Yazar: Esra Mungan
“Geştalt Kuramı ve Bilişsel Psikoloji” serisinin tüm yazılarına buradan erişebilirsiniz.
Dr. Esra Mungan Boğaziçi Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde öğretim görevlisi. Başlıca çalışma alanını sözel bellek, müzik belleği ve müziksel biliş oluşturuyor.
Önsöz
Bilişsel bilim doğası gereği birçok alanı bir araya getirmeyi vaad eden, bunu artık klişeleşmiş olan altıgen diyagramla ifade eden bir bilim dalı. Ortaya çıkışından bu yana yaklaşık 60 sene geçmiş olan bilişsel bilimin bu farklı alanları bir araya getirmek ve böylece zihni anlama yolunda bütüncül bir perspektif sağlamak, hatırı sayılır bir yol kat etmek gibi vaadlerini yerine getirip getirmediği veyahut ne oranda yerine getirdiği şiddeti giderek artan bir tartışma konusu. Esra Mungan da özellikle kendi çalışma alanlarından –bellek, müzik bilişi- hareketle bilişsel bilimde yıllardır binlerce araştırmacının çalışmalarına rağmen yol kat edilememesine yol açan bir yanlış, hem de temel bir yanlış olduğunu sezenlerden. Geştalt Kuramı üzerine yaptığı okumalarla bu sezgileri formülize edilmiş bir fikirler bütününe dönüşen Esra hoca bunları 2020 ve 2021 boyunca Nesne dergisinde yayınlanmış üç makalesinde topluyor: “Geştalt Kuramı: Bir Nazariyenin Mazisi, Akameti ve Akıbeti,” “Geştalt Kuramı’nın Az Bilinen Çalışmaları: Bellek,” “Geştalt Kuramı’nın Problem Çözme Üzerine Çalışmaları ve Günümüzün Geştaltı.” Esra Hoca’nın Geştalt Kuramı’na eğildiği, hakkında “bilinen” pek çok yanlışı düzelttiği ve bugünün bilişsel psikolojisine ve bilişsel bilimine dair neler söylediğini ele aldığı bu makalelerini biz de altı yazılık bir yazı dizisi halinde yayınlıyoruz. Böylelikle hem bilişsel bilime dair metodolojik ve felsefi endişeler hakkındaki tartışmaların, hem de Türkiye bilişsel bilim akademisindeki üretimin görünürlüğüne katkı sağlamayı umuyoruz.
Keyifli okumalar,
CogIST
5- Düşünme: Problem Çözme, “Üretken Düşünme,” Yaratıcılık
Öz
Bu makalede Geştalt Kuramı’nın “üretken düşünme” diye ifade ettiği problem çözme alanındaki çığır açan iki ana çalışmasına yer verilecektir. Bunlardan biri, Köhler’in, şempanzelerin hedefli araç kullanımını ve engellerle ne şekilde başa çıktıklarını incelediği çalışmalar, diğeri ise Duncker’ın sesli düşünme tekniğini kullanarak yürüttüğü problem çözme çalışmalarıdır. Hem Köhler’de hem Duncker’da üretken düşünme, yeniden şekillendirme davranışıyla ilişkilendirilir. Örneğin, bir ağacın uzun, ince bir dalının oradan koparılarak bir sopaya dönüştürülebilmesi veya içinde farklı nesnelerin konduğu bir kibrit kutusunun içinin boşaltılarak muhafaza eden bir nesneden, bir mum için zemin olacak bir nesneye dönüştürülmesi işlevlendirilmesi bu tarz bir yeniden şekillendirmedir. Son bölümde ise günümüz çalışmaların Geştalt Kuramı ile olası ilişkisine değinilecektir. Sonuç olarak, aynen bellekte olduğu gibi üretken düşünmede de Geştalt Kuramı’nın iki ana önermesi, şekil-zemin ayrışması ve şekillerde gruplamanın çok kritik rol oynadığı görülecektir. Böylelikle iki temel önerme yoluyla, hem algı, hem bellek, hem düşünme işleyişini açıklamayı hedefleyen ve ilginç açılımlar getiren bir kuram söz konusudur. Bildiğimiz kadarıyla böylesi geniş açıklayıcı gücü olan herhangi bir kuram henüz bilişsel psikolojinin içinde mevcut değil. Bu da, Geştalt Kuramı’nı bir bütün olarak dikkate almak için önemli bir neden daha sayılır.
Anahtar kelimeler: Geştalt Kuramı, ‘üretken düşünme’, problem çözme
Giriş
Bu makale, Geştalt Kuramı üzerine yazdığımız makalelerin üçüncüsüdür. İlk makalede kuramın ortaya çıkışı, kurucular, kuramın ana önermeleri ve nispeten daha iyi bilinen algı alanındaki çalışmaları incelendi (Mungan, 2020). İkinci makalede ise kuramın hemen hiç bilinmeyen bellek alanındaki çalışmaları ve önermeleri mercek altına alındı (Mungan, 2021a). Bu son makalenin odağında ise kuramın düşünme ve problem çözme üzerine yaptıkları çalışmalar ve fikirler yer alacaktır. Bu kapsamda, Wolfgang Köhler’in 1914–1920 yılları arasında Kanarya Adaları’ndan biri olan Tenerife’de şempanzelerle yaptığı, zamanın bakış açısını adeta altüst eden problem çözme araştırmalarının yanı sıra, Geştalt Kuramı’nın üç kurucusu arasında yetişmiş Karl Duncker’ın çalışmalarına yer verilecektir. Duncker’ın bu çalışmaları dönemin “bilişsel devrim” takipçileri tarafından heyecanla karşılanmış olsa da, en çok atıf yapılan çalışmasının yanlış aktarılmış olması ve genel anlamda kurama dayalı ana fikrinin gözardı edilmiş olması dikkat çekicidir. Makalenin son bölümünde psikolojide ve bilgisayar bilimlerinde Geştalt Kuramı’nın önermeleriyle ilişkilenebilecek kimi çalışmalara değinilecektir.
Düşünme: Problem Çözme, “Üretken Düşünme,” Yaratıcılık
Wolfgang Köhler’in 1921 Tarihli “Şempanzelerin Zekâsı Üzerine Değerlendirme”2 Kitabı
Köhler’in bu çalışması, 1914–1920 tarihleri arasında Tenerif’te şempanzeler üzerine yaptığı uzun soluklu incelemeler sonucu ortaya çıkar. Kitabın daha hemen ikinci sayfasında amacının, dönemin bilimini yoğun etkisi, hatta tahakkûmu altına almış, her şeyi rastgelelilik ve peş peşe koşullama yoluyla açıklamaya çalışan ampirist bakışı tartışmaya açmak olduğunu belirtir.3 Köhler, rastgele davranış ile rastgele olmayan davranış arasındaki farka dikkat çeker ve aslında bir ampiristin bile basit bir gözlemle bu farkı görmezden gelemeyeceğini söyler. Kitabının, bu rastgele olmayan davranışlara ve onların kimi ortak özelliklerine yoğunlaşacağını belirtir. Thorndike’ın meşhur kedili köpekli deneylerini ise, tam da, deneme yanılma dışı yöntemlerle çözülemeyecek şekilde düzenlenmiş olmaları nedeniyle eleştirir. Örneğin kedilerin yerleştirildiği daracık, derme çatma kafes ve o kafesin içindeki karman çorman ipler, zaten kafes kapısını açacak düzeneği kavramayı daha baştan imkânsız kılmıştır. Oraya değil bir kediyi bir insanı da koysanız muhtemelen deneme yanılma yöntemini kullanmak zorunda kalır. Ama Köhler’e göre sorun yalnızca Thorndike’ın garip kafeslerinde değildir. Genel olarak Amerikan hayvan psikolojisinin sürekli, içinde hiçbir ipucu veya anlamlı bağlantılar kurma imkânının sunulmadığı labirentleri kullanmasını da benzer şekilde sorunlu veya en azından eksik bulur. Buna karşın canlılara, sorun, hedef ve olası araç gereçler arasındaki ilişkileri, kendi içlerindeki olası gruplanmaları, Geştalt’ları görme imkânı sunulursa bırakın doğru davranışların, hatalı olanların bile rastgele değil anlamlı olduğunu gözlemlediğini vurgular.
Dolambaçlı Yolu Seçebilme Yetisi: Rastgelelilik ve “İçgörü”ye Dair
Şekil 1’de Köhler’in, asıl deney serisine başlamadan evvel yaptığı ön deneyin eskizini görüyoruz.
Sepet, şempanzenin her zaman yemek bulduğu bir sepettir. Ancak sepet, bir ip ve tavandaki bir kanca yoluyla şekildeki gibi bir ağaç dalına bağlanarak zeminden iki metre yükseklikte asılı durur. Köhler, girdiği alanda karşısında bu düzeneği bulan şempanzenin davranış silsilesini tarif eder. Şempanze bir müddet sepete bakar, sonraysa kısa bir öfke nöbetinden sonra (ki Köhler bunun, yalnızlığa alışkın olmayan şempanzenin bu ortama tek başına bırakılmış olmaktan doğmuş olabileceğini belirtir) birden ipin bağlı olduğu dala tırmanır ve kısa bir müddet sonra ipi çeker. İpi çekerken gözü sepettedir, sepet tepedeki kançaya çarptığında ipi bırakır ve sepetin tekrar aşağı düşmesini izler. Hemen ardından ipi bu sefer çok daha kuvvetle çeker, sepet tepeye sertçe çarpar, devrilir ve içindeki muz yere düşer. Şempanze iner, muzu alır ve muzuyla tekrar aynı yere tırmanır, bu sefer ipe adeta asılır, ipin kopmasına yol açar, sepet olduğu gibi yere düşer, şempanze ağaçtan iner ve sepetteki diğer meyveleri de toplar. Şempanzenin bu düzenekte bildiği tek şey, o sepetin ona meyve verilen sepet olmasıdır. Öte yandan asılı olan sepete deney öncesi meyvelerin konulma anına tanık olmamıştır.
Bir başka gözlemi bu sefer dişi bir köpekledir4 . Bu da yine Köhler’in, asıl deneylerinden evvel yürüttüğü pilot çalışmalarından biridir. Köhler bu çalışmada köpeğin, hedefe giden kısa yol engellendiği takdirde karmaşık ve aslında onu bir müddet hedeften uzaklaştıran yola yönelip yönelmeyeceğini inceler. Bu sefer iki düzenek vardır. İlkinde köpek demirliklerin arkasındadır, yiyecek ise demirliklerin diğer tarafındadır (Şekil 2a). Köpek bir müddet durur ve sonra hızlıca hedefe zıt bir yoldan gidip, sağındaki tellerle çevreli 2x2 metrekare sahanın çevresinden dolanıp dış çeperden koşarak yiyeceğe ulaşır. Engel aşılmış, mutlu sona varılmıştır.5 Başka bir düzenekte (Şekil 2b) aynı dişi köpek büsbütün rahatça hedefe ulaşır. Ardından bu ikinci düzenekte Köhler kritik bir değişiklik yapar ve bu sefer uzaktaki yiyeceği demirlerin hemen arkasına yerleştirir. Bu sefer köpek bir fiksasyon içinde burnuyla yiyeceği nafile bir şekilde demirliklerin arasından almaya çalışır. Bu sefer, önceden yaptığı gibi yiyeceğe sırtını dönüp duvarın yanından diğer tarafa geçip yiyeceğe ulaşmayı “akıl etmez”.
Şekil 3’teki düzenekte ise tavukların davranışını inceler. Tavukların hareketleri (resimdeki siyah gitgelli çizgiler) hakikaten rastgeleliği hatırlatır, en azından bir “içgörü”, yani hedef-engel-engeli aşma sonuç arasındaki ilişkilere dair herhangi bir ‘kavrayış’ gözlemlenmez, tavukların hiçbiri tekli bir davranışla hedefe sırtını dönüp zıt istikamette ilerleyip telin sağ uzantısından dışarıya çıkıp doğrudan yiyeceğe ulaşamaz. Hedefe ulaşabilenler, yalnızca iki tarafı çevrili kafesin içinde rastgele gidip gelirken kendilerini bir anda telin sağında bulanlardır.
Köhler için bu pilot gözlemler, rastgele olan (tavukların davranışı) ile olmayan (köpeğin davranışı) arasındaki farkları görünür kılmıştır. Dolambaçlı yolu seçebilme yetisini şempanzelerde de türlü farklı düzenekle bu sefer deneysel varyantlarıyla test eder. Bulgular benzerdir: Şempanzeler de hedefe ulaşmak için genelde tereddüt etmeksizin dolambaçlı yolu seçmeyi bilir; o yol onları ilk etapta arzulanır hedeften uzaklaştırsa da. Köhler, rastgele olmayan, çalışmasında “içgörü” kavramıyla tanımladığı tip davranışlarda, baştan sona akış ve bütünleşiklik olduğundan bahseder. Öte yandan rastgele olan davranışların kopuk kopuk, birbiriyle kaynaşmayan, hareket hızlarının bile birbirinden kopuk ve birbiriyle tutarsız olduğuna işaret eder. Burada yine Geştalt bakışının olayları ele alışındaki titizliğini ve kapsamlılığını görürüz. Amerikan ampirist bakış yalnızca başardı-başarmadı ekseninde doğru-yanlış puanlaması yapıp hız ölçerken burada hareket silsilesinin de tahlilini görüyoruz. Ancak önemli bir şeyi daha görmek mümkün, o da Geştalt Kuramı’nın kendini dar bir “rastgelecilik” veya “içgörücülük” ikiliğine hapsettirmemesidir. Kanımca Amerikan eksenli psikolojinin en büyük sorunu incelediği olguları neredeyse sürekli bir kampçılık, kutupçuluk içinde ele almasıdır. Oysa buradaki bir iki örnekten bile rahatça görürüz ki, elbette rastgele, deneme yanılma yöntemleriyle gerçekleşen problem çözme davranışları da vardır, ama keza daha “içgörülü” problem çözme davranışları da vardır. Bunlardan hangisinin gözlemleneceği kimi zaman kullanılan düzeneğin anlaşılmazlığı veya anlaşılırlığına, kimi zamansa hayvanın türüne veya çocuğun yaşına bağlıdır.
Araç Gereçlerle Etkileşim
Araç gereç kullanımı. Araç gereç kullanımını incelediği düzeneklerde Köhler, farklı araçların aynı işlev için kullanıldığına dikkat çeker. Örneğin şempanzelerin, demirlerin arasından elle ulaşılamayacak bir yiyeceği kendine doğru çekebilmek için farklı araçlar arasında ilk etapta sopayı kullandıklarını, eğer sopa yoksa bir şapkayı kenarından tutup onun diğer kenarıyla yiyeceği kendilerine doğru çekebildiklerini ve hatta, ortada işe yarar hiçbir şey olmadığında, yakındaki bir ağacın dalını gözlerine kestirip onu ağaçtan koparıp araç olarak kullandıklarını not eder. Buradaki her bir araç seçeneği Geştalt Kuramı’nın önermeleriyle uyumluluk gösterir. Daha önceki öğrenme bölümünde de bahsi geçtiği gibi Geştalt Kuramı’na göre öğrenmede esas olan, birbirinden farklı nesnelerin taşıdığı ortak yapıyı kavramaktır. Mesela bu örnekte söz konusu yapı, “sert ve gerekli uzunluktaki bir şey”dir, bu bir ip olamaz, büyük ama yumuşak bir yaprak da olamaz ama bir sopa veya sert kıvrımlı şapka veya ağacın dalı olabilir. Nitekim şempanzeler genelde daha ilk adımda doğru araçlara yönelir.6Bu deneylerde araçların görünürlüğü de manipüle edilen değişkenlerden olur. Kimi zaman araç, boş alanın içindeki tek nesnedir (=en belirgin, tekil, “prägnant” hal), kimi zamansa birçok gerekli gereksiz nesnenin arasındadır, ki bu haliyle onların içinde “görünmez” bir parçaya dönüşür. İkinci durumda, ancak şempanze nesneleri karıştırmaya başlarsa kritik aracın diğerlerinden ayrışma ve belirginleşme olasılığı vardır. Dolayısıyla bu tarz planlı plansız ortalığı karıştırma davranışı da yararlı olmaktadır.7Araç şempanzenin odak bölgesinde olduğunda daha hızlı, farklı nesneler arasında görünmez olduğundaysa daha zor farkedilir, sonuca ulaşma süresi uzar. Diğer yandan Köhler, ağaçtan bir dalın koparılıp kullanılmasını hazır bulunan bir aracı kullanmaktan farklı değerlendirir. Burada bir bütüne ait olan bir şey, birden bütününden ayrıştırılır, yani şempanze ağaca artık bir bütün olarak değil, içindeki, “sert ve gerekli uzunluktaki bir şey”i bulabilmek üzere bakar, ihtiyacı olan parçayı bulur, ağaçtan koparır ve kullanır. Bu, ortalıktaki bir sopayı kullanmaktan daha öte bir esnekliğe ve “yaratıcı dönüştürücülüğe” işaret eder. Bir başka deney düzeneğinde yine tepede şempanzenin zıplayarak eliyle erişemeyeceği yükseklikte bir muz asılıdır. Etrafta farklı uzunlukta sopalar ve düz, ters veya yan yatmış, içi boş veya dolu meyve sandıkları durur. Şekil 4a-c şempanzelerin farklı çözümlerini gösterir. Köhler inanılmaz bir titizlikle toplam yedi şempanzenin her birinin olaya nasıl yaklaştığını, ilk hangi davranışı gösterdiklerini, neyi ne kadar süreyle denemeye devam ettiklerini ve aralardaki öfke nöbetlerini dahi raporlar. Kimisi hemen sopaya yönelir ancak seçtiği sopa yeterince uzun değildir dolayısıyla bir sonraki hamlede daha uzun olan sopayı seçer. Burada Köhler, kısa sopanın seçilmesinin bir hata olsa da rastgele bir hata olmadığını, “iyi bir hata” olduğunu belirtir ki bu önemli bir ayrıştırmadır. Dolayısıyla incelemelerinde “doğru davranışlar”, “iyi hatalar” ve “kötü (yani rastgele) hatalar” gruplamasını yapar.8 Keza kutuların kaç seferde ve hangi şekillerde üst üste oturtulmaya çalışıldığını, ilk etapta mantık dışı gelen bir davranışın bir tip “pratik yol” olarak kullanılmış olabileceğini belirtir (örneğin dikdörtgen sandığı sağlam olan geniş yüzeyi yerine Şekil 4c’de gördüğümüz üçüncü sandıktaki gibi küçük yüzeyiyle oturtup sorunu daha hızlı, daha az sandıkla çözmeye çalışmak gibi). Bazen kutuların içleri ağır taşlarla doludur, dolayısıyla bu engeli kaldırmaları, taşları boşaltmaları gerekmektedir. Bu tip “engellemeler” çözümü geciktirse de er geç baş edildiğini not eder Köhler. Bir başka notunda, şempanzeler eğer bekçilerden birini görürlerse deneme yapmaktan vazgeçip ilk iş ona koşup, elinden tutup muza işaret ettiklerini ve bekçi yardım etmeyince öfkelendiklerini belirtir. Köhler şempanzelerin su içmek için kullandıkları kamışı karınca yuvalarında kullanmalarını (doğal ortamındaki şempanzelerse bunun için bazen dış kılıfını soydukları ince dallar veya ince yapraklar kullanır), uyuma yerlerini orada hazır bulunan samanlarla düzenlemeleri (doğal ortamlarında o tarz ekstra konforlar yoktur), sopaları silah olarak (bir başkasına vurmak, bir şeyi kırmak üzere) kullanmalarını, iğrendikleri dışkı gibi şeyleri onlara dokunmadan çevrelerindeki araç gereçlerle kendilerinden uzaklaştırmalarını da bu başlık altında örneklendirir (bkz. Şekil 4 a-c).
Araç gereç dönüşümü ve yapımı. Köhler şempanzelerin davranışlarını incelerken yalnızca hazırda olan araç gereçleri farkedip kullanmalarını değil, onları ne şekilde kullandıklarını da ayrıntılarıyla mercek altına alır. Bir örnekte şempanzelerin biri uzun bir sopayı alır ve onu tepede asılı duran bir yiyeceğe uzanmak üzere değil, yepyeni, adeta akrobatik bir sırığa dönüştürerek kullanır (Şekil 5). Bir diğer örnekte, yine erişilmez bir muz vardır ve şempanzenin etrafındaki türlü nesnenin arasında birbirinden farklı boy ve çaplarda bambu sopaları bulunur. Şempanzelerden biri bu sopaları alıp birkaç hatalı iç içe geçirme hamlesinden sonra doğru bambu çaplarını seçip daha uzun bir sopa yapmayı başarır (Şekil 6). Köhler, bir sopayı kaldıraç olarak kullanma veya bir şeye saplayabilmek için ucunu sivriltme gibi davranışlar da gözlemler. Bunun yanı sıra etraftaki tavukları “kızdırma”, onlara yemlerini verir gibi yapıp önlerinden alma, bir başka şempanzenin muza uzanmak üzere sandıktan kule yapışını izleyip şempanze tam onun tepesine çıktığında kuleyi devirip kaçma gibi “muzırlıklar” da not eder. Ayrıca birçok deney düzeneğinde şempanzeler birlikte incelenir. Bu incelemelerde genelde her birinin hedefine ulaşmak için kendi yol yordamını bulduğunu, hiçbir zaman planlı bir işbirliği içinde davranmadıklarını not eder (Şekil 7).
Genel Değerlendirme
Köhler’in 207 sayfalık bu kitabındaki birbirinden ilginç sayısız tespitinin ve onların dikkatli incelemelerinin hepsini burada sunmamız imkânsızdır. Ancak bu eserinde de en önemli sonuç, bir hayvanın problem çözme becerisinin tek başına onun öğrenme mazisine indirgenemeyeceğidir. Aynı hayvanın, görsel düzenlemelere bağlı olarak sorunu çözme şeklinin değişmesi, alanı algılayış biçiminin de ne kadar kritik ve o zamana kadar (aslında halen de) gözden kaçmış bir etken olduğuna işaret eder. Bu bağlamda şempanzelerin gösterdiği davranışlar hemen hiç rastgele değildir, tersine davranışları duruma bağlı olarak gelişir ve kimi zaman çözümü getirmeseler de gayet “içgörülü” davranışlardır. Ama en önemlisi, Köhler’in bu çığır açan çalışması, son derece yaratıcı yöntemlerle, indirgemeci olmadan ama aynı zamanda antropomorfizme de düşmeden, hayvanların problem çözme yetilerinin incelenebildiğini gösterir. Bu tarz titiz, kapsamlı ve bağlamından koparılmamış incelemeleri, Köhler’in çalışmasından ancak 40–50 yıl sonra 1960’lı, 70’li yıllarda görürüz. 1960’lı yıllarda bu alanda ikinci bir çığır açan, ancak yaptığı çalışmalar uzun müddet ana akım bilim tarafından görmezliğe gelinen9 bir başka kişi de Jane Goodall’dır.
Karl Duncker’ın (1903–1940) 1935 Tarihli “Üretken Düşünmenin Psikolojisi” Kitabı
Karl Duncker insanların problem çözme ve yaratıcı düşünme becerilerini titiz bilimsel yöntemlerle inceleyen ilk kişi diye bilinir10. Doktora sonrası çalışmalarını bir araya getirdiği bu kitapta ister matematik problemlerinde ister daha “gündelik” problemlerde olsun insanların bir sorunu ne şekilde ele aldığını ve ne gibi yöntemlerle çözmeye çalıştığını tahlil eder. Bunu yapabilmek için kullandığı yöntem sesli düşünmedir. Katılımcıların deney esnasında akıllarından geçen her şeyi, en saçma düşünceler dahil, sesli olarak aktarmasını ister. Kendilerine sunulan problemlerin, ön bilgi veya uzmanlık gerektirmeyen özellikte olmasına dikkat eder. Odaklandığı şey, içgörü oluşum sürecidir ve süreç içinde yapılan hataların hangilerinin mantıksız, hangilerinin, Köhler’in tabiriyle “iyi hatalar” olduğunu inceler. Ardından, farklı katılımcıların ürettiği farklı çözümleri temel yaklaşımlarına bağlı olarak tasnif eder. Örneğin, “En az hasarla bir bedendeki tümor nasıl yok edilir. Elinizde bir ışın aleti vardır.” gibi bir problemde üç farklı yaklaşım tespit eder: (1) sağlıklı dokuya hiçbir ışının değmemesini sağlayan çözümler; (2) sağlıklı dokunun ışına karşı hassasiyetini azaltmayı amaçlayan çözümler; ve (3) ışınların sağlıklı dokuya verecekleri zararları sonrasında uygulanacak yöntemlerle azaltmayı amaçlayan çözümler. Duncker, bu sınıflandırmaları yaptıktan sonra her birinde işletilen muhakeme silsilesini ve hataların cinsini ele alır.
Problemin Yeniden Şekillendirilmesi
Tespit ettiği en kritik nokta, bir problemi anlamlı şekilde çözmeyi başaranların, problemi kendi zihinlerinde yeniden şekillendirebilenler olduğudur. Burada, sorunun kişinin zihninde daha iyi formüle edilmesi ile çözüme varış süreci iç içe iki süreçtir. Problemin yeniden şekillendirilmesi sürecinde söz konusu olan, sunulan verilerin ilk bakışta empoze ettikleri kimi gruplamalarından (ister görsel ister anlamsal) koparılıp taze bir bakışla farklı şekilde gruplanıp ayrıştırılmalarıdır. Diğer bir deyişle, herhangi bir problem çözme faatliyetinde yine Geştalt Kuramı‘nın en temel mekanizması (gruplama ve şekil-zemin ayrışması) yürürlüktedir ve bu süreçler hem yaşanan tıkanıklıkların hem çözümlerin bulunuşunun açıklamasını sunar. Diğer yandan kimi problemler basittir ve hemen herkes tarafından çözülür. Bu problemlerin ortak yanı sunulanın, yine Duncker’ın problem çözme konusunda yaptığı tahliller ve bahsini ettiği mekanizmalardan yola çıkarak, o tek eksik kısım dışında hemen hemen tamamlanmış oluşudur. Bir yapboz buna iyi örnektir. Büyük bir yapboz düşünelim ve onun bir bölgesinde bir parça hariç hepsinin tamamlanmış olduğunu düşünelim. Burada o boşluğa girmesi gereken parça görsel olarak (Gibson’ın tabiriyle bir “affordance”, ‘sağlayıcılık’ yaratarak) çözüm parçasını adeta “çağırır” ve kişi henüz yapboza yerleştirilmemiş parçalar arasında o çözüm parçasını yüksek bir hedeflilikle arar ve yerleştirir; çözüm bulunmuştur. Nitekim Duncker kitabında Geştalt Kuramı‘nın kapalılık (“closure”) ilkesinin de problem çözmede etkin bir mekanizma olduğuna dikkat çeker, aynen deminki yapboz örneğimizde görüldüğü gibi.11 Duncker, daha karmaşık problemlerin yeniden şekillendirilmesi sürecinin ise genellikle tek seferde çözüme ulaşma biçiminde değil de, tekrar tekrar yeniden şekillendirmelerle adım adım çözüme varma biçiminde olduğunu söyler. Bu mükerrer süreç içinde de, hem verili olanın aşağıdan yukarı (“von unten her”) hem çözüm için gerek duyulanın yukarıdan aşağı (“von oben her”) süreçlerin işlediğini vurgular. Mesela deminki basit yapboz örneğimizi ele alalım: Bulunması gereken parçanın özgün özellikleri yapbozdaki o tek parçalık boşluktan doğar, yani aşağıdan yukarı bir süreç söz konusudur, öte yandan o şeklin yapbozun yerleştirilmemiş parçaları arasında bulunması yukarıdan aşağı, yani hedef imgeden hedef parçaya yönelik bir işlem sürecini barındırır.
Buluşsal Yöntem, Kestirme Yollar
Duncker kitabında farklı içgörü derecelerinden bahseder. Her içgörünün illaki tam teşekküllü bir içgörü olmadığını, kısmi içgörülerin de (ve elbette, rastgele davranışı doğuran tam teşekküllü içgörüsüzlüklerin de) söz konusu olabildiğini belirtir. Kısmi içgörülülük durumlarında genelde kimi kestirme yollardan veya ara buluşsal yöntemlerden (“heuristics”) faydalanıldığını belirtir. Örneğin, kendisine sunulan bir problem, bildiği başka bir problemle benzeşir ve kişi o problemde başvurduğu yöntemi kullanır veya uyarlar. Burada da Geştalt kuramının iki önemli ögesini buluruz. Bunlardan biri benzeşimle ilgili olan “aynılık” ilkesidir çünkü seçilen buluşsal yöntemi o aynılık algısı çağırmıştır. Diğeri ise Geştalt kuramının fenomenal çevre dediği önermesidir. O da aynı problemin bir kişide tetiklediği buluşsal yöntemi diğer bir kişide tetiklemeyebileceğidir. Çünkü A kişisi için yeni problem ile çözümünü bildiği eski problemdeki ‘aynılık’ B kişisi için söz konusu olmayabilir. Diğer bir deyişle iki kişi aynı probleme bakar ama farklı şeyler görürler, hem algısal hem birikimsel farklılıklarından ötürü.
Düşünme Biçimleri: Analitik Okuma ve Sentez Yollu Okuma
Bizlerin daha çok “düşünme” fiiliyle yan yana getirdiğimiz analitik ve sentezleme tanımlamasını Duncker “okuma” fiiliyle yan yana getiriyor. Hatta kullandığı tabir “ablesen”dır, yani “önünde verili bir şeyden okuma”dır ve sezmeyi de anlam olarak barındırır. Üretken düşünmede, yani, bir şeyin bir başka şeye dönüştürüldüğü tip düşünmede, ister matematikte, ister mantıkta ister bilimsel araştırmalarda olsun, senteze dayalı içgörü bir olmazsa olmazdır Duncker’a göre. Senteze dayalı içgörü ise, olaylara (1) yeni bakış açılarıyla (2) yeni yönelimlerle, (3) yeni ‘toparlayış’larla ve (4) bir bütün olarak bakabilmeyi kapsar.
Senteze dayalı içgörü. Duncker, bu kavrama ilişkin bir örnek olarak matematiğin geçişlilik kuralını sunar. Eğer a > b ise ve b > c ise, a > c’dir. Burada önemli olan, her bir parçanın tek tek taşıdığı mutlak değerler değil onlar arasındaki göreceli ve bütünsel ilişkidir. Buna karşın, örneğin tipik bir psikofizik deneyinde bir katılımcının P şiddetinde bir parlaklıkla P+x şiddetinde bir parlaklık arasında bir fark algılamazken P ile P+2x arasında fark algılaması tabiî ki kendi içinde önemli bir bulgudur ancak bu eylemde herhangi bir senteze dayalı içgörü söz konusu değildir. Duncker’ın tabiriyle, katılımcı bu “mantıksızlık” karşısında şaşırsa da olsa olsa sinir sistemini bunun suçlusu olarak görür. Burada, a > c’dekine benzer bir sentezlemeye yer yoktur. Sentezi tartıştığı bu bölümde Duncker ilginç bir önermede daha bulunur. Analiz, Kantiyen bir tahlil ve mantık silsilesi içerirken, Duncker’a göre sentez, doğrudan dıştaki uyaranların görünümünden doğar. Bunun da Husserl’in fenomenolojisiyle uyumlu olduğunu belirtir. Bugünden baktığımızda bunun James J. Gibson’ın doğrudan algı önermesiyle de uyumlu olduğunu söyleyebiliriz. Duncker’a göre bu sentezi doğrudan görme/sezme becerisi hem genellik hem de güvenirlik vasfını taşır. Bunu çok güzel bir örnekle anlatır. Bir uzam içinde bir ev, bir ağaç ve bir insanı gördüğümüzde anında evin ağaçtan, ağacın insandan büyük olduğunu kavrarız. Ama daha da ilginci, bunun ardından bir vazo, bir hokka (mürekkep şişesi) ve bir silgiye baktığımızda yine anında, doğrudan, demin gördüğümüz ilişkiselliği (vazo > hokka > silgi) deneyimleriz. Bu tarz sentezler kimi zaman, deminki örnekteki gibi, kolaydır, herkesçe erişilirdir, kimi zaman ise daha zordur. Örneğin, herhangi bir üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece olması nasıl “bilinir”? Burada kritik olan şey, katılımcıya bir üçgen sunulduğunda o üçgenle kısıtlanmış kalmayıp onu yeniden yapılandırarak, belki yeni uzantılar ekleyip yepyeni bir açıdan, bir istikametten bakabilmesidir (Şekil 8). Bunu başardığı an sorunun cevabı zaten uyarandan doğrudan “okunabilecektir”.12
Matematikteki örnekte söz konusu olan, mevcut ve değişmez bir hakikat iken, Duncker’a göre benzer bir doğrudan sentezi gündelik hayatta da görürüz. Örneğin bir oda düşünelim der. Odanın bir ucunda bir soba, sobanın tam karşısında kapı ve kapının hemen yanında bir komodin vardır. Bu durumda, sobadan kapıya her yürüyüşünde, kişi gayriihtiyari komodinin çok yakınından geçecektir. Bu da bir doğrudan kavrayış, bütünsel bir algı ve bu şekliyle bir tip sentezdir Duncker’a göre. Doğal olarak buradaki, geometri örneğindeki gibi mutlak, değişmez bir konumlanış değildir. Odada eşyalar hasbelkader bu şekilde düzenlendiği için bedenin uzamsal ilişkilenişi böyledir.13
Öğrenme ve Kısmi İçgörü
Duncker, öğrenme sürecinde canlının, değişmezlik vasfına sahip ilişkiler ile öyle olmayanları ayırt edebilmesi gerektiğini belirtir. Örneğin, kimi etkiler ve tepkiler arasında belirli bir istikrar varsa burada değişmezlik vasfına sahip bir ilişki söz konusudur. Öte yandan uzam-zamanın içindeki bir ilişkiler ağı, illaki her şeyiyle anlaşılmış olmak zorunda değildir. Duncker’ın buna ilişkin verdiği örnek tıptandır. Gerçekten de hem o dönem hem halen tıptaki birçok uygulama “işler” ancak gerçek anlamda tam olarak hangi çoklu etkileşimlerle işlediği meçhuldur. Onun için örneğin ilaçların yan etkileri ancak kullanıldıkça tespit edilir, hatta etkili olduğu düşünülen kimi ilaçlar yıllar sonra piyasadan kalkar çünkü aslında etkili olmadıkları anlaşılmıştır. Bu etkiler baştan bilin(e)mez çünkü bedene giren ilacın o karmaşık sistemle nasıl etkileşeceği bilinmemektedir. Değişmez olanın keşfi ise çokça değişmez ilişkilerin keşfidir. Duncker burada da, ilk olarak felsefeci Christian von Ehrenfels tarafından ortaya atılan “Gestaltsqualität (Geştalt özelliği)” kavramına atıfta bulunur. Nasıl ki Şekil 9a’daki üçgen tepetaklak edildiğinde (Şekil 9b) halen aynı üçgendir çünkü kenarlar arasındaki ilişki sabittir, benzer şekilde doğada da bu tarz değişmez kalan ilişkiler vardır.
Buradaki en önemli soru, saydamlıktan yoksun bir problem karşısında öğrenmenin nasıl gerçekleşeceğidir. Duncker, Huang’ın 1931 yılındaki bir çalışmasından örnek verir. Farklı yaşlardaki çocuklar çeşitli küçük nesnelerin suyla dolu bir kaba konmasını izler. Nesnelerin metal olanları batar, olmayanları batmaz. Çalışmanın kritik kısmında çocuğun gözü önünde metal bir iğne, batmayacak şekilde suya konur (“yüzen iğne deneyi”/”floating needle experiment”). Çocuk şaşırır ve kendisine iğnenin neden batmadığı sorulduğunda bu saydamlıktan yoksun durum karşısında kendince nedenler bulmaya çalışır. Bu noktada bir grup çocuk iğnenin hep yüzeyde kalacak şekilde suya konuşunu izler, diğer bir grup ise bazen batacak bazen batmayacak şekildeki konuşuna tanık olur.14 İkinci gruptaki çocuklarda öğrenme güçleşir çünkü değişmezlik ilkesi ihlal edilmiştir. Bir başka örneği Köhler’in bir çalışmasından verir. Şempanzelerin önüne farklı koyulukta iki gri peçete ve her birinin üstüne konmuş yiyecek sunulur. Öğrenmeleri gereken şey, her sunuluşta, daha açık renkli olan peçetedeki yiyeceği yemektir. Peçetelerin koyulukları sürekli değişir ancak değişmeyen, onlardan birinin hep diğerinden daha açık renkli oluşudur. Şempanzelerin denemeden denemeye yaptıkları hatalı seçimleri gösteren grafik ilk başlarda inişli çıkışlı giderken denemelerin birinde birden hata sayısı esaslı bir düşüş gösterir. İşte bu an, “içgörü” anıdır ve bu öğrenme ortamının muğlaklığına rağmen gerçekleşebilmiştir çünkü keşfi zor da olsa değişmez bir şey mevcuttur, o da nispeten daha açık renkli olan peçetenin seçilmesidir.
Doğanın barındırdığın neden-sonuç ilişkileri. Duncker’a göre doğadaki neden sonuç ilişkilerinin ortak bir yönü, Geştalt kuramının yakınlık ilkesini barındırmalarıdır. Bunun ise iki farklı tezahürü olduğundan bahseder. Biri fenomenaldir, örneğin bir el şaltere basar ve ışık söner. Bunu gözlemleyen canlı bir müddet sonra şaltere basma hareketiyle ışığın sönmesi arasında nedensel bir ilişki kurar. Diğeri ise daha doğrudandır, örneğin birinin eliyle tahtaya vurmasıyla ortaya çıkan vuruş sesi. Bunu gözlemleyen canlı bu ikisi arasında yine bir nedensel ilişki kurar, üstelik bu sefer, etki ile tepki, önceki örneğe göre çok daha doğrudan bir ilişkiye sahiptir (elin tahtaya değme anı ile sesin elin değdiği noktadan gelişi). Her ikisinde ortak olan ise, neden-sonuç olarak algılananın peş peşe zuhur etmesidir. Belki bundandır ki insan olarak bizler yapılan bir hareketin uzun soluklu etkisini o harekete bağlamakta zorlanırız. Doğaya yapılan herhangi bir müdahalenin binbir çeşit etkisinin, hemen değil, ancak adım adım ve zamana yayılarak ortaya çıkmasından dolayı o bağ birçok kişi tarafından bir türlü kavranamaz. Örneğin iklim krizinin ancak on yıllar sonra, etkileri giderek daha barizleşip sayısallaştırılabildikten, yani daha görünür kılındıktan sonra anlaşılmış olması buna bağlanabilir.
İçgüdüsel davranışların yardımıyla sorunları çözme. Duncker bu başlık altında bebeklerden örnek verir. Bebeklerin her şeyi tutmaya çalışmaları ve onları sağa sola savurup fırlatmaları veya farklı nesnelere vurmaları önemli bir içgüdüsel davranıştır. Bu davranış adım adım araç kullanımını öğrenmek, keşfetmek için bir olmazsa olmazdır. Duncker, içgüdüsel davranışlarda türler arasındaki farklılıklara da işaret eder. Kargalar için, örneğin, ulaşmak istedikleri yiyeceklerin önündeki çalı çırpı gibi engelleri kaldırmak kolayken, Köhler’ın bulgularına dayanarak şempanzelerin bunda zorlandığına dikkat çeker. Kargaların buradaki başarısını ise onların içgüdüsel “yiyecek saklama” yetisiyle ilişkilendirir.
Arama-Bulma
Bu konuya ilişkin de Duncker’ın keskin gözlemleri vardır. Örneğin herhangi bir kalem aradığımızda (1) onu bulabileceğimizi düşündüğümüz bir alanda ararız, yani arama sahasını belirleriz, (2) ararken gözlerimiz “kalem gibi” bir şeklin taramasını yapar, dolayısıyla saha taranırken o imgeye uymayan nesneler görünmez bile, benzeşenlere ise göz takılır ve nihayet, eğer diyelim masada bir kalem varsa, aranan ile bulunan arasında bir “rezonans” oluşur; kalem bulunmuştur. Bazen ise arananın imgesi mevcut değildir, bir türlü akla gelmeyen bir sözcükte olabildiği gibi. Bir örnek düşünelim, bir arkadaşımıza bir şey anlatırken “gerçi çok da matah biri değildir” demek isteriz ancak aklımızdaki bağlaç “gerçi” değildir, oraya daha güzel uyacak bir sözcüktür. Sözcük aklımıza gelmez ama biliriz ki “gerçi” gibi iki heceli değil tek hecelidir o aradığımız sözcük. Hatta flu bir ses akışı da vardır (daha uzun sözcüklerde hatta akış ritmi) ama öyle fludur ki o da çok yardımcı olmaz. Derken bir müddet sonra birden aklımıza gelir, aradığımız sözcük “hoş”tur. Buradaki “flu imge” ilginç bir durumdur, özellikle kimi işitsel ipuçları taşıması itibariyle. Bu, “dilimin ucunda” fenomeniyle karıştırılmamalıdır çünkü bu örnekte aranan sözcük dilin ucunda değildir, hatta o boşluğa girecek sözcük hakkında aslında o kadar yetersiz bilgi vardır ki asla bulamayacağımızı düşünürüz. Buradaki arama-bulma, bildiğimiz bir kalemi arayıp bulmaktan farklıdır. Ama genel süreç yine de benzerdir, tek fark, arananın yalnızca tanınması (kalem) ile arananın hatırlanması (“hoş” sözcüğü) arasındaki farktır. Diğer yandan “dilimin ucunda” olgusuna dair Duncker güzel bir örnek sunar. Diyelim ki bir kişi, “Zamanımızın Bir Kahramanı” romanının yazarı kimdir sorusunun cevabını hatırlamaz ama isminin üç heceli olduğunu ve “ov” ile bittiğini bilir. Doğru cevap hakikaten de Lermontov’dur. 1960’larda Amerikan eksenli psikoloji bu tarz üstbilişsel olguları kâle alıp deneyler yapmaya başladığında, katılımcılara örneğin yalnızca (belki zaman kıtlığından?), bir bilgi sorusunun cevabını bilip bilmediklerini, bilmediklerini belirttiklerinde ise sözcüğü, diyelim 7’li likert ölçeğinde, bir tanıma testinde bulabilme olasılıklarını belirtmeleri istenir. Dolayısıyla çok basit ve özet iki sayısallaştırma vardır, (1) bilip bilmeme, (2) kesinlikle tanırım-kesinlikle tanıyamam yelpazesinde bir derece rakamı. Geştalt kuramından yola çıkan biri ise bu tarz bir deneyde mutlaka katılımcıdan o sözcüğü nasıl aradığını, hangi ipuçlarına sahip olduğunu ve benzeri ek sorular sorar. Ve doğal olarak bunlar katılımcıdan katılımcıya değişecektir, bu farklılıklar ise onların cevabı bulma sürelerini etkileyecek bir unsur olacaktır. Katılımcıya etkin, düşünen, merak eden bir canlı olarak değil, hızlı veri sunan biri olarak bakan bir araştırma perspektifinde bu tarz incelemeler ne yazık ki ıskalanmaktadır.
İmge İnşası
Doğal olarak problem çözmede, imge oluşturma yetisi kritiktir. Bunlar illaki bilindik, deneyimlenmiş imgeler olmak zorunda değil. Duncker’ın örneğini verecek olursak, “Masanın üstünde, gagasında sigarası, sarı bir karga hayal et” dendiğinde insanlar genelde bunu rahatlıkla yapar. Yepyeni imgeleri hayal etme yetisinin, yaratıcı düşünme için en kritik ögelerden olduğunu düşünebiliriz. Bunun güzel bir örneğini, bir sonraki bölümde bahsini edeceğimiz, matematik alanının en prestijli ödülü olan Field Madalyası sahibi Maryam Mirzakhani’de görebiliriz.
Duncker’ın Deneylerinden Bir Örnek: Kutu Problemi
Duncker’ın, problem çözme alanında Amerikan psikolojisine en çok etki eden çalışması, “kutu problemi”dir. Problem şu şekilde kurgulanır: Katılımcıya, görsel deneyler için kapıya, göz hizasında, üç tane mumun monte edilmesi gerektiği söylenir. Odada bir masanın üstünde karman çorman duran birçok küçük mandal, kağıt parçaları, iplikler, kurşun kalemleri, kül tablaları, tahta parçaları, alüminyum kağıdı, boru kelepçeleri ve eskimiş cihaz parçaları gibi “ıvır zıvır” bulunur. Bir de aralarına serpiştirilmiş raptiyeler ve farklı şekillerde konumlanmış, birbirinden şekil ve renk olarak hafif farklı, üç küçük kibrit kutusu benzeri karton kutucuk vardır. Katılımcıya, masadaki istediği nesneleri istediği gibi kullanabileceği söylenir ve problemi çözmeye çalışırken yaptığı her şeyi, niçin öyle yaptığını, neleri düşündüğünü, neyi tasarladığını anlata anlata yapması istenir. Deneyin değişkenlerine geçmeden önce bu deneyin İngilizce kaynaklarında “mum problemi” olarak geçtiğini, düzeneğin zihinde daha kolay canlandırılması için talihsizce oluşturulan görsellerin (Şekil 10a ve 10b) ise bu düzeneği hiçbir şekilde yansıtmadığını, meselenin en kritik özünü tümüyle ıskaladığını belirtmek gerekir. Daha da kötüsü, kimi makalelerde ve hatta kitaplarda düzeneğin o resme uygun olarak anlatıldığını görüyoruz (örn., Ashby, Isen ve Turken, 1999; Halpern, 2013; Isen, Daubman ve Nowicki, 1987; Lubarsky ve Thomas, 2020). Hatta kimi makalenin odağı Duncker’ın “mum problemi” olmasına rağmen problem eksik ve dolayısıyla yanlış aktarılmıştır (örn., Glucksberg ve Weisberg, 1966; Weisberg ve Suls, 1973; bkz. Şekil 10c ve 10d). Oysa burada Almanca aslından okuyup aktardığımız bu kapsamlı çalışma, sadece on yıllık bir gecikmeyle 1945 yılında Psychological Monograph’ta Lynne S. Lees’in tercümesiyle eksiksiz olarak İngilizceye aktarılmıştır. Sanırım günümüzde ancak Almanca orjinal makaleyi veya İngilizce 1945 tercümesini okumuş olan problem çözme ve yaratıcılık uzmanları bu çalışmanın aslında ne yaptığının farkındadır. Karl Duncker’ın meşhur kutu/mum probleminin İngilizce bilimsel literatüründe uğradığı bozunumların incelenmesi bile başlı başına ilginç bir çalışma olurdu herhalde.
Duncker’ın kullandığı düzenekte, sorunu çözebilecek kritik nesneler (üç kibrit kutusu ve raptiyeler) o karışık düzen içinde, masanın üstünde göze batmayacak şekilde yerleştirilmiştir. Öte yandan can alıcı manipülasyon, Köhler’in çalışmasındaki ağaca “bağlı” duran ağaç dalına benzerdir. Hatırlayacak olursak, Köhler’in bir düzeneğinde, şempanzenin kafesin uzağında eliyle erişemediği muzu kendine doğru çekmek için sopaya benzer uzunca bir şeye ihtiyacı vardır ancak görünürde o uzunlukta bir nesne yoktur. Bu durum çözümsüzdür ta ki ağaca bakılıp ağaçtaki bir dalın artık ağacın ayrılmaz bir parçası olarak değil, ağaçtan ayrıştırılabilen (koparılabilen) ve ardından bir sopa gibi kullanılabilen bir nesne olduğu keşfedilene kadar. Bu tarz yapısal “bağlanmışlık”15 yanında, işleve dayalı “bağlanmışlık”lar da vardır. Bir cetvelin birincil, en belirgin ve “uğruna geliştirildiği” işlevi uzunluk ölçmek iken o cetvelin pekâlâ bir ritim enstrümanı olarak kullanılabilmesi buna örnektir. Duncker deney serisinde bu işlevsel bağlanmışlık ve onun doğurabileceği fiksasyona odaklanır. Deneylerde sırasıyla beş farklı problem sunulur. Esas değişken, kritik nesnenin işlevsel bağlanmışlığını pekiştirecek bir düzeneğin olması veya olmamasıdır. Örneğin burada, Duncker’ın en yaygın atıf yapılan problemi olduğu için odağımıza aldığımız kutu probleminde katılımcıların yarısına verilen kibrit kutusu benzeri kutuların her birinin içi doludur. Birinin içinde monte edilmesi istenen küçük ince mumlardan vardır, diğerinin içinde yine çözüm için kritik nesne olan raptiyeler, üçüncüsünün içinde ise kibritler vardır. Bu koşul, bağlanmışlığın pekiştirildiği koşuldur (pB) çünkü kutuların asıl bilinen “bir şeyi içinde barındırma” işlevi görünür kılınmıştır. Katılımcıların diğer yarısı içinse kutuların içleri boştur, söz konusu nesneler masada serbestçe serpiştirilmiş olarak durmaktadır (⌐pB). Kritik soru, birinci gruptakilerin çözüme varma konusunda ikinci gruba göre daha zorlanıp zorlanmayacaklarıdır. Aynı iki tip koşul diğer dört problem için de uygulanmıştır.16 Deneyin desenine göre katılımcıların yarısı, problem 1 (pB), problem 2 (⌐pB), problem 3 (pB), problem 4 (⌐pB), problem 5 (pB) şeklindeki dönüşümlü diziyle test edilirken, diğer yarısı problem 1 (⌐pB), problem 2 (pB), problem 3 (⌐pB), problem 4 (pB), problem 5 (⌐pB) dizisiyle test edilir. Ana bağımlı değişken çözülen problem sayısıdır. Eğer katılımcı üç dakika içinde bir çözüm üretememiş ve artık isteksiz ve fikir üretmez hale geldiyse bir sonraki probleme geçilir. Deneyin bulguları Tablo 2’deki gibidir.
Çalışmada nicel verilerin yanı sıra nitel veriler de toplanır. Katılımcıların söyledikleri tezleri destekler cinsten olur: Pekiştirilmiş bağlanmışlık içinde olan nesne(ler)e ilişkin örneğin deney yürütücüsünün deney bitiminde “neden kutuları mum altlığı olarak kullanmayı düşünmediniz?” sorusuna “ama o raptiyelerin kutusuydu” benzeri cevaplar alınır. Yani bir tip işlev sabitliği görülür. Sonuç olarak pekiştirilmiş bir bağlanmışlık düzeneğinde katılımcıların başarı oranı, pekiştirilmemiş düzeneğe göre yaklaşık yüzde 40 oranında daha düşüktür. Bir başka deneyde kutucukların içinde bu sefer kritik çözüm ögeleri yerine düğmeler ve benzeri alakasız objeler konur. Bu durumda katılımcıların çözüme ulaşmada daha da zorlandığı gözlemenir. Bunun olası nedenini Duncker, kritik ögelerin (mum ve raptiyeler) araçsal olan ögeden (kutular) uzak kalmış olmalarına bağlar. Kutuların içinde mumlar, raptiyeler ve kibritler olduğunda katılımcıların onlarla oynarken “kutunun” yakınlığının da yardımıyla bir ilişki hissiyatının doğabildiğinden bahseder. Katılımcı sesli düşünürken “a, mumu kutunun zeminine yerleştirebilirim ve bu haliyle kapıya raptiyeleyebilirim” içgörüsünün, rastgele yapılan davranışlar esnasında belirebildiği gözlemlenir. Öte yandan, kutuların içi boş olduğunda “muhafaza etme” işlevi daha az görünür, boş zemin hali ise daha görünürdür ve bundan dolayı bu pekiştirilmemiş bağlanmışlık koşulunda çözüme ulaşmak kolaylaşır. Özetle, bu deneylerde Duncker, aynen Köhler’in şempanzelerle yürüttüğü çalışmalardaki gibi, problemlerin görsel yerleştirmelerinin çok kritik olduğuna dikkat çeker. Duncker, kullandığı farklı farklı problemlerin pekiştirilmiş ve pekiştirilmemiş bağlanmışlık koşulları arasındaki başarı oranlarına da bakar ve neden kimi problemde pekiştirilmiş koşulların misli daha kötü performansa yol açtığını yine ilginç görsel analizlerle anlamlandırmaya koyulur. Bunun yanı sıra asıl işleviyle değil farklı bir işlevle kullanılması gereken bir nesnenin, o yeni işlev için bir de “deforme edilmesi” gerekiyorsa (örneğin, ataş probleminde ataşın bükülüp kança haline getirilmesi) bunun ek bir zorluğa yol açtığını belirtir. Keza bir nesnenin birden fazla işlevle kullanım sıklığı da kritik bir faktördür. Kimi nesneler gündelik hayat içinde yalnızca tek bir işlevle kullanılırken kimileri birden fazla işlevle kullanılır, bu da bağlanmışlık derecesini etkileyecek bir faktördür. Yukarıdaki cetvel örneğimizi ele alırsak, bir cetvel, asıl işlevi olan uzunluk ölçmenin yanı sıra örneğin birine vurmak üzere bir sopa olarak da kullanılageliyorsa bu, cetvelin bir ritim aleti olarak kullanılmasını da kolaylaştıracaktır.17
Bir Matematikçinin Zihni: Maryam Mirzakhani (1977–2017)
Geştalt kuramcıların “üretken düşünme”ye dair söyledikleri insana, yaratıcı, kalıpları kırıp dışına taşabilen zihinleri anımsatıyor. Nitekim Wertheimer da 1945 tarihli “Productive Thinking (Üretken Düşünme)” kitabında üç kişinin düşünme biçimini tahlil eder, Gauss, Galileo ve dostu Einstein. Bu vesileyle, 2014 yılında Riemann yüzeylerinin dinamiği ve geometrisi üzerine yaptığı çalışmalarıyla matematik alanının en prestijli ödülü Field Madalyası’nı alan18 ve talihsizce 2017 yılında meme kanserinden ölen İranlı matematikçi Maryam Mirzakhani’nin bahsini etmek isterim. Günün birinde Geştalt kuramını kavramış ve uzmanlığı düşünme olan bir bilimcinin Mirzakhani’nin yaratıcı düşünme tarzının analizi yapmasını dilerim. Beni bu bölümü eklemeye iten, Mirzakhani hakkında yakın zamanda çıkan “Secrets of the Surface: The Vision of Maryam Mirzakhani (Yüzeyin Sırları: Maryam Mirzakhani’nin İmgelemi)”19 isimli bir belgesel film oldu. Belgeselde genç matematikçinin okul arkadaşları, meslektaşları ve doktora öğrencileri, onun çözmeye çalıştığı problemlerle ne şekilde ilişkilendiğini, ne gibi yeniden yapılandırmalarla çözümlere ulaştığını anlatır. Dinlerken bana çarpıcı gelen ve yukarıda bahsettiğimiz Geştalt kuramıyla çok güçlü bir şekilde örtüştüğünü düşündüğüm kısımlardan örnekler sıralamak isterim. Doğal olarak amaç, matematikçilerin çok daha iyi bileceği ve kavrayacağı düşünce içeriklerinden çok düşünme biçimine odaklanmaktır. Mirzakhani bir problem üzerine düşünürken meslektaşı ona “ne yaptığını biliyor musun?” diye sorar, Mirzakhani “yok bilmiyorum” der. Matematik ve fizik öğretmeni arkadaşı Mahshid Pourmand “düşünüyordu ve hiçbir yere varamıyordu” ifadesini kullanır. Bu tarz tıkanıklıklarda birçok kişi arayışı sonlandırırken, çözümü bulma umudunu veya inadını kaybetmemiş bir kişinin zihni ilginç bir şekilde arayışa devam eder. Derken bir gün çözüm belirir ve belki de en beklenmedik anda ve yerde. Mirzakhanı’ye ilişkin bir doktora öğrencisinin söylediği şu sözler önemlidir: “Maryam bütün bu farklı farklı alanların etkilerini görürdü. O alanların çıktılarını anlamak yerine, onların hepsinin, birbiriyle ilişkilenişine odaklanırdı.” Belki de Geştalt kuramı açısından en güzel tarifi Maryam Mirzakhani’nin Harvard Üniversitesi’nden bir profesör meslektaşı dile getirir: “Öylesine gelişkin matematiksel hikâyeler tarif etmeye başlardı ki bu anlatılar neredeyse bilim kurgu gibiydi. Bir nevi önden keşfedilecek olan teorinin şeklini zihninde canlandırmaya çalışırdı.” Maryam Mirzakhani’nin Şekil 11’deki çizimlerine baktığımızda burada adeta nasıl bir zihin ve düşünme biçiminin olduğuna dair ipuçlarını görmek mümkün. Belki günün birinde ana akım düşünme psikolojisi, bu tarz kalıp dışı, yaratıcı, dahi zihinlerin düşünme biçimlerini yaptıkları yazıçiziler üzerinden ele almayı akıl eder. Sanırım bilişsel psikoloji bu tarz bir çalışma yöntemine eğilirse şu ana kadar yaratıcılık konusunda bulunanlardan çok daha heyecan verici bulgulara ulaşacaktır. Ne de olsa “bir tuğlayı kaç farklı işlevle kullanabilirsiniz?” gibi sorularla insanların yaratıcılığının ölçülebildiğini düşünmek hayli dar bir bakıştır. Bu bakış darlığının ana nedeni ise kuramsızlıktır; ne de olsa ampirist bakışın açıklamakta en zorlandığı konu yaratıcılıktır. Belki bundan dolayıdır ki bu konu hâlâ ana akım psikolojinin merkezi konuları arasına bir türlü yerleşememiştir. Bu da yine üstünde düşünmeye değer bir ilginçliktir. Umalım ki bu durum tez zamanda değişir ve günün birinde, bildiğimiz kadarıyla insana özel olan yaratıcı düşünme denen muazzam yetinin tam ne olduğunu ve nasıl ortaya çıktığını anlarız.
Düşünmede Geştalt: Kısa Bir Değerlendirme
İster şempanzede, ister sıradan deney katılımcılarında, ister “dahi” diyebileceğimiz kişilerde olsun, üretken düşünmede ortak olan şeyin, verili olanı yeniden yapılandırabilmek olduğunu görüyoruz. Geştalt kuramı, bu yeniden yapılandırmanın, kuramın özünü teşkil eden gruplama ve ayrıştırmayla ilgili bir durum olduğunu vurgular. Dolayısıyla Geştalt kuramının gözlükleriyle baktığımızda yaratıcılık ve üretken düşünme, verili olarak ayrılmaz olanı ayırabilmek ve verili olarak ayrı olanı, sezilen veya kavranan ortak bir benzerlik/aynılık hali üzerinden gruplayabilmek, birlikte bir bütün olarak düşünüp problemin çözümüne varmaktır.
Notlar
1 Dr. Öğr. Üyesi, Boğaziçi Üniversitesi, Psikoloji Bölüm, esra.mungan(at)boun.edu.tr, ORCID: 0000–0002–0435–6931
2 Kitabın Almanca başlığı “Intelligenzprüfungen an Menschenaffen”. Bunun İngilizcesi nedense “The Mentality of Apes” olarak tercüme edilmiş oysa “Intelligence Assessments in Great Apes” denilebilirdi. Başlığın Türkçe tercümesinde hem başlıktaki ana kavramları hem de kitabın içeriğini iyi yansıtabilmesi dikkate alındı.
3 Kanımca bu etkinin aslında halen sürmekte olduğunu söyleyebiliriz.
4 Köhler’in asıl deneyleri yedi şempanzeyle yapılmıştır; giriş bölümünde her birinin özelliklerini, mazisini, nereden yakalanıp getirildiğini, ne zamandır bu tesiste yaşadığını ve benzeri bilgileri aktarır. Ancak mekânda köpek, tavuklar ve çalışanların küçük çocukları da olduğundan, pilot kısmında onlarla yaptığı küçük uygulamalardan da bahseder.
5 Köhler, tesiste kalan ve birkaç haftadır yürümeye başlamış 15 aylık bir çocuğun da benzer şekilde davrandığını not düşer.
6 Şempanzeler birbirinin tıpatıp aynı davranışı göstermezler, sorunları çözme süreleri değişmekte, hedefe varamadıklarındaki tepkileri birbirinden farklıdır. Her birinin tesise gelene kadar yaşadığı tutsaklık geçmişi farklıdır, Köhler bu detaylara da dikkat çeker.
7 Bu davranış insan bebeklerinde de çok görülür.
8 Öğrencilerin sınavlarında da bunu görmek mümkün. Ancak ne yazıktır ki çok az hoca hatalar arasında bu derecelemeyi yapar ve doğrudan sonuç yanlışsa tam puan kırar. Çoktan seçmeli sınavlarda ise zaten sistem basit bir “ya hep ya hiç”tir.
9 Örneğin Premack & Woodruff, 1978 tarihli Behavior and Brain Sciences dergisinde çıkan “Şempanzenin bir zihin kuramı var mıdır?” makalelerinde Goodall’ın bahsini dahi etmez.
10 Hayatı ve düşünme üzerine yürüttüğü çalışmalarının alandaki önemli yeri için bk. Schnall (1999) ve Simon (1999). Duncker kendi kitabında, düşünme meselesine eğilen kendisi dışında bir de Amerikalı N. R. F. Maier’ın olduğunu belirtir.
11 Karalyn Patterson’ın semantik demans hastalarında tespit ettiği ilginç bir durum vardır, hemen hepsi yapboz ve sudoku gibi oyunların tutkunudurlar. Geştalt Kuramı bunu bize kapalılık ilkesiyle açıklayabilmektedir. Zihinlerindeki kavramların mânâlarını aşama aşama kaybeden ve dolayısıyla anlam dünyalarında giderek büyüyen boşluklarla başa çıkmak zorunda kalan bu kişiler en azından yapboz veya sudokularını yaparken kapalılık ihtiyaçlarını giderebilmektedir diye düşünebiliriz. Karalyn Patterson’ın bu hastaların özelliklerini inanılmaz bir duyarlılık ve derinlikle anlattıklarını izlemek için bk. https://www.youtube.com/watch?v=36itc_iY06M .
12 Bu, insana, Eflatun’un Menon diyaloglarında Sokrates’in bir köleye bir geometri problemini soru cevap yoluyla çözdürmesini hatırlatır. Sokrates önce bir kare çizer ve ardından köleye, iki misli büyüklükte bir kare için her bir kenarı kaç misli uzatmak gerektiğini sorar. Köle ilk önce 2 misli der, Sokrates kölenin cevabını çizer ve bu çizim yoluyla ona cevabının yanlışlığını görünür kılar. Bu yöntemi kullana kullana Sokrates, adım adım, köleye herhangi soyut bir geometri bilgisi öğretmeden onun doğru cevabı bulmasını sağlar. Ancak burada önemli bir fark vardır. Eflatun’a göre bu bilgi doğuştan herkese verilmiştir oysa Geştalt kuramcılarına göre bu bilgi zaten doğrudan uzamda mevcuttur ve zihinlerimizin sahip olduğu ‘doğrudan algı’ becerisiyle keşfedilebilirdir, eğer örneğin, sunulan geometrik sorun doğru şekilde yeniden yapılandırılırsa. Bu iki bakışın bir yerde aynı yere varıyor olması da kendi başına ilginçtir (çünkü aslında Sokrates’in de yaptığı tek şey, köleye verdiği her yanlış cevabı görsel olarak işaret edip adım adım sorunu doğru yapılandırmasını sağlamaktır).
13 İnsanlar mekânlarındaki eşyaların yerlerini uzun yıllar sonra değiştirdiğinde sıkça sağa sola çarpar çünkü hâlâ sentezlenmiş eski zihin haritasıyla hareket ederler.
14 Yüzen iğne deneylerinde iğnenin suya batıp batmaması farklı suya konuş biçimleriyle sağlanır.
15 Duncker’ın kullandığı sözcük “Gebundenheit”. Bu sözcük “bağlanmış olmak” gibi bir anlam taşır ama bir yandan da belirli bir şeye “tutsak” olma anlamını ve buna akraba anlamları daha taşır. Bu sözcük de hem İngilizceye hem Türkçeye tercümesi zor bir sözcüktür. Çok tatmin olmamış olarak, “bağlanmışlık” sözcüğünde karar kılsam da sanki “rabıta”dan türetilmiş “merbutiyet” sözcüğü Almanca sözcüğe çok daha yakın düşer, ancak günümüzde bu sözcüğü anlayabilecek kişi de pek kalmadı.
16 Hem yer darlığından hem kutu probleminin Duncker’ın deney mantığını aktarmak için yeterli bir örnek olduğundan diğer dört problem tasvir edilmeyecektir. Ancak problemler arası varyansı görünür kılmak adına bu diğer problemlerin de özet verilerini beraberinde sunduk.
17 Günümüzde çocuklara sunulan oyuncakların (örneğin oyuncak arabaların ve sanal oyunların) giderek daha kusursuz, hakiki olana daha yakın hatta ondan neredeyse ayırt edilemez olmalarının aslında ne kadar talihsiz olduğunu büsbütün görmek mümkün. Bu gerçeklik yöneliminin, çocuğun bir şeyi ona çok da benzemeyen başka bir şey yerine hayal etme yetisini köreltebilir mi sorusunu doğuruyor. Keza her işlev için özel bir aletin geliştirilip pazarlanmasının da nesneleri farklı işlevlerde kullanma yaratıcılığını aslında öldüren bir şey olduğunu düşünebiliriz.
18 Maryam Mirzakhanı bu ödülü alan ilk kadın matematikçidir aynı zamanda.