor (çoğunlukla iki kulağın arasında bir yerden). Ve bu tekrarlanabilir bir durum. Bu tarz değişimler, gecikme 20 mikrosaniye kadar değiştirildiğinde algılanabiliyor.
Yani hesaplamacı bir perspektiften baktığımızda, zaman 20 mikrosaniyelik bir aralıkta işleniyor. Fakat olaya fenomenolojik olarak bakarsak, zaman bundan binlerce kez daha büyük bir aralığa sahip gibi gözüküyor. Neden böyle bir fark var? Algısal zaman aralığı nöral işlemenin kesinliğini yansıtabiliyor gibi gözükmüyor. Başka bir deyişle, beynin süreçleri sabit bir zaman ölçeğine sahip.
6) Süre
Bu metin büyük ihtimalle yanıtlayabileceğimden daha fazla soru ortaya koydu, ben de kendisini süre konsepti üzerine sohbet ile sonlandıracağım. Spinoza’ya göre “Süre, gerçekliklerine sebat ettikleri sürece yaratılan şeylerin varlığını kavradığımız bir niteliktir.”. Bu aslına bakılırsa benim daha bu metnin başında değindiğim bir konu. Renk ve ses perdesinin aksine süre, varlıkların meziyetiyle ilgili değildir. Süre varoluşla ilgiliyken (yani bir oluşumun var olması gerçeğiyle) renk veya ses perdesi tözle ilgilidir (yani o oluşumun ne olduğu). Nesnelerin özellikleri, onların zamana karşı gösterdiği dirençle ölçülür fakat süre zamana karşı koymaz. Aksine, süre belli özelliklerin ne kadar zamanda var olduklarını ölçer. Örneğin, müzikal bir notanın bir tınısı, ses perdesi ve süresi vardır denebilir. Bunlar birbirinden özgün özellikler değillerdir: süre ses perdesi ve tınısıyla (onların zaman içerisinde ne kadar var olabildikleriyle) alakalıdır fakat tını süreyle alakalı değildir.
Özetle, zaman varoluşla ilgiliyken, mekan töz ile ilgilidir.