Cem Bozşahin ile Röportaj — CogIST

CogIST
CogIST
Published in
22 min readFeb 15, 2024

Türkiye’de bilişsel bilimle ilgilenen gerek amatör, gerek öğrenci, gerekse uzmanları kapsayan bir sosyal ağ oluşturma hedefi doğrultusunda, farklı alan ve kurumlardan hocalarla kendi çalışma sahaları ve profesyonel hayatlarına ilişkin röportajlar gerçekleştiriyor ve yine aynı başlıkta yayınlıyoruz. Akademide, sanatta ve fikir camiasının belki de her kolunda, düşünüyoruz ki fikirler yaşamla dolayımlıdır.

Prof. Dr. Cem Bozşahin, 1982’de ODTÜ’den mezun olduktan sonra 1990 yılında Arizona Eyalet Üniversitesinden Bilgisayar Bilimi alanında doktora derecesini aldı. Ohio Üniversitesinde ve Edinburgh Üniversitesinde ikişer yıl; Boğaziçi ve Lizbon Üniversitelerinde daha kısa dönemler davetli araştırmacı olarak bulundu. 1992'den beri ODTÜ’de öğretim üyesidir ve karmaşık organize davranışı incelemektedir.

CB: Cem Bozşahin

C: CogIST

C: Biraz kendinizden bahsetmenizi rica edeceğim. İlkokul ve lise sürecinizden, nasıl bir çevrede büyüdüğünüzden, ergenlik döneminizden başlayarak bize biraz kendinizden bahsedebilir misiniz?

CB: Ben İzmirli’yim. Bostanlı’da yani şimdiki Karşıyaka’nın ortasında doğdum ve büyüdüm. Bostanlı o zamanlar Karşıyaka’nın bittiği yerdi. İlkokulu Bostanlı’da, ortaokulu Göztepe’de okudum. İlkokuldayken gündüz okula giderdim, okul çıkışı Bostan tarlasında oynardım. Adı üstünde Bostanlı. Çocukluğum ağaçlarda ve bisiklet üzerinde geçti diyebilirim, bu bakımdan şanslı bir çocuktum. İlkokul yıllarımdan anlatmam gereken izlenimler, bende kalıcı izler bırakmış insanlar var. İlkokulda o zamanlar beş yıllık hocanız sizi mezun ederdi. Bu yüzden ilkokul hocam, Türkan Barkın Hoca, rahmetle anıyorum, bende çok önemli izler bırakmıştır. Beni rahat bırakan, sıkmayan bir hocaydı; ilkokul yıllarımda hep en arkada, pencere kenarında oturan ve gözü dışarılarda olan bir öğrenciydim. Türkan Hoca, bir veli toplantısında anneme “Cem sürekli dışarı bakıyor ama biliyorum ki kulağı hep sınıfta o yüzden yerini değiştirmeyeceğim.” demiş. Ben bunu öğrendiğimde [gülüyor] galiba 30 küsür yaşındaydım. “Ne kadar şanslıymışım!” demiştim çünkü hakikaten kulağım sınıftaydı ama gözüm dışarıdaydı. Bir de çok enteresan bir müdürümüz vardı, Metin Üner. Metin hocanın dışarıdan baktığınızda ciddi, soğuk bir görüntüsü vardı ama okula bisikletle gidip gelen bir insandı. Takım elbisesini giyip bisikletine binip okula gelirdi. Matematik öğretmeniydi aslen ve her yıl okul bittiğinde ailelerimize “Ben buradayım eğer çocuğunuzun biraz daha matematik öğrenmesini istiyorsanız gönderin, tahtada anlatırım” derdi. Birkaç kere gittiğimi hatırlıyorum, ya da belki bir kereydi, artık üzerinden 50 küsür yıl geçti, tam hatırlamıyorum. Metin hoca hakkında düşündüğüm ilk şey “Tam bir matematikçi” oldu. x’leri çizerken öyle bir huşu ile çizerdi ki “yaptığın işi sevmek böyle bir şey!” derdim. Tabii o zamanlar böyle düşünmüyordum. Karşımda bir büyük var, çok da ciddi gözüküyor ama eline tebeşiri aldığında başka bir dünyaya geçiyordu. Tam bir hoca! Metin hocanın üzerimde çok etkisi olmuştur. Okul müdürlerinden genelde korkulur ya, o korkulmaz bir müdürdü. Benim için öyleydi en azından çünkü onu sınıfta ders anlatırken görmüştüm. Onun matematik anlatırken aldığı zevki hatırladıkça hala çok etkileniyorum.

Ortaokulu, İzmir Karşıyaka’nın tam karşısına geçerek Göztepe’de okudum. Bunun hayatımda çok büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum çünkü evden okula gitmek için üç vesait değiştirirdim: Önce Bostanlı’dan Karşıyaka’ya inerdim otobüsle, sonra Karşıyaka’dan vapura binip Konak’a geçerdim; Konak’tan da troleybüsle Göztepe’ye giderdim. O günleri çok özleyerek anıyorum. Ortaokul tam da bir geçiş dönemi olduğu için çok fazla kalıcı iz bırakan hatıra yok üzerimde, iz bırakan sınıf arkadaşlarım dışında.

Liseyi de Alsancak’ta okudum. İzmir’i biliyorsanız İzmir’in merkezindedir. İzmir Atatürk Lisesi’nde okudum. Lisede fizik, kimya, matematik dersleri görmeye başlamış olmanın da etkisiyle hafiften bilimle ilgilenmeye başlamıştım. Okul tam zamanlıydı yani sabah girer, akşam dört buçuk beşte dönerdik. Bir buçuk saatlik, iki saatlik bir öğle tatilimiz vardı… Öğle aralarında 15–16 yaşında çocukları İzmir Alsancak’ın göbeğinde bir buçuk saat boş bıraktığınızda ne yaparlarsa biz de onu yapıyorduk. Ancak vaktimizi sadece haylazlıkla geçirmezdik, okul bahçesinin arkasında Amerikan Kültür vardı. Öğle tatilinde bütün haylazlıkları yaptıktan sonra gidip Nature dergisindeki makaleleri okurduk. Gerçi önceleri kendime “Makale ne ki? Niye bunu okuyoruz?” diye soruyordum. Ancak sonra yavaş yavaş havaya girip keyif almaya başladım. O yıllardan matematik hocam, Mehmet Ulusoy, bende çok büyük bir etki bırakmıştır. Hiç unutmuyorum, Lise 1’de Mehmet hocanın ilk dersine girdiğimiz anı hiç unutmuyorum. Derse girdiğimizde, upuzun bir hoca, “Çocuklar,” dedi “Size yepyeni bir matematik anlatacağım.” Biz de içimizden “Allah Allah sanki eskisini biliyoruz da yenisini şey yapacağız!” diyoruz. Mantık anlatmaya başladı bize. Önermeler mantığı; işte p ise q diyor biz böyle birbirimize bakıyoruz. Sonra hiç unutmuyorum- bunu da yakınlarda buldum bu arada eşyalarımı karıştırırken- yazarı Teo Grünberg olan “Mantığa Giriş” diye yardımcı bir kitap önermişti. Kitap ODTÜ’de 1975’te basılmıştı; ben de 1975’te almışım. Ben bunların hepsini annem sayesinde hatırlıyorum. Annemin benim eşyalarımın üzerine “Cem bunu bu zaman aldı, bu zaman okudu” diye notlar düşme alışkanlığı vardı. O dönemde Teo Grünberg’in “Mantığa Giriş” kitabının içine “Cem’in lise birde kullandığı yardımcı ders kitabı” diye not düşmüş. Teo Hocanın oğlu, David Grünberg’e söyledim bunu; “Bende böyle bir şey var, inşallah bir gün babana imzalatacağım.” diye. O kitabı hala saklıyorum, bir gün inşallah göstereceğim. Bizim dönemimizde lise üçte edebiyat, matematik, biyoloji diye ayrılıyorduk. Ben biyoloji okudum. Müthiş, tuğla gibi bir ders kitabı vardı; evrim teorisinden başlardı. Ortaokulda tabiat bilgisi gibi konular okumuştuk ama lisede durum bambaşkaydı. İlk defa biyolojiyi bilim olarak görmeye başlamıştım. O dönemde araştırmaya yönelik değil de tebligat gibi “Tabiatta birtakım kanunlar vardır, tüm canlılar bir şekilde uyarlar” gibi beylik laflar edilirdi. Ben de çok dışavurumcu bir çocuk değildim ama isyankar bir tiptim. O zamanlar çok yüksek sesle seslendirmesem de “Ya Allah Allah tabiat kanunları var, organizmalar da buna uyuyor; niye böyle olsun ki, tam tersi olamaz mı?” “Biz proaktif olarak davranışlarla bir şeyleri yukarıdan aşağı değil de alttan yukarıya açıklayamaz mıyız?” Tabii bu lafları şimdi yani elli sene sonra böyle söylüyorum. O zamanlar aklımdan ne geçiyordu, kafamda nasıl şekillendiriyordum bilmiyorum. Ancak bilimin bu tarz sunuluşuna hep biraz itirazım olduğunu biliyorum. İlkokul-ortaokul-lise genel olarak bu şekilde geçti. Hafiften hafiften artık bilim mikrobunu kapmıştım ve yavaş yavaş üniversiteyi de düşünmeye başlamıştım.

C: Hocam, güzel bir çocukluğunuz ve gençliğiniz olmuş.

CB: Evet, şanslıydım, çok şanslıydım.

C: Özellikle İzmir’de olmak çok şahane.

CB: Evet. Bir de ilkokulu, ortaokulu ve liseyi Bostanlı’da da okuyabilirdim ama ilkokulu Bostanlı’da, ortaokulu İzmir’in öbür ucunda olan Göztepe’de, liseyi İzmir’in göbeğinde olan Alsancak’da okumak çok etki bıraktı benim üzerimde. Vapura binmenin keyfini hala çok özlüyorum.

C: Aile ortamınızı, nasıl bir çevrede büyüdüğünüzü, annenizi, babanızı varsa kardeşlerinizi merak ettim.

CB: Ben geniş bir ailede büyüdüm. Ablam, annem, babam, dayım ve anneannem aynı evde yaşardık. Dayım çok küçükken geçirdiği bir kazadan dolayı tekerlekli sandalyeye mahkumdu. Teknik ressamdı ama zaman içinde elleri titremeye başladığı için çizemez olmuştu. Babam çok okuyan, politik görüşleri çok güçlü, dönemin Türkiye İşçi Partisi’ne üye bir adamdı. Sadece politik kitaplar değil; edebiyatla da çok ilgiliydi. Ama esas ailedeki edebi kişilik annemdi. Bütün Fransız klasiklerini, Avrupa klasiklerini annemden öğrenmişimdir. Hatta bir zamanlar ben Panait Istrati’ye çok meraklıydım. Varlık Yayınları’ndan çıkan Panait Istrati’nin Baragan’ın Dikenleri’ni annemin bana verdiğini hatırlıyorum. Daha sonra bütün Panait Istrati’leri sıradan okumuştum. Annemden de babamdan da ayrı ayrı çok etkilendim. Bir tarafta elinde kitaplarıyla analitik tarafı temsil eden babam; diğer tarafta hayatın duygusal boyutunu bana hep hatırlatan annem… Hayat sırf bilimden ibaret değildi yani, edebiyat ve sanat hayatımda hep vardı. Ablam da ben de böyle bir ortamda büyüdük. Evin en küçüğü olmanın en önemli avantajı, bütün deneylerin büyük çocuk üzerinde denenmesi. Dolayısıyla evin küçükleri hep biraz daha şanslı oluyor. Ablamla hep bir dayanışma içindeydik, kavga ederdik ama birbirimizi çok jurnallemezdik. Anneannem genelde hafiften işleri karıştırırdı, anneme telefon açıp “Ben bu yaramazlara bakamıyorum, gel bak!” derdi. Annem de babam da çalışıyordu, anneannemle dayım evdeydi. Böyle durumlarda hemen kavgayı bırakıp dayanışma içine giriverirdik. Geniş aile düzeninin de üzerimde çok etkisi olduğunu düşünmüşümdür. Ablam da ODTÜ Matematik mezunudur. Ben ablamın önden gitmesinin avantajını hep yaşadım.

Ben konuşkan bir çocuktan ziyade dinleyen bir çocuktum çünkü evde yeteri [gülüyor] kadar konuşan vardı zaten. Biraz da ailenin ortamından dolayı köşeme çekilip gözlemlemeyi tercih etmişimdir hep.

C: Kalabalık aile! Var olma mücadelesi…

CB: Kalabalık bir aileydik, evet. Hem kalabalık hem de her kuşaktan insanı, yani anneannem, annem, ablam ve beni aynı andan içinde barındıran bir aileydi. Evden çıkmadan bütün bunları görmek çok enteresandı.

C: Evet, çok etkilemiştir eminim şu an olduğunuz kişiyi.

CB: Evet, yani diyorum ya baştan beri çok şanslıyım.

C: İki şey sormak istiyorum. İlki anne-babanızın meslekleri, diğer sorum ise benimle de alakalı bir soru olacak. Özellikle lise üç ve lise dördü okuduğum yıllarda ben -ve aslında birçok arkadaşım da- çok sert bir depresyon yaşamıştık. Bu durum benim tüm karakterimi değiştirmişti. Sonrasında ben bugün ne ile ilgileniyorsam onunla ilgilenmeye başlamıştım. Sizin lisede böyle bir kırılma noktanız ya da buhran döneminiz oldu mu?

CB: Benim annem sekreter, babam da muhasebeciydi. Annem yaklaşık yirmi yaşındayken dedem ölüyor. Annemden yaşça oldukça büyük olan teyzelerim de evlenip evden ayrılmışlar. Aileye bakmak -bakmak diyorum çünkü dayım da tekerlekli sandalyeye mahkum- anneme kalıyor. Dolayısıyla annemde biraz kırık hayaller durumu var. Tam üniversiteye başlayıp edebiyat, sanat okuyacakken aileye bakmak zorunda kalıyor. Üniversiteye gitmeyip, liseyi bitirip Turyağ şirketinde sekreterlik yapmaya başlıyor. Bu şirket aslında bir İngiliz firması, daha sonradan Türkleşiyor. Bu sebeple de çok iyi bir İngilizce şartı koşuyor çalışanlarına. Bu dönemde annem yabancı bir firmada çalışacak kadar iyi bir İngilizceyi kendi imkanlarıyla öğreniyor.

Aslında babamda da var bu kırık hayaller durumu. Babam İstanbul’a gidiyor fizik okumak için. Ancak daha sonra babamın ailesi “Biz sana para yetiştiremeyeceğiz oğlum.” diyor; babam da İzmir’e geri dönüp İzmir İktisat fakültesini bitiriyor. Fizikçi olmayı düşünen adam muhasebeci oluyor anlayacağınız. Bu hayal kırıklığının izlerini babamda görmüşümdür. Babam fiziğe, matematiğe, bilim tarihine, müzik tarihine çok meraklıydı. Oturur kendi analizlerini yapar, notlar alırdı; bu notların bazılarını hala saklarım. Ben sanki biraz annemle babamın karışımı gibi olmuşum.

Bu hayal kırıklıklarını bilmek kendi hayal kırıklıklarımı daha yumuşak yaşamama sebep oldu. Çok büyük bir kırılma yaşadığımı hatırlamıyorum ama herkes gibi ergenlik problemleri yaşadım elbette. Büyük kırılmalar yaşamamamdaki birinci sebep evin içinde kapalı kalmamak, İzmir’in dört bir yanına sürekli gidip gelmekti. İkinci sebep ise çok sevdiğim kızlı-erkekli bir arkadaş grubumun olmasıydı. Mahalledeki bu rahat ortam ergenliği biraz daha kolay atlatmama yardımcı olmuş olabilir.

C: Peki, ablanızın ODTÜ’de Matematik okuduğunu söylediniz. İlk ablanız İzmir’den ayrılıp başka bir şehirde okumaya gidiyor. Ablanız size bu anlamda öncü oldu mu?

CB: Evet, kesinlikle oldu çünkü ben ODTÜ’den başka hiçbir üniversite düşünmedim. Üniversite tercihlerimin tamamı ODTÜ’nün bölümlerinden oluşuyordu. Hatta babam da o dönemde benim neye merakım, neye yeteneğim var bulmaya çalışıyordu. Dediğim gibi aklımda o zamanlar sadece ODTÜ vardı. Boğaziçi Üniversitesi de olabilirdi elbette ama sanırım biraz da ablamın etkisiyle başka hiçbir seçeneği değerlendirmeden ODTÜ’yü tercih ettim. Sonuçlar açıklanınca Endüstri Mühendisliğini kazandığımı öğrendim. Neden Endüstri Mühendisliği yazdığımın çok net bir açıklaması yok. “Aa bu alan bana uyar” diye düşünmüştüm, onu hatırlıyorum. Ancak ne Elektrik Elektronik Mühendisliği ne de Makine Mühendisliği yazmak aklımın ucundan geçmemiştir. Benim dönemimde liselerde rehber öğretmen yönlendirmesi çok baskın değildi. Ne “Sen iyi öğrencisin, puanına yazık olmasın.” derlerdi, ne de “Madem fizikçi olmak istiyorsun git fizik oku.” gibi söylemler ya da teşvikler vardı. Sadece ablamdan dolayı, ODTÜ’de mühendislik eğitiminin ilk 3 yıl temel bilimler eğitimi, ondan sonra alan mühendislik eğitimi olarak planlandığını biliyordum. Şimdi dönüp baktığımda Endüstri Mühendisliğinin pek çok alanı birbirine bağlayan, sosyal boyutu olan bir mühendislik dalı olduğunu görüyorum. Yani bilmeden, enteresan bir şekilde doğru seçim yapmışım diye düşünüyorum.

C: Nasıldı ODTÜ’de ilk yıllarınız?

CB: Bahsetmiştim, ben düz lise mezunuyum, şimdi Anadolu Lisesi olan okullar, o zamanlar düz liseydi. Yani bu da demek oluyor ki haftada sadece üç saat İngilizce dersi görüyordum ama ben kendim çalışarak İngilizcemi geliştirmiştim. ODTÜ’ye geldim, sonra pat diye İngilizce hazırlık sınavını geçiverdim. Sınavı geçtiğimi de son dakikada öğrendim. Eskiden Rektörlüğün önünde bir pano vardı, sınavdan geçip geçmediğini bu panodan öğreniyordunuz. Sınavı kazananlar fakülteye derse gidiyor; geçemeyenler hazırlığa derse gidiyordu. Ben o kadar emindim ki sınavı kazanamayacağımdan, hazırlığa doğru gitmeye başlamıştım bile. Daha sonra bir baktım kazanmışım ve birden kendimi kimya dersinde buldum. Yani ODTÜ’de ilk girdiğim ders, yakınlarda emekli olan Hüseyin İşçi Hoca’nın Kimya dersidir. O dersi hiç unutmuyorum. ODTÜ’de fizik fakültesinde bulunan U3 amfisindeydi ders. O amfi de çok etkileyicidir, oraya girince üniversiteye başladığını hemen anlarsın, lisenin sınıfları gibi değildir yani. O gün Hüseyin Hoca bir başladı anlatmaya, şiir gibi İngilizcesiyle, “Ya,” dedim “Vay be! Demek ki üniversite böyle bir yermiş.”

Ben öyle çok iddialı, sürekli en yüksek notları alan bir öğrenci değildim. Aldığım dersi geçecek kadar çalışırdım açıkçası. Ancak Hüseyin Hoca’nın kimya sınavlarının ikisinden de tüm okulun en yüksek notunu almıştım. Hatırlıyorum, herkes çok şaşırmıştı. Hatta Hüseyin Hoca da çok şaşırdı, konuştu benimle, sen kimsin gibilerinden. “Hocam,” dedim “Ben kitabı çok sevdim.” Hüseyin Hoca da “Ya hmm [düşünceli] iyi fena değil, haydi bakalım!” demişti. Aynen zamanında lise biyoloji kitabına yaptığımı bu sefer de kimya kitabına yapmıştım. Kitabın yarısını daha okulun ilk günlerinde okumuştum, bunun da sınavda etkisi oldu tabii. O zaman az daha kimya bölümüne geçiyordum. Artık akran baskısı mı, gelecek kaygısı mı nedir bilmiyorum, kaldım bölümümde ama kimyayı hala severim.

C: Şu an da oldukça multidisipliner bir alanın içindesiniz, eminim sahip olduğunuz her bilgi çalışmalarınızda işinize yarıyordur.

CB: Evet, kesinlikle. “Tüm bu bilimlerin arasında bir ilişki var; bu alanları birbirinden ayıran kalın duvarlar yok” hissi üniversitede yavaş yavaş gelmeye başlamıştı. O zaman bölüm değiştirmedim ancak lisanstan sonra Bilgisayar Bilimine geçtim. Aslında Endüstri Mühendisliği’nde mastır yaptım ama tezim bilgisayar bilimi teziydi. Hatta bu konuda bölüme çok büyük bir şükran borcum var. Endüstri Mühendisliği’nde [gülüyor] apaçık bir bilgisayar bilimi tezi yapmama kimse itiraz etmemişti. Hatta o zamanlar başka bölümden ya da üniversiten danışman hoca ile çalışmak da kabul gören bir uygulama değildi ama benim danışman hocam Bilgisayar Mühendisliği bölümündendi. O zaman bilinen şeyler değildi bunlar, teşekkür borçluyum bölümüme anlayışı için.

C: ODTÜ kullanmak isteyene her fırsatı sunar. Yapmak istersen her şeyi yapmana imkan tanır, sen yeter ki gerçekten iste.

C: Evet, evet… Bunu bütün ODTÜ hocalarında görmek mümkündü o dönemde de, yani bu insanlar gerçekten önümüzü açmak istiyordu. Tavır asla “Buraya geldin, buna mahkumsun” tarzında değildi. Bunun ne kadar büyük bir nimet olduğunu başka üniversiteleri gördüğünüzde anlıyorsunuz. Ben de istediğimi yapmak konusunda hep biraz dik kafalı, bildiğini okuyan bir insandım. Bu konuda önümün kesilmemesi gerçekten büyük bir şans.

C: Gerçekten öyle. Hocam ODTÜ’yü seçmiş olmanız sizi hem entelektüel hem de hayata bakış açınız anlamında nasıl etkiledi?

CB: Aynı lisede olduğu gibi, derslerde öğrendiğimden çok daha fazlasını ders aralarında, yurtta, arkadaşlarımdan öğrenmişimdir. Çünkü sürekli tartışırdık. Her şeyi tartışırdık. Sosyal olarak bendeki ilk büyük değişiklik ODTÜ’de yurtta kalmaya başlamamla ortaya çıktı. Her ne kadar İzmir’de sürekli dışarıda olmaya alışkın bir öğrenci olsam da yurt hayatı benim için yeniydi. Üstelik biraz maceralı bir şekilde başladı yurt hayatım çünkü yurda puanım yetmediğinden şimdilerde aklınıza gelemeyecek bir şey yapmıştım; bir yıl kaçak kalmıştım yurtta. ODTÜ’de o zamanlar yurtta kaçak kalmak demek her gün başka bir yatakta yatmak demekti. O gün kimin yatağı boşsa gider o yatakta yatardım. O zamanlar öğrenci dayanışması çok yüksekti. ÖTK vardı okulda, Öğrenci Temsilciler Konseyi. Onlar her gün bir boş yatak bulurlardı bana. [Gülüyor] Yani bir yıl kaçak olarak yurtta kaldım. Enteresan bir dönemdi.

ODTÜ’nün bana neler kattığını daha sonra Amerika’ya gittiğimde anladım. Mastırı bitirip doktora için Amerika’ya gittim. Ancak gitmekte biraz geç kaldım; ben gittiğim gün okul başlıyordu. Gene aynı ODTÜ’ye geldiğimde kimya dersine nasıl paldır küldür girdiğim gibi o gün de hiç unutmuyorum Architecture dersine paldır küldür girmiştim. On dört saatlik uçuşun ardından uçaktan indim, yüzümü yıkadım, derse gittim. Dersten çıkıp akşam eve gittiğimde “Sanki ODTÜ’de derse girmiş gibiyim.” dediğimi çok net hatırlıyorum. Biz çaktırmadan dünyayı öğrenmişiz aslında ODTÜ’de, hiçbir yabancılık çekmedim Amerika’da. Sanki ODTÜ’den çıkıp eve dönmüş gibiydim Amerika’daki ilk günümde. Gerçekten ODTÜ bizi iyi hazırlamış. Hani derler ya “ODTÜ Anadolu’nun dünyaya açılan penceresidir” diye. Gerçekten de öyle bir şey var, hazırdık.

C: Hocam, hala aynı fikirlere sahip misiniz ODTÜ ile alakalı?

CB: Bu gelenek devam ediyor bir noktaya kadar ama gittikçe azaldığını da görebiliyorum. Yani gerçekten potansiyeli olan, zor problemlerden kaçmayan, korkmayan insanlar için ODTÜ hala onları dünyaya hazırlama görevini üstleniyor. Elbette bunu Türkiye’de bir tek ODTÜ yapmıyor ama benim dönemimde ODTÜ’ye daha çok Anadolu’dan öğrenciler gelirdi. İstanbul’dan gelen öğrenci sayısı azdı mesela. “Anadolu’nun dünyaya açılan penceresi” derken bunu kastediyordum; Örneğin Antep’in bir köyünden gelip Stanford’a fizik doktorasına gidebiliyordun. Bu elbette okula giren herkesin başarabildiği bir şey değildi ama isteyenler için yol açıktı.

ODTÜ’lü deyince benim aklıma iki şey gelir: Biri, evrensel standartlardan şaşmamayı öğrenmek; iki, kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğrenmek. Bunu o dönemde Anadolu’dan gelen çocuklara öğretmek büyük bir başarıdır. Süleyman Demirel demiş ya, “ODTÜ Cumhuriyet’in en büyük on eserinden biridir.” diye. Onun planladığı ODTÜ bu değildi ama olan ODTÜ güzel bir ODTÜ oldu. ODTÜ’nün projesi “ODTÜ’ye gelirsin dünyayı öğrenirsin, sonra yurt dışına gidersin doktora yaparsın, sonra yurt dışında öğrendiklerini ülkene getirirsin.” Bugün baktığınızda ODTÜ’deki hocaların çoğunun lisansı ODTÜ’dendir ama doktora için yurtdışına gidip, dönmüştür. Ben de onlardan biriyim aslında. Şimdilerde tavsiyeler daha başka. Yani dönmemek üzere git tavsiyeleri de var; dönersen mutlu oluruz ama zorluklara hazır ol da var. Yani döndüğümüzde zorluklar olacağını da biliyoruz. Ben okulu bitirmeme yakın 12 Eylül darbesi olmuştu. Ben de kara kara düşünüyordum ne yapacağım diye. Daha sonra yurtdışına gideceğim belli oldu. O zamanlar bir hocamın “Cemciğim, git, dön ama on yıldan önce dönme.” dediğini çok net hatırlıyorum. On yıl içinde işlerin biraz daha düzeleceğini düşünüyordu ama öyle olmadı tabii. Hocalarımızda “Size bir ortam hazırladık, önünüzü açtık; potansiyelli insanlarsınız, orada bunu daha da geliştirin, sonra gelin buraya öğrendiklerinizi bu ülkeye kazandırın.” havası vardı. Bu hava tamamen kaybolmasa da eskisi gibi olmadığının farkındayım.

Bu gelenek ülkenin iyi evrensel standartlardan şaşmayan üniversitelerinde her zaman vardı. Boğaziçi’nde de bu gelenek vardır: Lisansını al, git yurt dışında yüksek öğrenimini yap, ülkene geri dön. Yurt dışına çıkmanın teşvik edilmesinin en büyük sebebi de eğer sürekli burada kalırsan bir süre sonra artık ne fikri ne de entelektüel olarak kendini yenileyemiyorsun; eğitim bir noktada tekrar etmeye başlıyor, etrafındaki herkes ya senin onlardan ders aldığın ya da ders verdiğin insanlar. Bir süre sonra fikirler yenilenmemeye başlıyor. Yani yurt dışına gidip dönmek prestij meselesi değil; farklı bir perspektif görüp o farklı perspektifle ülkene dönebilme meselesi. Ancak o farklı perspektifi kazanıp buraya döndüğünde de ülkenin gerçeklerini ve ihtiyaçlarını tekrar değerlendirip uyum sağlamak zorundasın. Bu da kolay bir iş değil çünkü yurt dışına gittiğinde ve 6–7 yıl gibi bir süre orada yaşadığında düşünce biçimin de değişiyor. Dönünce bir afallama süreci geçiriyor insan ama bu da geçiyor zaman içinde. Dediğim gibi bu geleneğin bitmemesi iyi ama biraz daha toparlanmasında da fayda var, evet.

C: ODTÜ geleneğini konuştuk, ODTÜ özellikle siyasi damarı ile ünlü de bir okul ve siz de belki de en hareketli zamanlarına denk geldiniz. Biraz bu tanıklıktan bahsetmek mümkün müdür acaba? Siz nasıl etkilendiniz, nasıl etkilediniz?

CB: Benim siyasi meselelerle tanışıklığım ODTÜ’de başlamadı. Annem de babam da sol tandanslı insanlardı, babam İşçi Partiliydi. O zamanlar solun içindeki ayrışmaları biliyorsunuz. Ben bizim ailenin sola olan yakınlığından dolayı soldaki ayrışmaları sağdaki ayrışmalara göre daha yakından takip edebiliyordum. Bir de ablam da ODTÜ’de olduğundan orada neler olup bittiğini de öğreniyordum. Bunları duyuyordum tabii lisede ama üniversiteye gelip yaşananlara şahit olmak oldukça çarpıcıydı. Ben biraz daha arka planda durmayı tercih eden bir insandım. Elbette bir dünya görüşüm vardı, sol ağırlıklı ama bunun ne kadar farklı yerlere çekilebileceğini bilmek başka; kendi gözünün önünde, yurt arkadaşlarınla deneyimlemek çok daha başka bir olaydı. Yıpratıcı bir dönemdi, onu hatırlıyorum. Bazı konuları birlikte rahatça tartışabilirdik ama bazı konuları, tırnak içinde kutsal olan konuları tartışamazdık. Eskiden gelen, bilimsel hikayelerin, kutsal metinler gibi anlatılmasına alerjik bir reaksiyonum vardı; bu politik görüşler için de böyleydi benim için. Bu yüzden benim için gerçek bir tartışma ancak güvendiğim insanların yanında, sözümü tartmak zorunda kalmadığım bir ortamda mümkündü. Böyle bir ortamın içine girmek ilk zamanlarda pek mümkün olmadı elbette. Korsan yurt öğrencisi olduğum için her gün başka bir ranzada yeni bir öğrenci, yeni bir görüş tanıyordum. Ben böyle turlayarak ODTÜ’nün bütün dünyasını tanımış oldum bir yılda [gülüyor]. Bu da çok önemli bir hayat tecrübesi oldu benim için. Karşımda benimle yaklaşık olarak benzer dünya görüşüne sahip insanlar olmasına rağmen o kadar çok farklı düşünce biçimine tanık oldum ki, “Vay be! Demek ki bu iş kitaplardan ibaret değilmiş.” dedim. İnsan hayatı denen şey, öyle kitaplarda yazıldığı gibi yaşanmıyor. Neler neler… Ailemde pek çok tartışmaya tanık olsam da akranlarımla girdiğim bu tartışmalar çok başka ve çok hızlı bir öğrenim sürecine sebep oldu benim için.

C: Hocam o halde biraz yüksek lisansınızdan bahsedelim; nasıl oldu da endüstri mühendisiyken bir bilgisayar mühendisliği teziyle [gülüyor] endüstri mühendisliği yüksek lisansını bitirdiniz?

CB: Ben yüksek lisans tezimde bilgisayar biliminin standart ve çok temel konularından biri olan veri tabanları üzerine çalıştım. Bu konuya ilgi duymaya başladığımda dördüncü sınıfın başındaydım. O dönem dünya çapında bir bilgisayar bilimci olan Esen Özkarahan Hoca ODTÜ’de ders vermeye başladı yeniden. Ben de ondan şu an ismini hatırlayamadığım bir ders aldım ve ders çok ilgimi çekti. Mezun olunca Esen Hoca’ya gidip “Hocam sizin verdiğiniz başka dersler var mı, onlara da bakmak isterim.” dedim. Böylece veri tabanları dersini aldım. O dönemde bir endüstri mühendisi olarak bilgisayar bilimlerine dışarıdan bakan bir insanım. Benim gözümde bilgisayar bir çeşit modelleme aracı, bir düşünme aracı değil. Ders başladı ama biz veri tabanları dışında her şeyi görüyoruz: relational algebra, relational calculus… Ben dersi dinliyorum, “Ya,” diyorum, “Biz program yazmayacak mıyız?” Meğer Esen Hoca işin teorisini ve kullanılan bütün bu araçların nasıl ortaya çıktığını anlatıyormuş bize. Bu tarz bir ders modeli beni inanılmaz mutlu etti. “A metot, b metot, c metot, haydi saldım çayıra kullanın bunları” gibi değil de, neyin niye yapıldığını teorileriyle anlatılması muazzamdı. Daha sonra ben tezimde Esen Hoca’yla çalışmaya karar verdim. Esen Hoca o zamanlar biraz meşguldü, o yüzden ben kendi doktora öğrencisi olan Abdullah Uz Tansel hocayla veri tabanları üzerine yazdım tezimi. Ben mastır tezimi bitirdiğim sıralarda da Esen Hoca Amerika’ya döndü. O gidince ben de onun yanına gittim doktoraya. Yani benim Arizona’ya gitme nedenim Esen Özkarahan’dır. Ben “Hocam tezimi bitirince beni düşünür müsünüz?” diye yazdım ona, o da “Gel!” dedi bana. Ben böyle gittim Amerika’ya. O bana gel demeseydi ne olurdu bilmiyorum çünkü ben öyle 4.0 ortalamayla falan değil 2.60 ile mezun oldum. Bu kümülatifle Amerika’dan bir üniversiteden kabul almam oldukça zordu. Esen Hoca’nın “Tanıyorum, gelsin iyi iş yapar.” demesi sayesinde Arizona Eyalet Üniversitesine doktoraya gidebildim. Esen Hoca önümü açan, bana çok iyiliği dokunmuş insanlardan biridir.

C: Hocam Arizona Üniversitesinde doktora yaparken nasıl bir süreç yaşadınız peki? Tekrar alan değiştirdiniz sanıyorum.

Arizona Eyalet Üniversitesinde Bilgisayar Bilimleri Bölümü’nde doktoraya başladım. Ancak zaman geçtikçe yüksek lisans yıllarında çalıştığım konudan uzaklaşmaya, dilbilim, yapay zeka gibi konulara yönelmeye başladım. Bir taraftan da Esen Hoca’nın laboratuvarında asistanlık yapıyordum ve maaş alıyordum. Bu süreçte Esen Hoca anladı benim artık veri tabanlarından uzaklaşmaya başladığımı. Ben de “Bunu Esen Hoca’ya nasıl söyleyeceğim?” diye kara kara düşünüyorum. Bir gün hiç unutmam geldi, “Cem,” dedi, “Sen başka bir konu mu çalışmak istiyorsun?”. “Evet hocam.” dedim, Esen Hoca “Bana olan borcunu ödedin, istediğini yapabilirsin.” dedi.

Yapay zeka dersini veren Nicholas V. Findler, rahmetli, Esen Hoca’nın çok yakın arkadaşıydı. Ben de Nicholas Findler’ın yapay zeka laboratuvarına katıldım; doktora tezimde de beraber çalıştık. Tezimde nedensellik üzerine çalışma yapmaya karar verdim. Gittim hocama “Ben insanların karmaşık organize davranışı ve plan yapıları üzerine çalışmak istiyorum.” dedim. O da bana okumam için birtakım şeyler verdi. Ben de okudum, üç ay sonra gittim yanına “Ben,” dedim, “Bunları okudum ama beni pek kesmedi, ben nedenselliğe farklı bir açıdan bakmak istiyorum.” Şöyle bir bakışını hatırlıyorum hani “Fesuphanallah!” der gibi; “Görelim o zaman,” dedi. Önümü açtı bu sözleriyle aslında, bizim laboratuvarda böyle çalışamazsın da diyebilirdi ama o “Madem farklı düşünüyorsun o zaman yap da görelim.” dedi.

Bu konularda çalışırken araştırırken yavaş yavaş dilbilime olan ilgim de ortaya çıkmaya başladı. Gene bir ikilemde kaldım, “Ben yapay zeka mı çalışmak istiyorum yoksa dilbilim mi?” diye. Tam da bu dönemde Hocam Leonard Aryeh Faltz’dan dilbilim dersleri alıyordum. Bilgisayar Bilimlerinde hocalık yapıyordu ama kendisi dilbilimciydi. Ben yapay zeka laboratuvarının grup toplantılarından çıkıp, soluğu Aryeh’nin odasında alıyordum, dilbilim konuşuyorduk. Ben bir gün Aryeh Hocaya “Ben biraz dilbilime doğru kaymak istiyorum, ne düşünürsünüz, ne tavsiye edersiniz?” dedim. O da “Cemciğim doktoradan sonra hayat var, biliyor musun?” demişti, “Sen doktorayı bitir, ondan sonra bakarsın.” Bu tavsiye de benim hayatımı kurtaran tavsiyelerden biridir. Yoksa ben ciddi ciddi dilbilim bölümüne geçmeyi düşünmüştüm o dönemde. Doktoramı bitirdikten sonra 2 yıl kadar Ohio’da Hoca olarak çalıştım. O iki yıl ufak çaplı bir dilbilim doktorası yaptım aslında çünkü sürekli dilbilim üzerine okudum. Sonuçta dilbilime geçtim ama enteresan bir şekilde yıllarca dilbilim ağırlıklı çalıştıktan sonra da son beş on yılda tekrar eski göz ağrım olan plan yapılarına döndüm. Bir tur attım yani.

C: Hocam ne kadar güzel anlattınız. Ben de yüksek lisans tezimi yazıyorum ve biraz savruluyorum bu dönemde. Sizin kadar başarılı bir hocanın da benzer süreçlerden geçtiğini benzer şekilde savrulduğunu ve yolunu bulduğunu görmek çok ilham verici.

CB: Ben hiçbir zaman disiplin seçerek ilerlemedim; benim kafamda uykularımı kaçıran bir problem vardı, bu problem 8–10 tane disipline dağıldıysa da, yapacak bir şey yok. Her disiplinle biraz biraz ilgilenmeyi göze aldım hep. Disiplinler değil problemler benim akademik hayatımı yönlendirdi.

Transdisiplinler düşünme ortamını Türkiye’de yaratmakta biraz zorlanıyoruz. Transdisipliner bir çalışma yapacaksan farklı farklı disiplinlerin terminolojisini öğrenmekle yetinemezsin; onların iş yapış tarzıyla haşır neşir olup, onlar gibi düşünüp, onların problemleri ele alma biçimlerini öğrenmen lazım. Amerika’da öğrenciyken psikoloji bölümünden psikoloji dersleri aldım. Bilgisayar Bilimlerinde Logic for Computer Science dersi almıştım ama yeterli gelmedi, gidip matematik bölümünden de benzer bir ders aldım. Dilbilim bölümünden dilbilim dersleri aldım. Tüm bunlar o kadar doğaldı ki; kimse sana kalkıp “Psikolojiden ders alamazsın.” demezdi. Ben bölüme bu dersleri alırken sorduğumu bile hatırlamıyorum. Bunu Türkiye’de yapmak ne yazık ki hala çok zor. Burada disiplin alanlarının duvarları çok yüksek. Bu zorluklarla baş etmek imkansız değil tabii ama Amerika gibi ülkelerde zorluklar için bir birim çaba göstereceksek burada beş birim çaba göstermemiz gerekiyor.

C: Evet, öyle gerçekten. Peki hocam, “İki yıl Ohio’da çalıştım” dediniz, sonra Türkiye’ye dönüyorsunuz. Nasıl karar verdiniz, neden kalmadınız, neden Türkiye’ye döndünüz?

CB: Benim Amerika’da kalma nedenim hocalık tecrübesini de Amerika’da yaşamaktı, en başından beri oraya temelli yerleşme düşüncem yoktu. Türkiye’ye dönme kararımın hayatta verdiğim en doğru kararlardan biri olduğunu düşünüyorum. Amerika’daki o rekabetçi ortam çok yıpratıcı, insanların üzerindeki baskı insani bir baskı değil. Ben zaten kendi üzerinde yeteri kadar baskı oluşturan bir insanım, dışarıdan bir baskıya ihtiyacım yok. Tüm bu sebeplerden dolayı döndüm.

C: Ne iyi yaptınız!

CB: Çok da memnunum döndüğüm için evet, bir kere bile aklımdan geçirmedim niye döndüm diye.

C: Ne kadar güzel! Hangi yıllara tekabül ediyor? 90'lar mı?

CB: 90’da mezun oldum, doktora bitti. 92’ye kadar Ohio’daydım. 92 Eylül’ünde döndüm, evet.

C: 93’te tekrar ODTÜ’de çalışmaya başlamışsınız diye gördüm ben.

CB: Evet evet, hemen zaten kafayı kaldırıp Bilişsel Bilim diye ortalığı karıştırmaya başlamıştım.

C: Biraz da o zamanlardan bahseder misiniz? Türkiye’ye döndünüz, neler yaptınız?

CB: Amerika’ya giden öğrenciler altı ayda, bir yılda bir ülkeye gelip gidebiliyorlardı. Benim mali durumum buna pek müsait değildi, o yüzden 4–5 yıl dönemedim. Döndüğümde de ciddi bir kültürel şok yaşadım. Türkiye’de Bilgisayar Mühendisliği Bölümü’nde hocalığa başladım ama sonuçta ben bir Bilişsel Bilimciyim, bu alanı Türkiye’de icra etmenin yollarını bulmam lazımdı. Sonra bir fırsat çıktı, ODTÜ ve Bilkent ortak bir proje yaptık, büyük, mali imkanları yüksek bir projeydi. Bilkent ayağında Kemal Oflazer vardı, ODTÜ ayağında da ben… Bu projeyi ve mali imkanları iki amaç için kullandık: Türkiye’den, dünyadan bu işi bilen insanları çağırıp bilişsel bilimleri tanıtmak ve öğrencilerimizi yurt dışına, yaz okullarına, konferanslara göndermek. Bu büyük bir nimetti o zamanlar çünkü konferanslara gitmek için para olmaz, duyulmuş şey değil. Biz o zamanlar tak diye her öğrenciyi gönderiyorduk. Ciddi bir ses getirdi, herkes farkına da varmıştı. Yani harcadığım en güzel paradır diyorum.

1993 yılıydı. Boğaziçi Üniversitesi’nden Sumru Hocayı syntax (sözdizim) üzerine konuşması için davet ettik. Bu konuşmayı konuyla ilgili çevrelere duyurduk. Tabii o zamanlar sosyal medya yok, projedeki tüm hocalar kişisel bağlantılarını kullanarak insanlara ulaştı. O zaman için oldukça kalabalık bir grup Sumru Hocayı dinlemek için bir araya geldik. O zaman işte ben düşünmeye ve hafiften ortak işler yapmanın yolunu yapmaya başladım. İlk fark ettiğimiz ortak bir kavram havuzumuzun olmadığıydı, yani aynı kavram her birimiz için başka bir anlam ifade ediyordu. Örneğin, gramer deyince bilgisayar bilimci başka bir şey, dilbilimci başka bir şey, felsefeci başka bir şey kastediyor… Bu sorunu çözmek için aramızda seminerler ve tartışmalar düzenlemeye başladık. Sonra da bir komünite kurduk. Bir araya geldikten sonra rahmetli Neşe Yalabık, Enstitü’nün de kurucusu: “Haydi bakalım, madem bu kadar seminer yapıyorsunuz buradan bir program yapın.” dedi. O zaman bir davet çıkardık. Dilbilimcilere, felsefecilere, psikologlara, Bilişsel Bilim ile ilgili olduğunu bildiğim herkese e-posta attım. İlk toplantımızı da 96 yılı gibi yaptık. Bilişsel bilim programının kuruluşu da böyleydi.

C: Ne kadar güzel. Yunus CogIST’i ilk kurduğunda da benzer bir süreç yaşanmıştı. Ben bilmiyordum, bana tanıttılar. Biz kendimiz bir komünite olduk, büyüdük. O yüzden ortak bir derdi paylaştığın insanlarla ortak bir şeyler üretmenin keyfinin çok özel olduğunu anlayabiliyorum.

CB: Bunun değerini bilmek lazım, çünkü çok nadir olan bir durum kafadarlık. Bilimsel bir ekol oluşturmakta en önemli şey bana sorarsanız, kafadarlık. Metot, işi yürütme kısmı vs. bunlar sonradan gelebilecek şeyler. Ortak dertlerin olması, ortak problemlere ilgi duyulması, karşındakini anlamasan bile onun ne dediğini anlamak için bir çaba sarf etmek çok önemli. Bu durum iki tarafın da önünü açıyor. Her seminerden “Allah Allah, bunlar nedir” diye çıkardık.

Ancak Türkiye’de böyle bir ortamı devam ettirebilmek çok da mümkün değil bence. Bu süreç o zamanlar bölümlerimiz tarafından tamamen ekstra bir iş olarak görülüyordu. Ders açacaksak normal ders yükümüzün üstünde vereceğiz, seminer vereceksek ekstradan vereceğiz, şunlar bunlar… Bunların ekstra iş olduğunun farkındaydık ama kimsenin umurunda bile değildi. Herkes hiç düşünmeden yapıyordu, en azından çekirdek grubumuz diyelim.

C: Hocam peki şu an Türkiye’deki bilişsel bilim camiasını nasıl değerlendirirsiniz?

CB: Ben daha önce bahsettiğim o kafadarlığın devam ettiğini düşünüyorum. ISBCS’in toplantılarına bakarsanız tek tarz bilişsel bilimci görmüyoruz, herkes geliyor. Mesela Amerika’da böyle değil, Amerika’da herkes biraz kendi köşesine çekilmiş durumda. Bazı bölümler bir konuda uzmanlaşınca diğerleri arka planda kalabiliyor. Yeditepe Üniversitesi, Bilişsel Bilim bölümü kurmaya karar verdiğinde biz çok sevindik, çok destek olduk. Onlar bir gün beni davet ettiler “Siz nasıl yaptınız bizimle paylaşır mısınız” diye. Ben de atladım trene gittim Yeditepe’ye. Belki onlar benden metot vs. gibi tavsiyeler almak istiyorlardı ama ben onlara: “Birinci problemi çözmeden ikincilere bakmayın, kafadarlık ve ortak derdiniz varsa yürür, yoksa yürümez.” demiştim, yürüttüler. Dolayısıyla Türkiye gibi toplumlarda [gülüyor] buradan başlamakta fayda var diye düşünüyorum.

C: Ben iki şey soracaktım: Birincisi, çekirdek bir ekipten bahsettiniz, başka kimlerin ismini sayabilirsiniz?

CB: İlk toplantıyı ben, Marifi Güler, Deniz Zeyrek, Samet Bağçe birlikte yaptık diye hatırlıyorum. İkinci toplantıya Wolf König ve Gürkan Tekman da geldi. O zamanki büyük grup bu şekildeydi. Sonra Marifi Güler ODTÜ’den de ayrıldığı için devam etmedi ama diğer grup devam etti.

C: İkinci sorum da şu: Böyle bir oluşum ortaya çıkarken her zaman işlerin nasıl olması gerektiğine dair belli başlı fikir ayrılıkları olur. Bu illa ki olumsuz bir şey olmak zorunda da değil. Ben biraz bu fikir ayrılıklarını, o zamanki projeksiyonu ve sonrasında sürecin nasıl geliştiğini merak ediyorum.

CB: Aramızda fikir ayrılıkları vardı elbette, hatta birbirimizin tezlerini acımasızca eleştirdiğimizi de hatırlıyorum. Bize ters gelen her şeyi rahatlıkla konuşurduk aramızda. Bu konuları sert konuştuk diye de kopmazdık. Bunun en büyük nedeni yine dönüp dolaşıp ortak bir derdimiz olduğunu hatırlamamızdı. Hepimizin birlikte olma derdi vardı. Biz kopmak için değil, kopmamak için bahane arıyorduk. Fikir ayrılıkları genellikle bölümün nereye yoğunlaşması gerektiği konusunda çıkardı. İlk çekirdek kadronun alanlarının bilgisayar ve dilbilim olması sebebiyle bu alanlar biraz daha öne çıkmıştı. Haklı olarak felsefeciler ve psikologlar “bu kadar da domine etmeyin” diye bizi uyarmışlardı ama ondan sonra onlar da dahil olunca kimse dışarıda kalmadı. Bir tek sinirbilimi entegre etmekte zorlandığımızı söyleyebilirim çünkü laboratuvarlar, tıp ve para işin içine girince, tartışmalar daha çok fikir düzeyinde kalıyordu. Biraz gayri ihtiyari olarak bundan uzak durduğumuzu düşünüyorum. Hiçbir zaman dışlamadık sinirbilimi ama diğerleri kadar da içeri almayı başaramadık. Sonuç olarak kopmamayı başardık; bunda temel etkenin birbirimize olan akademik saygımız ve temel derdimizin ortak olması olduğunu düşünüyorum. Son derece sert tartıştığımızda bile işleri asla çirkinleştirmedik. Bunun ne kadar önemli olduğunu yaşlandıkça anlıyorsunuz. İnsan kaybetmek çok kolay. Bu bakımdan kopmamak için özel bir çaba sarf ettiğimizi söyleyebilirim.

C: Son olarak soracağım şey şu: Bizim gibi bilişsel bilimlerle ilgilenen, bu alanda çalışmak isteyen, bu alanda bir şeyler yapmak isteyen insanlara ne önerirsiniz? Makale olur, şuraya gidin bunu yapın olur… Ne tavsiye edersiniz?

CB: Bilgisayar bilimi gibi oldukça matematiksel, teknik ve formal bir bilimden yola çıkarak bu işe başlamanın getirdiği bir çalışma tarzı var. Bu çalışma tarzının bana yeterli gelmediği zamanlar dilbilime ve felsefeye yöneldim. Bu iki alan için de hazırlıklı değildim ancak bu iki alanı anlamak için harcadığım zaman beni hep çok tatmin etti. Zihin, son derece karmaşık davranışları bir araya getirmekte usta bir canavar. Bütün organizmaların zihni de, değişimle ve ortamla nasıl baş edeceği problemiyle uğraşıyor aslında. Bu açıdan baktığınızda sadece formal metotlarla zihni anlamanın mümkün olmadığı anlaşılıyor zaten. Bunu görüp de kendinizi akademik hayata hazırlamak elbette çok vakit istiyor ancak dediğim gibi en ufak bir pişmanlığım yok.

Bu işte matematiksel şıklığın ötesine geçmek lazım. Sadece matematiksel olarak bu işi yapıp tatmin olan insanlar var, biliyorum, saygı da duyuyorum ama benim uykumu kaçıran problemler bunlar değil. Benim uykumu metotlar kaçırmıyor, benim uykumu problemlerin karmaşık yapısı kaçırıyor. Ben de bu zor problemler altında belimin bükülmemesine çalışıyorum. Böyle zamanlarda da felsefeye, antropolojiye başvurma gereği duyuyorum çünkü sadece formal yöntemlerle gidebileceğim yerin sınırlarını görüyorum az çok akademik hayatın içinde.

Çok geniş bir alan bizim alan; göbeğinden daldığınız zaman oldukça korkutucu. Yeni başlayan, sıfırdan gelen öğrencilerimiz genelde şöyle der: “Ben çocukluğumdan beri beynin nasıl çalıştığına çok meraklıyım.” Biz de şunu sorarız: “Bu merak çabaya dönüşmüş bir merak mıdır?” Eğer bu bir çabaya dönüşmüşse kişi istediği her alandan Bilişsel Bilimlere giriş yapabilir. Bilişsel Bilimlere başlamak için doğru bir lisans programı yok diye düşünüyorum.

Bana göre bir alanı alan yapan şey, temel sorular sormasıdır. Bu temel sorular sorulmazsa herkes kendi köşesine çekilip kendi işini yapar. Bu konuda Bilişsel Bilimlerin eksiklikleri olduğunu düşünüyorum. Mesela dilbilimde, bilgisayar bilimlerinde temel sorular kolay kolay unutulmaz. O yüzden de her kuşağın en parlak beyinleri bu alanlara çekilir. Çünkü en parlak beyinler genelde temel ve zor bir soruyla uğraşmak ister. Bilişsel Bilim bu temel sorulardan uzak kaldıkça parlak beyinleri kaybediyor. Bunun nedeninin de temel sorularla ilgili çalışmayı unutmamız olduğunu düşünüyorum. Bu da büyük bir eksiklik. Tekrar canlandırılabilir, canlandırılması gerekir. Bu aşamada bizlere çok iş düşüyor. Bu temel soruları ortaya çıkarmalıyız ki insanlar bunu daha lisede ortaokulda görüp merak salsınlar.

C: Hocam çok teşekkür ederiz. Harika bir röportaj oldu, çok keyifle dinledik sizi.

CB: Evet. Teşekkür ederim ben de. Hiç aklımdan geçmeyen şeyler çıktı.

C: Sizinle böyle karşılıklı oturup sohbet etmek ve onun hayatınızı dinlemek bizim için muazzam bir şans. Bu röportajları her yaptığımda çok büyük bir mutluluk duyuyorum. Sizinle yaptığım röportajdan da gerçekten çok zevk aldım, çok teşekkür ediyoruz davetimize icabet ettiğiniz için.

CB: Ben teşekkür ederim davet için, güzel oldu.

Röportajı gerçekleştiren ve metni yayına hazırlayan ekip arkadaşımız Zeynep Kabadere’ye, transkripsiyon için ekip arkadaşımız Merve Göker’e teşekkür ederiz.

--

--

CogIST
CogIST
Editor for

We are an independent community which is formed by a group of students who love cognitive science.