Metehan Irak ile Röportaj — CogIST

CogIST
CogIST
Published in
24 min readDec 7, 2022

Türkiye’de bilişsel bilimle ilgilenen gerek amatör, gerek öğrenci, gerekse uzmanları kapsayan bir sosyal ağ oluşturma hedefi doğrultusunda, farklı alan ve kurumlardan hocalarla kendi çalışma sahaları ve profesyonel hayatlarına ilişkin röportajlar gerçekleştiriyor ve yine aynı başlıkta yayınlıyoruz. Akademide, sanatta ve fikir camiasının belki de her kolunda, düşünüyoruz ki fikirler yaşamla dolayımlıdır.

Prof. Dr. Metehan Irak, Bahçeşehir Üniversitesi Psikoloji Bölümü’nde akademisyen ve aynı üniversitede yer alan Beyin ve Biliş Araştırmaları Laboratuvarının kurucusu. Çalışmalarının odağında bellek ve üstbilişin bilişsel ve nörobiyolojik yönleri yer alıyor.

C: CogIST

M: Metehan Irak

C: Hocam ilk olarak sizden biraz kendinizi tanıtmanızı rica edeceğim. Bize biraz çocukluğunuzdan, nasıl büyüdüğünüzden, ilk gençliğinizden bahsedebilir misiniz? Çocukluğunuza dönelim yani.

M: Eyvah eyvah… Peki, Van’da doğdum ve büyüdüm. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi Van’da tamamladım. O dönem çok küçük bir şehirdi. Kasabadan biraz hallice bir ortamdı. Tabii çok küçük bir şehir olduğu için okul sayısı da oldukça azdı. Ben de eve en yakın mesafedeki ilkokula gidiyordum zaten. İlkokulda çok farklı sosyoekonomik düzeyden gelen arkadaşlarla beraberdim. Babam esnaf, annem ev hanımıydı, yani orta gelirli bir aile gibi düşünebilirsiniz. Okul benim için oldukça sorunluydu, iyi bir öğrenci olamadım hiçbir zaman. Tabii bu karşılaştırmayı yapabilmek için benim Ankara’ya gelmem gerekti. Ankara’daki yaşantıma başlayınca ilkokul, ortaokul ve lise hayatımın ne kadar yoksunluk içinde geçtiğini gördüm. Burada yoksunluktan kastım maddi yoksunluk değil, o zaten çevremdeki birçok kişi için vardı zaten. Ancak yoksunluktan kastım çevrenin yeterince gelişime açık olmamasıdır. İmkanınız olsa da birçok şeye ulaşamamanızdır. Örneğin sinema yoktu, tiyatro yoktu, müzik market yoktu, kitabevi yoktu. Diğer yokluklar da var örneğin, bendeki etkisi büyük olan. İlkokuldayken kışlar çok sert geçiyordu. Hepimiz sırayla okula kömür ya da odun getiriyorduk. Çünkü okullar sobalıydı ve bir süre sonra odun ve kömür bitiyordu. İlkokul öğretmenimi hatırlıyorum. Biz öğrenciler yürüyerek gelirdik. Bir tek ordu mensupların çocukları servisle gelirdi. Biz okula geldiğimizde lastik çizmelerimizin içi kar dolardı, bu yüzden öğretmenimiz yedek çorap getirmemizi isterdi. Sobanın borusuna, yani atmaca denilen elbise kurutmak için kullanılan aparatlara, herkesin çorabını sırayla yani 40–45 kişinin çorabını alır asardı. Hepimiz iki ders boyunca teneffüse çıkmadan yedek çoraplarımızı giyip, ayakkabılarımızı da sobanın etrafına dizerek kurumalarını beklerdik. Ortaokulda ve lisede birçok dersimin boş geçtiğini hatırlıyorum ayrıca. Çünkü öğretmen sayısı oldukça azdı. Pek çok değişik öğretmenle karşılaştım bu dönemlerde. Tecrübeli öğretmenler genellikle politik sebeplerle sürgün olarak gelirlerdi. Ne yazık ki o dönem de içinde bulunduğumuz bu dönemden çok da farklı değildi. Çok genç öğretmenlerle de pek çok kez karşılaştım, onlar da zorunlu Doğu hizmetlerini tamamlamak için bu bölgeye atanırlardı. Bununla beraber pek çok öğretmenimin gizli gizli ikinci bir işte de çalıştığını biliyorum. Ancak tüm bu etkenler dışında benim de okulla çok bir alakam yoktu. Bu yüzden ne kadar sağlam bir eğitim aldım inanın bilemiyorum.

Lise dönemim kendimi biraz daha anlamaya başladığım bir süreçti. Lise döneminin belki de en eğlenceli kısmı okulun futbol takımında oynadığım zamanlardı. Futbola olan ilgim arttıkça okula olan ilgim de azaldı. Antrenmanlarda, deplasmanlarda geçen bir lise hayatım oldu. Hatta sınavlara bile daha sonradan öğretmenler odasında girerdim. Resim, beden eğitimi ve müzik derslerimi iyi puanla, geri kalan tüm derslerimi ise 10 üzerinden 5/5.5 bir ortalamayla verdim. Yani çok da parlak olmayan bir sicille bu dönemi tamamladım. Ancak gerçekten çok eğlendiğimi biliyorum. Arkadaşlıklarım bugün hâlâ devam ediyor. İlkokul arkadaşlarım ve bir grup lise arkadaşımla halen görüşmeye devam ediyoruz. Ancak şunu da eklemeliyim, Ankara’ya gelip Van’daki hayatımı Ankara’daki hayatımla karşılaştırma fırsatı bulduğumda ciddi bir eksiklik ve üzüntü duygusu yaşadım. Belki de ben ve pek çok arkadaşımın Ankara’daki gibi çevresel imkanlarla büyüme şansı olmuş olsaydı — şu an şikâyet ediyor değilim- eğitim açısında her şey daha farklı olabilirdi. İlkokul, ortaokul ve lise hayatım ileride akademik pozisyonda çalışıp, araştırma yapacak bir insanın özgeçmişine sahip değil.

C: Ancak sizi başarılı bir akademisyen yapan pek çok niteliği de Van’da kazanmış olmalısınız çünkü bütün çocukluğunuz ve ilk gençliğinizin burada geçmiş. Sizin üzerinizde olumlu olarak etkisi olduğunu düşünüyorum.

M: Muhakkak. Mesela dünyaya bakış açım, insanlarla olan iletişim becerilerim orada biçimlendi. Babamın dükkânı kapalı bir hâlin içindeydi, bu hâl eskilerin deyimiyle bir tür lonca teşkilatı gibi yazılı olmayan anlaşmalar ile yönetilirdi. Esnaflar arası çatışmalar, esnaf müşteri ilişkileri problemler hukukla değil de yazılı olmayan bu kurallarla ve oranın ileri gelenleriyle çözülürdü. İnsanlar bankayla çalışmazlardı örneğin. Tüm işlerini birbirlerinin sözlerine güvenerek hallederlerdi. Hâldeki fiyatlar her sabah ortadaki büyük bir tahtaya yazılırdı, dolayısıyla bu yazılan fiyatların üzerinde veya altında bir satış yapmak mümkün olmazdı. Büyüğe ve küçüğe olan saygıyı, ilişkilerin çoğu biçimini orada öğrendiğimi söyleyebilirim. Çocukluğumun geçtiği yerdeki mahalle ilişkileri, aile ilişkileri oldukça samimiydi. Hepimiz birbirimizin evine rahatlıkla girip çıkardık. Tüm bunlar bugün sahip olduğum bakış açısını belirlememde olumlu yönde etkili oldu. Bu sebeple elde ettiğim bu değerler yönünden çok şanslı olduğumu söyleyebilirim.

C: Hocam konuşmalarımızın arasında akademik anlamda çok da başarılı değildim dediniz ama daha sonra üniversiteyi kazanıp Ankara’ya geliyorsunuz ve psikoloji bölümünü tercih ediyorsunuz. Akademik olarak başarısız olarak nitelendirdiğiniz o dönemden üniversite döneminize geçişiniz nasıl oldu?

M: Bu dönem, okul takımında oynarken sakatlanıp futbola ara vermek zorunda kalmam ile başladı. Geçirdiğim sakatlığın ardından büyük bir boşluğa düştüm. Üniversiteye de zaten üçüncü denememde girebildim, bu size bir fikir versin. (Gülüyor.) Liseden sonra içinde bulunduğum çevreden sıkılmaya başlamıştım. Çünkü en başından beri kendi varlığımı geleceği parlak bir futbolcu olacağım düşüncesiyle biçimlendirmiştim. Ancak artık bunun dışında kalmıştım. Bu yüzden de bulunduğum çevreden kaçışın bir yolunu bulmam gerekiyordu. Şansıma ben bu kararı vermeden kısa bir süre önce anneannem ve dedem Ankara’ya taşınmışlardı. Ben de üniversite sınavlarına hazırlanmaya karar verip Ankara’ya gittim ve üniversiteye hazırlık kurslarına başladım. Aslında bu kurslar benim için üniversiteye hazırlıktan ziyade liseyi tekrar okumak anlamına geliyordu. İlk hafta dershane yaklaşık 420 öğrencinin katıldığı bir seviye tespit sınavı düzenledi. Bu sınav sonuçlarına göre öğrenciler seviyelerine göre sınıflara yerleşecekti. Ben bu sınavda 403. ya da 405. olmuştum, net bir şekilde hatırlıyorum. Seviyeme göre olan sınıfa yerleştiğimde gördüm ki sınıftaki herkes benim gibi lise yaşamında çok da başarılı olamamış ve ailelerinin zoruyla dershaneye gönderilen öğrenciler. Sınıfta inanılmaz eğleniyorduk lakin derslerle hiçbir ilgimiz yoktu. Bir süre sonra fark ettim ki eğer ben bu sınıfta kalırsam sene sonunda gene aynı sonuçla karşılaşacağım ve gerisin geri Van’a döneceğim. Eğer yine kazanamaz ve Van’a geri dönersem de askere gitmek zorunda kalacaktım, sonuçta yapılması gereken mecburi bir hizmet var. Bu yüzden sonunda dayanamadım, müdür yardımcısına gittim ve durumumu anlattım. Ona sınıf değiştirmek istediğimi, çalışmaya niyetli olduğumu ancak nasıl yapacağımı bilmediğimi söyledim. Müdür yardımcısı da bana önümüzdeki 1 ayın sonunda bir seviye tespit sınavı daha olduğunu ve ona girip performansımı arttırırsam daha iyi bir sınıfa yerleşebileceğimi söyledi. Hatırlıyorum da hayatımda ilk defa o zaman o kadar çok ders çalışmıştım. Hakikaten çok çalışmıştım ama… Hatta babam bir gün dedemi arayıp benim ne yaptığımı sorduğunda dedem: “Vallahi dershaneye gidiyor, eve geliyor, sonra da uyuyuncaya kadar ders çalışıyor. Sabah erken kalkıp yine dershaneye gidiyor.” dediğini duymuştum. Tabii kardeşim daha sonradan annemle babamın şaşkınlıkla “Allah Allah nasıl olur?” dediklerini de aktarmıştı bana. Bu esnada da Ankara’da dedemin hep peşimde olduğunu fark ediyordum. Van’dan gelmiş küçücük bir çocuk, kaybolur, buralarda başına bir şey gelir diye hep korkardı. Bir yandan da dershaneye gidip gitmediğimi kontrol etmek ister, ne yaptığımı merak ederdi. Bu sebeple de eli hep üzerimdeydi. Ben de onun gizli gizli hep beni takip ettiğini bilirdim ancak çaktırmazdım. O çalışma ile geçen bir ayın ardından hakikaten bir şeyler değişti. Beni daha iyi bir sınıfa koydular, puanım yükselmişti çünkü. Ama tabii o dönem üniversiteye girişte lise ortalaması çok önemliydi, ancak benim lise ortalamam oldukça düşüktü. Üniversite giriş sınavında çok iyi bir derece yaptım, özellikle sosyal ve Türkçede çok iyi netler çıkartmıştım ama tabii matematikte bir noktaya kadar gelebildim çünkü konular çok ağırdı. O kadar yapabilmiştim, belki biraz daha iyi bir okul puanım olsaydı daha iyi bir yerlere girme şansım olabilirdi ama ancak bu kadar olabildi. Psikoloji bölümü benim için bilinçli yapılmış bir tercihti, bu dönemde kendimi anlama çabamın bir sonucuydu. O dönem on beş olan tercih hakkını herkes hukuk, kamu yönetimi, uluslararası ilişkiler gibi bölümlerle doldururken ben sadece 5–6 tane tercih yaptım. Bu tercihlerin çoğu da psikoloji bölümüydü. Üniversite sürecim bu şekilde başlamış oldu.

C: Hocam çok keskin bir dönüşüm yaşamışsınız. Sakatlanmanızla beraber bir domino etkisi olmuş ve hayatınız bambaşka bir yöne gitmiş. İnsan hayatında yaşanan bu kırılma anları beni çok etkiliyor.

M: Evet, üniversiteyi kazanmasaydım hayatımın gideceği yön belliydi. Eğer üniversiteyi kazanırsam neler yaşayacağımı bilmiyordum. Neler olabileceğine dair duyduğum merak ve iyi şeyler olabileceğine dair öngörüm, hissim sayesinde kazandım üniversiteyi. Bu noktada çalışarak ve üstüne koyarak ilerleyince başarının geldiğini görmüş oldum. Üniversiteyi çok merak ediyordum, Ankara’da yaşadığım süre içinde üniversite öğrencilerini, onların ortamlarını, hayatlarını uzaktan gözlemliyordum. Bunların sağladığı motivasyon beni harekete geçirdi.

C: Hocam, kitap okuma alışkanlığınızı geç kazandığınızı söylediniz, bu alışkanlığın genellikle çocukluktan kazanılan bir alışkanlık olduğu düşünülür ancak sizin için durum pek böyle olmamış, ilk fırsat bulduğunuz anda okumaya başlamışsınız. Neler okurdunuz gençlik dönemlerinizde? Neler ilginizi çekerdi?

M: Montaigne ilk okuduğum yazarlardan biriydi. Tesadüfen Erich Fromm okumuştum o dönemde. Daha sonraki yıllarda, biraz felsefe ağırlıklı okumalar yaptım. Antik Yunan felsefesine çok ilgi duyduğumu hatırlıyorum. Bunun dışında bilim tarihi kitapları çok ilgimi çekiyordu, insanların kendi hayatlarının içindeki birçok tesadüfi durumla ilişkili buluşları, 20–25 yıllarını bir soruya adamak gibi motivasyonları benim için oldukça ilgi çekiciydi. Biyografi türünde yazılmış kitapları okumak da çok hoşuma giderdi. Edebi olarak Yaşar Kemal, Edip Cansever ve Aziz Nesin’in eserleri beni çok etkilemiştir. Benim için en belirgin ve kırılma noktası ise Oğuz Atay’la tanışmamdır. Korkuyu Beklerken’i okurken çok korktuğumu hatırlıyorum. Hatta içim ürpermişti. Kitap okurken aklımda daha çok “Nasıl böyle yazabiliyor?” sorusu vardı. Ama Tutunamayanlar’ı ilk okuduğumda, lisede çok iyi bir Türkçe dersi almadığım için olacak herhalde, kelime dağarcığım cümleleri anlamama yetmiyor diye düşünmüştüm. Sonra birkaç kişiden “O kitabı anlamak için birkaç kez okumak gerekir.” telkinini alınca rahatlamıştım.

C: Peki hocam, bir diğer önemli konu da üniversiteyi kazanıp Ankara’ya gelmeniz. Ankara Üniversitesi’nde psikoloji okuyorsunuz, yepyeni bir ortam, çeşit çeşit insanlar… Size nasıl hissettirdi tüm bu değişim? Üniversite hayatınızı nasıl anlatırsınız?

M: Psikolojiyi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’nde (DTCF) okudum. Çok küçük gruplardık, 30 kişiydik psikolojide, şimdiki gibi 120–150 kişi değildik. O dönem çok yüksek puan almış öğrenciler kabul ediliyordu bu bölümlere, dolayısıyla pek çok iyi öğrenci vardı ve bölüm de akademik olarak hakikaten çok iyiydi. DTCF’yi bitirdikten sonra oradaki eğitimin kalitesini anlama ve başka üniversitelerle karşılaştırma şansım oldu, o zaman çok iyi bir eğitim aldığımı fark ettim. Üniversite hayatım boyunca birçok farklı ders alma şansım oldu. Bunlardan birçoğu uygulamalı derslerdi. Bu ders çeşitliliği özellikle Türkiye’de ve lisans seviyesindeki programlarda çok yaygın olan bir durum değildi geçmişte, halen de değil. Bununla birlikte pek çok değerli hocamız vardı. DTCF’nin değişik bir havası ve heterojen bir yapısı vardı, politik olarak çok aktifti. Tabii, DTCF’ye gelmeden, DTCF’nin tarihini okurken, Muzaffer Şerif’in, Niyazi Berkes’in, Boratavların bu koridorlarda, çok değil 30–40 sene önce dersler verdiğini biliyordum. Bu tabii ayrı bir motivasyondu benim için, ancak çok da büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü ben Muzaffer Şerif’in, Niyazi Berkes’in, Boratavların isimlerini eğitim hayatım boyunca duymadım. Amfilerde isimlerini görmedim. Ama kütüphanede onların kitaplarını bulup okurdum. DTCF’nin kazıdıkça altından yepyeni şeyler çıkan bir kültürü vardı. Bu beni çok etkiledi.

Bununla beraber pek çok alan dışı ders de aldım. Özellikle antropoloji ve felsefeden pek çok derse katıldım. Kültürel antropolojideki dersler psikolojiye bakış açımı etkiledi ve değiştirdi. Dil-Tarih’in bu heterojen yapısı, özellikle psikolojinin antropolojiyle, sosyolojiye, felsefeyle olan ilişkisinin bize sunulması ve bizim bu alanlardan ders alabilme şansımızın olması benim eğitim ve meslek hayatım için çok belirleyici oldu. Bu dersler genellikle çok ateşli tartışmalarla geçerdi ve bizleri zenginleştirirdi. Bilgiye karşı bir açlığım vardı ve DTCF bunu tatmin edebiliyordu bir yere kadar. Üniversite lisans yıllarım benim için çok besleyici oldu, psikoloji okurken diğer alanlardan da beslendim ve üniversiteden ayrılıncaya kadar da bu kaynakları sonuna kadar kullandım. Tüm bu güzelliklerin yanında DTCF’nin bir dezavantajı vardı: eğitim dili Türkçeydi ve ne yazık ki özellikle psikolojideki Türkçe kaynak sayısı oldukça azdı, bugünküyle karşılaştırılamayacak kadar azdı. Bunun acısını da çok çektim.

C: Ankara Üniversitesi’nin siyasi ortamı sizin okul yıllarınızda oldukça karışıktı. Bu durum sizi etkiledi mi?

M: Elbette, o dönemin politik ortamı dersler için oldukça zenginleştirici olabiliyordu ancak avluya çıktığınızda da çok rahatsız edici görüntülerle karşılaşabiliyordunuz, çok büyük gerginliklerin olduğu bir dönemdi. Ben de birkaç kez soruşturmadan geçtim. Aslında geçmişin bugünden çok da farklı olduğunu düşünmüyorum. Belli yaş grubundaki insanların konuşarak ve tartışarak çözüme ulaştırabileceği meseleler, ortamın bozulmaya başlaması, bu bozulmayı fırsat bilen insanların kaosu körüklemesiyle birlikte çözülemez bir hal alıyordu. Benim o yıllarda en çok üzüldüğüm şey insanların birbirinden uzak durmasıydı. O yaş gruplarında, ülkenin farklı yerlerinden farklı düşüncelere sahip insanlar birbirinden uzak dururdu, aslında beraber oturup bir şeyleri konuşabilmemiz için hiçbir engelimiz yokken, gereksiz ayrımlar yapılırdı ve birbirimizden ayrı düşerdik. Ben bu çerçevenin biraz dışındaydım, çok farklı görüşlerden arkadaşlarım vardı. Ama, birçok noktada, özellikle son sınıfa geldiğimde eğitimi aksatacak kadar büyük olaylar da yaşandı. Okulun resmen yağmalandığı, taş üstünde taşın kalmadığını gördüğümde ağladığımı hatırlıyorum. Hatta filolojideki bir hocamızın sekiz yıllık emek verdiği bir tür sözlük çalışması, o olaylarda ofisindeki bilgisayarının parçalanması nedeniyle yitip gitmişti. Onun gözyaşlarını ve kahrını da unutamam. Örneğin, okulda olmadığım bir gün, yaşanmış bir çatışmadan dolayı hakkımda soruşturma açılmıştı. Olayların yaşandığı gün Adana’ya gitmiştim ve elimde otobüs biletim vardı neyse ki. Daha sonra biletimi gösterince, “O zaman sen git, sorun yok” demişlerdi. Bu tür traji-komik durumlar vardı yani. Fiziki kavgalara da tanıklık ettim. Çok çirkin taraflarına da maruz kaldım maalesef.. Ama bunların dışında tüm bölümlere açık olan derslerde buna imkân veren hocalar eşliğinde politik temelli tartışmaların da çok geliştirici olduğunu da söylemeliyim. Bu tartışmalar sırasında psikoloji bilgisini kullanmak bir avantaj olabiliyordu bazen. Ama genelde psikolojiyi biraz burjuva bilimi gören gereksiz bir anlayış da vardı, alan dışı olanlarda. Bizi birey üzerine çalışmakla onu yüceltmekle itham ederlerdi. Biz de sosyal psikoloji de var gibi komik savunmalar yapardık. Evet, geliştirmeye ve gelişmeye açık bir ortamı vardı DTCF’nin ancak ama bu bahsettiklerim arasında da çok olumlu hatıralar bırakmayan durumları da yaşadım maalesef.

C: “Ankara Üniversitesi’nde okumasaydım şu dostluklarım olmazdı, şunu asla yapamazdım.” dediğiniz şeyler var mı?

M: Farklı bir bakış açısı kazandırması, Ankara Üniversitesi’nin bana kattığı en önemli şeylerden biri, başka bir yerde okusaydım, bunu kazanabilir miydim? Emin değilim. İngilizce öğrenebilir miydim? Emin değilim. Çünkü İngilizce öğrenmek zorunda kaldım. Ben giriş dersini alırken, George Miller’ın meşhur makalesi vardır, kısa süreli belleğin kapasitesi üzerine, ben saçma buldum bunu en başta. Biraz daha fenomenolojist bir yaklaşımım vardı o zaman. Ama baktım, bir sürü de çalışma yapılmış üzerinde. Ukalalık da yapmak istemiyorum daha birinci sınıfım. İkinci sınıfa geldiğimde, Belgin hocam vardı, Amerika’dan yeni gelmişti, Duyum ve Algı isimli dersi veriyordu, ona gittim. “Hocam ben bu konulara ilgi duyuyorum, bana önerebileceğiniz bir kaynak var mı?” dedim. Her zamanki gibi çok sakin bir biçimde kütüphanesinden iki kitap aldı, önüme bıraktı. Kitaplar İngilizceydi, “Bunlar İngilizce.” dedim, “Sen İngilizce bilmiyor musun?” dedi. “Ben İngilizce okuyamıyorum.” dedim. Aynı hızla kitapları geri çekti elimden. O zaman git İngilizce öğren dedi. “Peki.” dedim, aşağıya indim, İngilizce nasıl öğreneceğim diye düşünmeye başladım. Oradan Amerikan Kültür’e doğru yürüdüm, Cinnah Caddesi’ne. İçeri girip “ben hızlı bir şekilde İngilizce öğrenmek istiyorum” dedim. Oradaki görevli de “Hızlı programlarımız var.” dedi. “Kaç gün gelebilirsin?” dedi, “2–3 gün akşamları gelebilirim.” dedim. “İki gün üç gelmekle olmaz.” dedi. Beni bir öğretmenle tanıştırdı, o da DTCF mezunuymuş, durumumu anladı, “Haftada iki üç akşam gelmekle senin beklediğin ilerlemeyi kat edemezsin.” dedi bana. “Seni önce bir seviye tespit sınavına alalım.” dedi, girdim sınava, sonuç belli zaten, temel-başlangıç düzeyindeyim. “Biraz daha vakit ayırabilirsen olur.” dedi bana. Ancak ben bir yandan da çalışıyorum o dönemde. Üç ay kadar, haftada iki-üç akşam kurslara gitmeye başladım ama istediğim kadar hızlı öğrenemiyorum. Devamlı ek dersler alıyorum, çalışıyorum ama bir noktaya kadar gelebiliyorum. Kursa devam ederken, Skinner’ın bir kitabının Türkçe çevirisini buldum sahafta. Onunla ilgili tanıtımı okurken, yaşamı boyunca kendi kendine birçok dil öğrendiğini öğrendim. Nasıl bir yöntemle bunu başardığını merak ettim, Skinner da psikolog, ben de psikolog adayıyım, birbirimizin dilinden anlarız diye düşündüm. O yapmışsa ben de yaparım dedim. Uzun bir süre Skinner’ın bunu nasıl başardığını araştırdım. Skinner, önce kelimelerin frekansını sonra da cümle frekanslarını çıkarıyor, o frekanslar üzerinden öğreniyormuş dilleri. Ben de bu yöntemi denemeye başladım, odamın her yerine post-itler yapıştırdım. Hocam bana, “Cin Ali türü İngilizce kitaplar al, onlarla yavaş yavaş okuma egzersizleri yap.” diye tavsiye verdi. Aynı dönemlerde eve kablolu TV gelmişti ve BBC kanalı da vardı. Ben masanın başında BBC dinleyip anlamaya çalışıyordum, Beatles, Deep Purple dinleyip şarkı sözlerini anlamaya çalışıyordum. Frank Sinatra dinlerdim. Onun şarkı sözleri daha yavaş, daha anlaşılır olurdu. Böyle yoğun bir İngilizce öğrenme dönemim oldu, 8–9 ay kadar. Bir süre sonra Introduction to Psychology (Psikolojiye Giriş) kitabını okuyabildiğimi gördüm. Okul kapanmadan Belgin hocanın kapısını çaldım, “Bu kadar çabuk mu?” dedi. “Evet.” dedim. İndirdi kitapları, hiç unutmuyorum biri Roberta Klatzky’nin Human Memory (İnsan Belleği) adlı kitabıydı, diğeri de Anderson’un Human Memory kitabı. Bir sayfa açtı, “Oku bakayım ne anlatıyor burada?” dedi. Kitapları almaya geldim ama hoca sözlü yapıyor, sanki kitapları almayı hak edeceksin der gibi. Ama kitaplarda onda, almam lazım bir şekilde. Neyse okudum, ‘priming’ bölümüydü. “Böyle böyle diyor.” Dedim. “Tamam.” dedi, “Kitaplar sende kalabilir.” Gittim hemen fotokopilerini çektirdim, hâlâ durur o fotokopiler. Muhtemelen, başka bir yerde olsaydım İngilizceyi öğrenemeyecektim.

Bunun haricinde, psikolojinin uygulamalı tarafının lisans eğitiminde ne kadar önemli olduğunu anladım bu yıllarda. Şimdi lisans öğrencilerine Bilişsel Nöropsikoloji dersi veriyorum, dönemin yarısından fazlasını uygulamalı kısımlara ayırıyorum. Öğrencilerin de çok hoşuna gidiyor, çok keyif alıyorlar. Ankara Üniversitesi’nin bana en çok kazandırdığı özelliklerin bunlar olduklarına inanıyorum.

C: Metehan hocam, daha sonra yüksek lisans ve doktora derecelerini almışsınız. Yüksek lisans eğitiminize Hacettepe Üniversitesi’nde devam ediyorsunuz, bu tercihinizde ne etkili oldu, neden Ankara Üniversitesi’nde kalmadınız?

M: Yüksek lisans programı yoktu çünkü başka üniversitede! Deneysel psikoloji çalışmaya karar vermiştim, özellikle bellek çok ilgimi çekiyordu. Türkiye’de düzenli olarak açan bir tek Hacettepe Üniversitesi vardı. ODTÜ’de yoktu, Boğaziçi açıyorduysa da çok düzensiz açıyordu. Ben yüksek lisansa başvuru yaptığım sıralar aynı anda da MEB sınavlarına girmiştim, yurtdışına yüksek lisans, doktora yapmak üzere gönderilen öğrencilerden olmak istemiştim. Ancak süreçte mülakat olmamasına rağmen, mülakatta elendim. Üstelik bilim sınavından aldığım puan da oldukça yüksekti. Sonra süreç mahkemelik oldu, yürütmeyi durdurma kararı çıktı ama o süreç bitene kadar ben zaten yüksek lisans derslerimi bitirmiştim. Hacettepe’nin olmasının nedeni bu. Türkiye’de tekti, ben de ona başvurdum.

C: Peki yüksek lisansta hangi konular üzerine çalıştınız? Lisans yıllarınızda ilginizi çeken konular değişmiş miydi? Yoksa lisansta ilgi duyduğunuz konulara olan ilginiz artarak devam mı etti?

M: Yüksek lisansta çok yoğun bir şekilde deneysel psikoloji tarihi okumaya başladım, çok keyif alıyordum. Bilim tarihine ilgi duyduğum için de derslerde çok farklı tartışmalara girebiliyordum, bu da bana keyif veriyordu. Hacettepe’ye gelince elektrofizyolojiyle tanıştım, o anda aslında davranışçı yaklaşıma ek olarak nöral süreçlerin incelenmesinin de alana pek çok katkısının olacağını fark ettim. O nedenle de daha en başından, belki de birinci dönemin sonundan itibaren, bir tez yapacaksam EEG ile yapmak istedim. Hocam da buna sıcak baktı ve ben laboratuvara düzenli olarak gelmeye başladım. O dönemki yazılımlar ve altyapı düşünüldüğünde EEG ile çalışmak, yazılım, kayıt kısmı, oldukça çetrefilliydi. Ama bunları öğrenmeden bir şey yapmak da çok olası değildi. Ben özellikle dikkat ve bellek çalışmak istedim, kullanabileceğim paradigmalar da daha çok dikkat ağırlıklıydı. Dikkati dört farklı şekilde manipüle ederek test ettiğim bir yüksek lisans tezi yazdım. Benim için çok keyifliydi ancak çok uzun ve zor bir süreçti. Bir yıl uzattım çünkü EEG analiz kısmını tam olarak öğrenmem gerekiyordu. O anlamda zahmetli ama çok keyifliydi.

C: Hocam öyle görünüyor ki, yüksek lisansınızda yeni bir metot edinip, bir şekilde bunu çalışmanızın ana unsuru haline getirmişsiniz. Değişen ve dönüşen bilimsel metotları yakından takip ettiğinizi ve bundan etkilendiğinizi söyleyebilir miyiz?

M: Evet söyleyebiliriz. Bir diğer nokta da -belki şimdi bilişsel psikologlar bana kızacaktır ama- psikolojinin kendi içinde bir kavram enflasyonu var. Biz aslında aynı olan süreçleri farklı kavramlar aracılığıyla açıkladığımızı düşünüyoruz. A, B, C olarak ayrı ayrı isim verdiğimiz kavramların belki de sadece bir tek A olabileceğini görmezden geliyoruz. Yaklaşım farklılıklarımız bizi yeni kavramlar üretmeye zorluyor, bu durum da işi daha karmaşık hale getirebiliyor. Ne yazık ki psikolojinin farklı alt dalları arasında da bu problem var. Bilişsel psikolojide A olarak adlandırılan kavram klinik psikolojide B’ye, gelişimsel psikolojide C’ye karşılık gelebiliyor. Farklı isimler verdiğimiz bu kavramlar çoğu zaman aynı olguya referans ediyor. Davranışçı psikoloji bir noktada dar boğaza girdi, daha önceden çok popüler olan modellerin birçoğu şu an yok. Psikiyatri bunu çok daha önce kavradı ve işin nöral ve biyolojik temellerini incelemeye başladı, dolayısıyla da bir paradigma değişimi geçirdi. Ne yazık ki psikolojide bu kavrayış biraz daha geç gerçekleşti. Yeni teknolojik gelişmelerle beraber, özellikle de beyin görüntülemede MR’ın kullanılması, psikolojide kullanılan pek çok modelin ortadan kalkmasına ya da revizyona girmesine sebep oldu. Psikolojide, davranışsal ve biyolojik verileri birbirleriyle desteklemenin, entegre etmenin gereğine inanıyorum. Ancak o zaman, ilgilendiğimiz kavramı açıklamak için elimize daha güçlü bir yaklaşım olacağını düşünüyorum. Diğer türlü, aşiret kavgaları gibi, nörobilimciler davranışçıları, davranışçılar nörobilimcileri görmezden gelip gereksiz zaman harcanır. Aslında bu, yöntemimizi ve bakış açımızı da revize etmemiz anlamına da geliyor. Nihayetinde, davranışı açıklamaya çalışırken, onu anlamlandırmamız da gerekiyor. Bu iki bileşeni, davranışsal ve biyolojik bileşenleri yani, ilişkilendiremediğimiz müddetçe, maalesef pek çok şey havada kalabilir. Benimki naçizane böyle bir çaba, hâlâ bunun peşindeyim.

C: Hocam daha sonra doktora süreciniz başlıyor, yine benzer konularda çalışmaya devam ediyorsunuz. Doktoranın ardından doktora sonrası araştırma için yurtdışına çıkıyorsunuz. Bu süreçten biraz bahsedebilir misiniz?

M: Doktorada aslında yurt dışına gitmek gibi bir planım vardı. Bu plan da ailevi nedenlerle ertelenmek durumunda kaldı. Bir türlü kısmet olmadı. Doktorada yönetici işlevler ve dikkat üzerinde çalışırken fark ettim ki beyne yayılmış sistemler muhakkak var ama tüm bu sistemleri yöneten bir üst sistem de var ve kişinin bu sisteme doğrudan erişimi söz konusu olabilir. İnsanın bir farkındalığı var ve bu farkındalık içinde biz beyinde işleyen sistemlerin üzerinde bir kontrole sahip olmalıyız. Bu süreçte yaptığım okumalar beni bu üst kavramın varlığıyla karşılaştırdı: “metacognition” (üstbiliş) kavramı. Bu kavram aslında 75’lerde James H. Flavell’le psikolojiye girmiş ama daha da eskiye bakacak olursanız, aslında bir sisteme üstten bakışı anlatan, algı çalışmalarının başlangıcına kadar kavramın daha geçmişle olan bağını görebilirsiniz. Hatta tartışma Aristoteles’in metafizik kavramına kadar gidebilir. Ama ben bu konuyla ilgilenmeye başladığımda, üstbiliş kavramı daha çok eğitim bilimleri alanında çalışıldığını da gördüm. Doktoramın ikinci senesinde, daha derslerim devam ederken, bir yıl kadar bu konuda okuma yaptım. Hemen hemen bütün ödevlerimi farklı derslerde bu konu üzerine yazdım. Yani, X öğrenme konusu dersini alıyorsam, üstbiliş konusunu o derse entegre ettim. Sonunda yaptığım okumalarda, alt sistemlerin üst sistemlerle ilişkisinin çok net olmadığını, henüz çok iyi anlaşılmadığını gördüm. Tabii, süreç benim için biraz sancılı oldu. Ben bu kavramı ilk ortaya attığımda, yani “Ben bunu çalışmak istiyorum.” dediğimde, “O ne ya? Bırak bu işleri.” gibi karşılıklar aldım. Tabii biraz bozuldum yani, bu kadar çalışmışım sonuçta. “Hayır.” dedim, kabul etmedim bu cevabı. “Bu çalışılabilir bir konu.”, ama ikna edemedim başlangıçta. En sonunda danışmanımı şöyle bir şartla ikna edebildim: “Bütün risk sana ait, en sonunda bir şey çıkmazsa, baştan yeni bir konu yazacaksın.” dedi. Tam bana göre! Kabul ettim hemen. Ali Tekcan, hocamız, o da o zaman bu konuları çalışmaya başlamıştı, onunla yazıştım, o bana paradigmaları geliştirmem konusunda çok yardımcı oldu. Tez sürecine girdim, çünkü o dönemde EEG ile çalışamadım, EEG sistemi bozulmuştu, bir 6 ay kadar bekledim EEG ile çalışabilmek için, ama olmayınca bir an önce başlamak için nöropsikolojik testler ve görevler kullanacağım bir çalışma planladım. Akşamları Hacettepe’nin Beytepe öğrenci yurtlarından öğrenci katılımcılar bularak üç-üç buçuk saat süren uygulamalar yapıyordum. Uygulamaları yaptım, verilerin girişini bitirdim, bir regression (regresyon) analiz yaptım, sonucun anlamlı çıktığını gördüm ve bilgisayarı kapattım. O zaman herkesin aradığı şey ne de olsa significant, “Tamam.” dedim “Oldu bu iş.”. Hiçbir şey olmasa bile sadece bu sonuçla bile tez yazılır. Öyle de oldu, yazdım tezimi. Doktorayı bitirmeden, doktora tezimin makalesini bile yayımlamıştım mesela. Doktoradan sonra bir yıllığına bir yurt dışına, Kanada’ya gitme imkânım oldu, bir yıllığına diye gittim ama 6 yıl kaldım.

C: Hocam, takdir ettiğiniz bir hocadan “Bu konu ne? Bunu çalışamazsın.” cevabını almak size ne hissettirdi, bununla nasıl başa çıktınız?

M: Yani şeyi anlayabiliyordum, Türkiye’de psikoloji biraz muhafazakardır, tabii ki herkes, bir danışman hoca da, kendi bildiği kulvarda yüzmeyi daha çok tercih eder. O anda hocamın tepkisinin asıl nedeni, bence bu konunun hiç çalışılmamış olmasıydı. Bunun riskini taşımamak adına çok sorumluluk almak istememesini anlayabiliyorum. Beni motive eden, hocamın beni çok fazla dinlememesiydi, biraz beni dinleseydi, aslında ben çok güzel anlatıyordum! Bilmiyorum belki de daha başka şekilde anlatmak gerekirdi. Daha sonra anlatınca, belki de “ne hali varsa öyle görsün” diye düşünerek kabul etti. Bir de, iki yıl üzerinde çalışmışım, bir sürü yazmışım çizmişim, onların üzerinden geçerek düzeltmeler yapmışım, bu konuda kendimi geliştirmişim. Bir emek var, cuma akşamı başlayıp pazartesi çıkmış bir tez önerisi değil. Biliyordum ne kadar zor olacağını, nereden bir şeyler çıkacağını da tahmin ediyordum, nereden çıkmayacağını da. Ancak benden sonra birçok kişinin metacognition çalıştığını, çalışmak istediğini gördüm, demek ki oluyormuş!

C: Doktoranın sonunda Kanada’ya gittiniz, çok uzak bir ülke, ülkenizden tamamen ayrı düştünüz. Kültürel olarak, mevsimsel olarak her şey çok farklı. Nasıl adapte oldunuz, nasıl çalışmaya başladınız? Alanınızda da değişiklik yaparak kaygı bozukluğu ve obsesyon üzerine çalışmaya başlamışsınız. Biraz bu konudan bahseder misiniz?

M: Aslında ben bir yıllığına gitmiştim, projeler uzadı, yeni projeler ortaya çıktı ve ben 6 yıl kalmak durumunda kaldım. Ben bir Mental Health Research (Zihin Sağlığı Araştırma) enstitüsünde post-doc (doktora sonrası araştırmacılık) yaptım. Doktora tezi için de benim çalışma projem aslında obsesif kompulsif bozuklukta üstbiliş üzerineydi. Ancak EEG kullanarak hastalarla çalışmak psikiyatri bölümü tarafından çok sıcak karşılanmadı. Bu nedenle tamamen değiştirerek sağlıklı örneklerle çalışmak durumunda kaldım tezimde. Ama bu fikrimden vazgeçmedim, çünkü metacognition’da bir problem olursa karşımıza ne çıkar sorusunu sorduğumda, bütün araştırmalar bana obsesif-kompulsif bozuklukları işaret etti. Kanada benim için iyi bir fırsattı. Hem bir psikiyatri enstitüsündeydim hem de bu konudaki çalışmalarım destekleniyordu. Dolayısıyla benim için birkaç farklı avantajı vardı bu kurumda çalışacak olmamın. Ancak orada, adaptasyon konusunda, herkesin yaşadığı zorlukları ben de yaşadım. Ben Türkiye’den ayrıldığımda evliydim, eşim doktora yapıyordu, evimiz vardı, arabamız vardı, doktorayı bitirdiğim için iş teklifi de almıştım aslında, işim de hazırdı. Hatta bir arkadaşım bana “Sen yine kaşınıyorsun, ne işin var orada?” demişti. Bir denemek istedim. Bir de o dönemde de akademik hayatın dinamikleri beni çok fazla hayal kırıklığına uğratmıştı. Bir anımı anlatayım, doktoramı yaparken Hacettepe’de, odam bodrum katındaydı, cep telefonu çekmiyordu ama benim de deney için katılımcılarla irtibat kurmam gerekiyordu. O zamanlar Whatsapp yok tabii. Telefona yetişmek için sürekli üst kata 100–200 metre koşmam gerekiyordu. O zaman da asistanlara sabit telefon verilmiyordu. Hocalar da odalarındaki telefondan şehir içi ya da şehirlerarası görüşme yaptıklarında kullanım ücreti maaşlarından kesiliyordu. Parasıyla değil mi? Sırf doktora tezimde katılımcılara ulaşabilmek için bir telefon hattı istedim üniversiteden.. Verilmedi bana telefon, asistanların telefon alma hakkı yokmuş. O zaman çok oturdu içime. Ama bir şekilde koşa koşa yetiştim hep telefona tez süresince. Neyse, Kanada’ya gittiğim ilk gün oryantasyon vardı, ertesi gün gittiğimde bölüm sekreteri beni ofisime getirdi. Dijital bir kart verdi, üzerinde fotoğrafım ve ismim var, ofisime girdim, düzgün bir masam var. Hacettepe’den alışkınız tabii, masalar, mobilyalar eskidir hep, göçüktür, kitaplıklarımız böyle bakkal rafı gibi alüminyumdandır. Burada her şey çok temiz ve yeniydi. Bana bir bilgisayar verdiler, Hacettepe’de bize bilgisayar verilmezdi örneğin, kendi bilgisayarlarımızı kullanırdık. En sonunda, bu telefonunuz, bu da kodunuz dedi sekreter masayı işaret ederek. Bu ne kodudur dedim, uluslararası arama yapmak isterseniz, bu kodu kullanacaksınız, ücretsiz, dedi. O an çok içerlediğimi hatırlarım. Çok basit bir ihtiyaca, Türkiye’de ulaşamamıştım, çok gereksiz bir uygulama nedeniyle, bunu elde edememiştim. Ama buraya geldim ve çok basit bir şey bir telefon alt tarafı, ama onun bana verilmiş olduğunu görmek, beni hakikaten üzdü, çünkü bize kolay verilmezdi hiçbir şey. Bu fikrim hala geçerli, ülkedeki kaynakların insanların kolay kullanımına açılmaması, bunlara erişimin kolay hale getirilememesinin bir sorun olduğunu düşünüyorum.

O süreçte yurt dışında yaşanan zorlukların hepsini ben de yaşadım. Dil zorluğunu da kültür şokunu da yaşadım. Ama orada iyi bir çevre oluşturdum, yakın yaş grubundan Türkiye’den insanlarla tanıştım. Sonra iş yerinden çok iyi arkadaşlıklarım oldu. Çok da yoğun bir sürecim vardı, çok fazla ders de aldım doktora düzeyinde, tamamen gönüllü olarak tabi. Orada çok iyi kişilerden bu dersleri alma şansım oldu. Benim için bulunmaz bir fırsattı. Bazen bir derse gelirdik, seminer gibi, 13.30–16.30 görünüyor süresi, ancak saat akşam 19 olmuş ama hâlâ salon dolu, konuşmacı anlatıyor herkes dinliyor. Bundan daha iyi fırsat mı olur? Mesela Brenda Miller geliyordu, nöropsikolojinin yaşayan efsanesi, bize deneyimlerini de anlatıyordu. Endel Tulving’in seminerlerini alma şansım oldu. Psikiyatri enstitüsünün içinde olduğum için bütün psikiyatri toplantılarına katıldım, hiç aksatmadım. Nöropsikolojinin sadece nörolojik bozukluklarda kullanılmadığını, psikiyatride nasıl kullanıldığını gördüm. Daha o yıllarda bile bütün hastalara klinik değerlendirmelere ek olarak nöropsikolojik değerlendirmelerin de yapıldığını gördüm. Psikologlarla iletişim kurdum, bu değerlendirmelerin nasıl yapıldığını öğrendim. Bunları uygulayabilmek için zorunlu yasal eğitimler aldım ve sınavlarına girdim. Enstitüde yeme bozuklukları, kaygı bozuklukları çalışanlar vardı, haftalık toplantılarda çok şey öğrendim. Ben de onlara, deneysel yöntem, bilişsel psikoloji ve istatistik alanında katkı verdim. Harika bir süreçti benim için. Son iki yılımda da ders verme teklifi gelmişti. Bir dönem ders vermeyi kabul ettim. Sonra hoşuma gitti, birkaç dönem daha verdim. Herkes bana ne yaptığımı sorduğunda 6 yıl post-doc yaptım dedim. Herkese öneriyorum, 6 yıl olmasa bile, bence 1–2 yıl önemli bir tecrübe olabilir.

C: Peki neden döndünüz hocam?

M: Geçen gün doktora öğrencimin tez savunmasını yaptık, ertesi gün yemek yerken o da sordu “Neden döndünüz?” diye. Dönmek üzere gitmiştim zaten, az çok bir şeyler bilirsem buradaki insanlara faydam olur diye düşündüm. Tek motivasyonum buydu açıkçası.

C: İdealist bir bakış açısıyla döndünüz diyebilir miyiz?

M: Bilmiyorum adına ne derseniz. Çok yakın arkadaşlarıma kalırsa enayilik. Öyle bir düşünceyle geldim. Öyle bir düşünceyle burada bir düzen kurmaya çalıştım. Temel motivasyonum buydu. Şu anda mesela benim laboratuvarımda çalışan bütün öğrencilerimin laboratuvara sınırsız girip çıkma hakkı var. Ben Kanada’ya gittiğimde bana verdikleri kimlik kartı, bütün laboratuvarlara giriş için tanımlıydı, böyle bir hak verilmişti. Yeter ki katkı verin, çalışmak isteyin, diye düşünülüyordu. Türkiye’de biraz zordur bu. Kimse kimseye bu anlamda pek bir şey vermez, kapılar kilitlidir. Türkiye’de içindeki aletlerin kullanılmadan çürüdüğü laboratuvarlar gördüm çünkü. Ama yine de insanların kullanımına verilmez. Dokunabilmek için bile izne tabi olmanız gerekir. Bunların birazını değiştirebilirim gibi iddialı bir düşünceyle dönmeye karar verdim.

C: Hocam görüyorum ki Türkiye’de de pek çok güzel çalışma yapmışsınız, her yıl yeni bir projenin içinde bulunmuşsunuz. TÜBİTAK’la ve Bahçeşehir Üniversitesi’yle yürüttüğünüz projeler, kurduğunuz laboratuvar, oradaki öğrencileriniz… Özellikle laboratuvar öğrenciler için büyük bir fırsat, sizinle birlikte yakın çalışmak, sizin mentorluğunuz, laboratuvar imkanlarına sahip olmak… Amacınızı gerçekleştirebildiğinizi söyleyebilir misiniz? Kendinizi başarılı bir akademisyen olarak tarif eder misiniz?

M: Öyle bir tanımlamam hiçbir zaman olmadı tabii. Ama bir şeyleri değiştirdiğimin de farkındayım. Çok zor, bir laboratuvarı düzenlemek, kurmak… İki yıl boyunca yalnızca kurmakla uğraştım, teknisyenim yoktu o zaman, lisans öğrencim vardı bir iki tane. Bir gün gittim baktım, lağım suları basmış, idari işler gelene kadar paçaları sıvadım, süngerlerle falan temizledim. İnternet bağlantısı gecikmişti, bilgisayarları sırtıma alıp üst kata çıkartıp kendim yapmaya çalıştım. Övünmek için söylemiyorum, ama bunlar zor işler. Kurduktan sonra işler hale getirmek, sürdürmek, süreklilik sağlamak var. Sürdürebilmek aslında çok önemli. Benim 12. yılım Bahçeşehir’de ve benimki kadar uzun soluklu bir başka araştırma laboratuvarı yok örneğin. Türkiye koşulları için farklı bir şey yaptığımın farkındayım, ama benim için çok yorucuydu. Şu anda bu yıl, 16–17 öğrenci var laboratuvarda çalışan. Mesela dün onlarla haftalık buluşmamız vardı. Laboratuvarda projeler yapmak, yürütmek, veri toplamak, öğrencilere danışmanlık vermek, onlarla ekip çalışması için ilişki kurmak, gerektiğinde sorunlarıyla uğraşmak, idari problemleri çözmeye çalışmak.. Birçok farklı unsuru var yani. Başka birine anlatsanız, “Senin işin gücün yok mu, kapıları kapat, kahveni iç, yılda bir iki tane de tez öğrencisi bul makale için, mutlaka bir şeyler yapılır.” der. Ki çokça da denmiştir bana! Evet, ben farklı bir şey yapıyorum ama çok büyük bir şey yaptığımı söylemiyorum. Bence bunlar zaten yapılması gerekenler, olması gerekenler. Ben öğrencilerime de bunu anlatmaya çalışıyorum. Zorlukları yok mu? Var tabii, ama zorlukları aşmak için de stratejik planlar geliştirmelisiniz, insan gücünü doğru seçmek çok önemli. Bu, öğrenciler için çok büyük fırsat ama üzülerek görüyorum ki herkes bu fırsatın farkında değil. Bu konuda kavga ediyorum, öğrenciyle çok didişiyorum bunu göstermek için, bu imkanların çok sık karşılarına çıkmadığını göstermek için. Ön görüşmelerimde şunu söylüyorum hep, “Buradaki her türlü imkana ulaşabilirsin, ancak çok çalışmak, buradaki sürece zarar vermemek, korumak kaydıyla. Ama bunu kullanmayacaksan, kusura bakma bunu senden alırız.” Çünkü buranın bir kapasitesi var, bunu çok isteyen başka insanlar da var, onlara yer açmak zorundayım. Benim görevim, bu alanda çalışmak isteyen kişilere hakkaniyetli bir şekilde davranmak, hak edene orada bir masa verebilmek, ona bu fırsatı sunabilmek. Ama şanslıyım, birçok iyi öğrenciyle bu anlamda yollarımız kesişti, çok keyifli işler yaptık ve yapmaya devam edeceğiz. Zor mu? Çok zor, her aşamasıyla çok zor, ama benim tarzım bu. Her bir proje büyük başarıyla sonuçlanmadı ama çok güzel işler yaptık. Çok iyi öğrenciler yetişti, çok iyi yerlere gittiler. Sadece bunu görmek bile, niye geri döndünüz sorusunun cevabını vermeye yetiyor.

C: Peki hocam, Türkiye’deki psikoloji camiasını ve bilişsel bilimleri nasıl değerlendirirsiniz?

M: Geçmişe baktığımızda çok yol kat ettiğimizi görüyorum. Deneysel-Bilişsel psikoloji sempozyumlarımız var, çok keyifli geçiyor, önce bir günle başladık, şimdi iki gün yetmiyor. Çok iyi öğrenciler geliyor, doktora, yüksek lisans öğrencileri. Meslektaşlarım çok iyi işler yapıyor, aslında bir avuç insan ama giderek büyüyen bir grup, birçok insan birçok yerde dişiyle tırnağı ile gerçekten önemli işlere imza atıyor. Çok büyük çaba içindeler, o çabanın kendisi bence çok değerli, ülke iklimi açısından da düşünüldüğünde. Bunun dışında psikolojiyi çok tehlikeli bir noktada, bir dar boğazda görüyorum. Psikolojinin sadece uygulamalı klinik psikolojiye indirgeniyor olması bence büyük bir tehlike. Bu tehlikeli anlayış maalesef lisans düzeyindeki öğrencilere de sirayet etmeye başlamış durumda. Bazı öğrenciler ve bazı kurumlar için klinik psikolojinin tek alan olarak görülmesi, başka ihtimallerin olmadığına dair bir algıya sebep oluyor. Bu çok tehlikeli bir durum. İkincisi, psikolojinin bilimsel ve özellikle de deneysel tarafının giderek ihmal edildiğini görüyorum. Psikolojinin deneysel tarafını ihmal ettiğiniz zaman, üretilen bilginin kalitesi konusunda endişe duymaya başlıyorum. Diğer bir nokta da, psikoloji tarihi çok az bölümde okutuluyor. Bu çok önemli. Lisansla ilgili temel sıkıntılardan biri de kontenjanlar, ben 30 kişilik sınıfta okumuştum, Bahçeşehir’e geldiğimde de sınıflar 30–35 kişiydi. Şu an 100–120, yan dal öğrencileri, yurtdışından gelen öğrenciler derken sınıflar 160 kişi oluyor. Öğrenciyi göremeden, tanıyamadan, değerlendiremeden, ona temas edemeden, onu anlayıp ona destek olamadan dönem bitiyor neredeyse. Bu da mentorluk ilişkisini, uygulamalı dersleri çok azaltan bir durum. Genel olarak da kaliteyi düşürüyor. Ne yazık ki bu durum lisansüstü eğitime de sirayet etmiş durumda. Bu durumun yaşanmasında çıkartılan yasanın da çok büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Kapsayıcı bir yasa olamadı. Sadece belli alanların (klinik psikoloji gibi) avantajına olduğu düşünülen bir yasaydı ama şu anda ne kadar dezavantajlı olduğunu görüyoruz. Çünkü çok fazla üzerine düşünülmedi, çok fazla tartışılmadı, insanlar elini taşın altına koymadı. Psikoloji, psikoloji dışından insanlarla doldu, bu yanlış uygulamanın yanlış sonucu olarak, ki bu da bir tehlike.

Lisans mezunlarının yetkinliği de bence çok önemli bir konu. Benim lisans döneminden mezun olan arkadaşlarımın çoğu, yüksek lisans yapmadan psikolog olarak çalışabildiler. Yüksek lisans mezunu psikologların yapabileceklerinin de çok önemli olduğunu düşünüyorum, ama yüksek lisans yapmadan kimsenin bir şey yapamayacağına dair bir kanı oluşmuş durumda, bu da ayrı bir enflasyon yaratıyor ve lisans eğitiminin önemini düşürüyor. Kalite konusunda çok ciddi problemlerimiz var, bunun üzerine gitmiyoruz, bunun üzerine konuşmuyoruz, yeterli direnci göstermiyoruz ve sorun giderek büyüyor. Bu anlamda, çok ciddi bir zihinsel ve yapısal dönüşüme ihtiyaç var.

C: Metehan hocam bize ne önerirsiniz? Neler yapalım? Nerelere yönelelim?

M: Ne yapalım? Sizin yaptığınız çok değerli işler var, bunları görüyorum. Arkadaşlar sizden bir fikir alsın bence, siz neden bu işlerle uğraşıyorsunuz? Neden bu işleri yapıyorsunuz? Bunları yapıyor olmayı istemenin altında bir rahatsızlık duygusu var. Rahatsızlık duygusu harekete geçirir. Evet, bir şeyleri başarmak zor olacak, hele bizim ülkemizde bir şeyleri kolay yapmak mümkün değil. Ama bir grup insan var, kendilerince bir şeyler yapmaya çalışan, bence o insanlara baksınlar, neler yapıyorlar, nasıl yapıyorlar, bunlara nasıl katkı sunabilirler.

Yüksek lisans öğrencilerime hep söylüyorum, derse gelmeniz güzel, derse devam etmeniz güzel, tez yazacaksınız, bu da güzel, dersleri geçmeniz gerekecek, tamam bunlar zaten yapmanız gereken şeyler. Şimdi bana söyleyin, “Siz bunun üstüne ne yapmayı düşünüyorsunuz?”. Buradan öylece mezun olmak yetmez, mezun olmak zaten buraya geldiğiniz için yapmanız gereken şey, peki siz bunun üzerine ne koyacaksınız? Arkadaşlarım bence sizlere baksınlar, sizler neden yapıyorsunuz bu işleri, tüm bu insanları davet etmenizin, seminerler düzenlemenizin, bu etkinlikleri yapmanızın bir anlamı olması gerekiyor. Çünkü bu gidişattan rahatsızız, ancak rahatsız olmak da yetmiyor. Bunları düzeltmek için katkıda bulunmak gerek. Birçok şey çok zor olacak ama çok iyi yerlere gelen öğrencilerimiz var, arkadaşlarımız var, onlar bir şeyleri biraz daha farklı yaptıkları ve gerçekten emek verdikleri için oralardalar, çünkü hiçbir şey çok kolay değil, kimseye hazır olarak sunulmuyor. Evet kabul ediyorum, zor bir coğrafya, ülkede yaşamak zor, her gün yeni ve çoğu zaman da olumsuz bir şeyle uyanıyoruz. Bir rivayet vardır: Pavlov deney yaparken, asistanı gelip demiş ki, “Profesör çıkmıyor muyuz dışarı?”. Pavlov, “Neden, ne oluyor?” demiş. “Görmüyor musunuz, devrim oluyor.” Dışarıda demişler. Pavlov da, “Onlar devrim yapsın, biz bilim yapalım.” demiş. Bunu da demek istemiyorum, elbette devrim varsa devrime katılmakta fayda var. İçinde yaşadığımız gezegenin sorunlarını görmezden gelemeyiz. Çözümüne katkı sunmak çok önemli. Ama bu ikisini dengede tutmak çok önemli. Yani sadece söylenerek, şikayet ederek çözemeyiz demek istiyorum. Akademik süreçte yaptığımız her şey bizim kendi parçamız, eserimiz, onu iyi yapabilmemiz için kendimizi zenginleştirmemiz çok önemli. Tabi kişisel gelişimin de bunda çok katkısı olacağını düşünüyorum. Sınırlı da olsa imkanlar var, bunları iyi kullanmak çok önemli, biraz sabırla, yavaş yavaş yapmak gerek. Bazen öğrencilerim bir yerlere başvuruyorlar, ya da bir makalemizi gönderiyoruz bir dergiye, olumsuz bir cevap alıyorlar, tokat gibi. Moralleri bozuluyor. Bunların iyi şeyler olduğunu, geri dönüş almanın çok önemli olduğunu, bizim bundan öğrenmemiz gerekenler olduğunu söylüyorum kendilerine. Bu geri dönütler üzerinden kendimizi geliştirme fırsatımız var. Geri bildirim almaya yatkın olmak, alandan çalışanlarla temas kurmak çok, sürekli araştırmanın içinde olmak, geniş okumalar yapmak çok önemli. Çünkü bunların insanı zenginleştiren, yeniliğe iten bir tarafı var.

Akademik dil olarak İngilizce bilmek önemli. Alanda çalışırken de, yenilikleri takip edebilmek için de bu dili öğrenmek çok önemli. Gelişim yavaş bir süreç. Bunun bazı yönleri bazen zor olacaktır. Ben kendi tecrübeme dayanarak şunu söyleyebiliyorum ki, olur, yani isterseniz olur. Benim söylediklerim, sizin şu ana kadar yaptıklarınız aslında, dolayısıyla benim söylediklerim belki havada kalır ama somut yapılanlara, onun sürecine, örneğin sizin yaptıklarınız burada dönüp buna bakabilirler.

C: Hocam çok teşekkür ederiz.

M: Davetiniz için çok teşekkür ederim, görüşmek üzere diyelim.

Röportajı gerçekleştiren ve metni yayına hazırlayan ekip arkadaşımız Zeynep Kabadere’ye teşekkür ederiz.

--

--

CogIST
CogIST
Editor for

We are an independent community which is formed by a group of students who love cognitive science.