Zihnin Modüleritesi (Stanford Felsefe Ansiklopedisi) — Philip Robbins

CogIST
CogIST
Published in
35 min readNov 12, 2020

Aşağıdaki metin, Profesör Philip Robbins’in https://plato.stanford.edu/ için yazdığı Modularity of Mind entrysinin çevrilmiş halidir. Çeviri metni, orijinal metnin https://plato.stanford.edu/archives/sum2020/entries/modularity-mind/ adresinde arşivlenmiş olan halini takip etmektedir. Şu anki çevrilmiş metin, çeviri zamanından sonra güncellenmiş olması sebebiyle, orijinal metinden farklılık gösterebilir. Metnin güncel hali https://plato.stanford.edu/entries/modularity-mind/ adresinde bulunabilir. Stanford Encyclopedia of Philosophy (SEP) editörlerine bize metni çevirmek ve internette yayınlamak için izin verdiklerinden dolayı teşekkür ederiz.

Ayrıca, bize referans olduğu ve metnin düzenlenmesinde yardımcı olduğu için Dr. Tufan Kıymaz’a teşekkür ederiz.

Modülerite kavramı psikoloji felsefesi alanında 1980’lerin başından beri, Fodor’un bir dönüm noktası niteliğindeki Zihnin Modüleritesi (1983) kitabının yayınlamasını takiben büyük önem kazanmıştır. Modül teriminin ve onunla aynı kökten olan terimlerin bilişsel bilimlerin terminolojisine ilk olarak girdiği zamandan beri, bu alandaki kavramsal ve kuramsal görünüm dramatik ölçüde değişmiştir. Bu bağlamda özellikle dikkate değer olan değişim evrimsel psikoloji dediğimiz alanın gelişmesi olmuştur, bu alanın destekçilerinin Fodor tarafından öne sürüldüğü kadar katı bir modül kavrayışları yoktur ve zihnin yapısının Fodor’un iddia ettiğinden daha gevşek bir modüleriteyi barındırdığını iddia etmektedirler. Fodor (1983, 2000) modüleritenin sınırını algılarımızın ve dilin altında yatan görece düşük seviyedeki sistemlerin olduğu noktadan çekmek, Sperber (2002) ve Carruthers (2006) gibi post-Fodorcu kuramcılar zihnin tüm yönleriyle, akıl yürütme, planlama, karar verme ve benzeri faaliyetlerden sorumlu olan yüksek-seviyedeki sistemleri de içerecek şekilde modüler olduğunu iddia etmektedirler. Modülerite kavramı yakın zamanda bilim felsefesi, epistemoloji, etik ve dil felsefesi ile ilgili tartışmalarda da konu edilmiştir- bu durum, onun zihinsel yapıya ilişkin bir teori geliştirme aracı olarak ne kadar işe yaradığıyla ilgili ek bir delil niteliğindedir.

  1. Zihinsel modül nedir?
  2. Fodor tarzı modülerite: Mütevazı bir öneri
    2.1Düşük seviye modüleriteye meydan okumalar
    2.2Fodor’un yüksek seviye modüleriteye karşı argümanı
  3. Post-Fodorcu Modülerite
    3.1 Masif Modülerite iddiası
    3.2 Masif Modüleriteye ilişkin şüpheler
  4. Modülerite ve Felsefe
  5. Kaynakça

1. Zihinsel modül nedir?

Modüleriteye ilişkin klasik girişinde Fodor (1983), kendi ilgi duyduğu türdeki sistemi toplu olarak karakterize eden dokuz tane özellik tanımlar. Orijinal sunum sıralarına göre bunlar:

1. Alana özgülük (Domain specificity)

2. Zorunlu işlem (Mandatory operation)

3. Sınırlı merkezi erişilebilirlik (Limited central accessibility)

4. Hızlı işleme (Fast processing)

5. Enformasyonel kapalılık (Informational encapsulation)

6. “Sığ” çıktılar (“Shallow” outputs)

7. Sabit nöral mimari (Fixed neural architecture)

8. Karakteristik ve spesifik bozulma kalıpları (Characteristic and specific breakdown patterns)

9. Karakteristik ontogenetik ilerleme hızı ve dizileme (Characteristic ontogenetic pace and sequencing)

Bir bilişsel sistemin Fodorcu bağlamda modüler sayılabilmesi için, “ilginç bir noktaya kadar” modüler olması, yani bu özelliklerin çoğuna kayda değer bir derecede sahip olması yeterlidir (Fodor, 1983, syf. 37). Bu baskın bir niteliktir, çünkü modüleriteye dair bazı göstergeler diğerlerinden daha önemlidir. Örneğin enformasyonel kapalılık, modülerite için hem kısmen zaruridir, hem de açıklayıcılık açısından listedeki pek çok özellikten önce gelmektedir (Fodor, 1983, 2000).

Bu maddelerden her biri bir açıklama gerektirmektedir. Anlatımı kolaylaştırmak için, bu özelliklerin çoğunu konularına göre kümelendireceğiz ve onları Prinz’in yaptığı gibi (2006) küme küme inceleyeceğiz.

Kapalılık ve erişilemezlik. Enformasyonel kapalılık ve sınırlı merkezi erişilebilirlik aynı madeni paranın iki yüzü gibidir. Her iki özellik de işlemlemesel (computational) mekanizmalar arasındaki enformasyon akışının karakteriyle ilgilidir, fakat ikisi de birbirine zıt yönlerdeki akışla ilgilenir. Kapalılık bir mekanizmaya olan bilgi akışı üzerindeki kısıtları içerirken, erişilemezlik mekanizma dışına doğru olan akış üzerindeki kısıtları içerir.

Bir bilişsel sistem, bir girdiler setini işleme (processing) esnasında başka bir yerde depolanmış olan enformasyona erişemediği ölçüde enformasyonel açıdan kapalıdır, bu sistem sadece ilgili girdilerin içerisinde yer alan ve sistemin kendi içerisinde depolanmış olabilecek enformasyonları kullanabilir, örneğin bir kişiye özel veri tabanını. Mesela dille alakalı olarak:

L dilinin ayrıştırıcısı (parser) bir L grameri içerir. Onun yaptığı şey, bir örneğin (token) belli akustik özelliklerinden, o örneğin belirli uzak nedenlerinin (örn. konuşmacının, ifadenin belli bir dilsel türün [type] örneği olmasına yönelik niyeti) karakterizasyonuna ilişkin çıkarımlarda bulunmaktır. Bu çıkarımın öncülleri duyusal aktarım mekanizmasının ilgili örneğin akustiğine ilişkin olarak sağladığı her türlü bilgiyi ve içeride temsil edilen gramerin L’deki linguistik tiplerle ilgili sağladığı her türlü enformasyonu içerir, ve bunun dışında hiçbir şeyi içermez. (Fodor, 1984, syf. 245–246; Orijinalinde italikle yazılmıştır).

Benzer şekilde, algı — duyusal “öncüllerden” algısal sonuçlara doğru giden bir tür gösterilebilir olmayan (iptal edilebilir olan veya tekdüze olmayan) çıkarım olarak anlaşıldıklarında — söz konusu olduğunda sistemlerin enformasyonel açıdan kapalı olduğu iddiası, “algısal hipotezlerin doğrulanmasıyla ilgili olabilecek veri, genellikle, organizmanın biliyor olabileceğinden çok daha azını içerir” (Fodor, 1983, syf. 69) iddiasına eşdeğerdir. Bu özelliğe ilişkin klasik gösterim, onu gören kişi açıkça ilgili uyaranın özelliğiyle ilgili bilgilendirildikten sonra bile sürüp gitmeye eğilimli olan görsel illüzyonlarla ilgili çalışmalardan gelmektedir. Örneğin Müller-Lyer illüzyonunda, biri kendisini tam tersinin doğru olduğuna ikna etmiş olsa bile (örn. Bir cetvelle ölçerek), iki çizgiyi sanki birbirleriyle eşit uzunlukta değillermiş gibi görmektedir (bkz. Şekil 1, aşağıda).

Şekil 1. Müller-Lyer illüzyonu

Enformasyonel kapalılığın diğer yüzü, merkezi gözetim (central monitoring) tarafından erişilmezliktir. Bir sistem, eğer onun kendi çıktılarını üretmeden önce hesapladığı orta seviye temsiller (representations) bilinç tarafından erişilemez ise ve dolayısıyla açıkça ifade edilemiyor ise, ilgili anlamda erişilmezdir. Aslında, merkezi olarak erişilemez sistemler, içsel veri işleme süreçleri içgözleme (introspection) kapalı olan sistemlerdir. Bu sistemlerin çıktıları fenomenolojik açıdan belirgin olabilseler bile, onların öncü durumları böyle değildir. Örneğin konuşma anlama, uyaranların sayısız temsilinin (pek çok farklı türdeki; fonolojik, sözcüksel, sentaktik vb.) ardışık hazırlanışını içeriyor gibi görünmektedir, fakat bunlardan sadece nihai ürün -ne söylendiğinin anlamının temsili- bilinçli olarak ulaşılabilirdir.

Zorunluluk, hız ve yüzeysellik. Enformasyonel açıdan kapalılık ve merkezi erişilemezliğe ek olarak, modüler sistemler ve süreçler “hızlı, maliyetsiz ve kontrol dışıdır”(robotbilimci Rodney Brooks’un bir cümlesi). Bu özellikler, göreceğimiz üzere doğal bir üçlü oluşturmaktadır.

Bir bilişsel sistemin işlemi, yalnızca otomatik olması, yani bilinçli kontrolün altında olmaması durumunda zorunludur (Bargh & Chartrand, 1999). Bu, sevelim veya seymeyelim, sistemin işlemlerinin ilgili uyaranın sunumuyla devreye girdiği ve bu durumun ilgili işlemlerin tamamlanması için yeterli olduğu anlamına gelir. Örneğin, ana dili İngilizce olanlar İngilizce sesleri sadece gürültü olarak işitemezler: eğer bu sesleri duyuyorlarsa, onları İngilizce olarak duymaktadırlar. Benzer şekilde uzaydaki 3D bir nesneler düzenini, ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın, 2D bir renkler arazisi olarak görmek imkansızdır.

Hız muhtemelen modüleritenin en az açıklama gerektiren göstergesidir. Fakat hız görecelidir, dolayısıyla bu noktada ilerlemek için en etkili yol örnekler kullanmaktır. Konuşma takip etme, yaklaşık 250 ms’lik gecikme süresiyle, genellikle çok hızlı olarak değerlendirilir. Normal konuşmanın hecesel hızı saniyede yaklaşık 4 hece olduğu için, bu durum takip edicilerin uyaranları hece uzunluğu miktarında — bu miktarlar, “akustik özellikleri linguistik değerlerle güvenilir bir şekilde ilişkili olan dalga formu yayılımlarına yalnızca hece seviyesinde rastladığımız” düşünüldüğünde (Fodor, 1983, syf. 62), muhtemelen konuşma akışı içerisinde tanımlanabilecek en küçük miktarlardır- işlediğini gösterir. Benzer şekilde etkileyici sonuçlar görme alanında da mevcuttur; hızlı bir sıralı görsel sunum görevinde (resimleri uygun tasvirlerle eşleştirmek gibi), bireylere resim başına 125 ms inceleme süresi verildiğinde %70 oranında, 167 ms verildiğinde ise %96 oranında başarılı olmuşlardır (Fodor, 1983, syf. 63). Genel olarak, bir bilişsel süreç, Fodor’un kitabındaki yaklaşımına göre eğer yarım saniye ya da daha az zaman alıyor ise, hızlı olarak değerlendirilir.

Modüler sistemlerin diğer bir özelliği ise çıktılarının nispeten “sığ” olmasıdır. Bunun tam olarak ne anlama geldiği belirsizdir. Fakat bir çıktının derinliği en azından iki niteliğin bir fonksiyonu gibi görünmektedir; birincisi, onu üretmek için ne kadar işlemleme gerektiği (burada sığ “işlemlemesel açıdan maliyetsiz” anlamına gelmektedir); ikincisi, enformasyonel içeriği ne kadar spesifik veya sınırlandırılmıştır (burada sığ “enformasyonel açıdan genel” anlamına gelmektedir) (Fodor, 1983, syf. 87). Bu iki özellik ilişkilidir (correlated), daha spesifik içeriğe sahip çıktıların, ilgili sisteme işlemleme açısından maliyeti genellikle daha yüksektir veya tam tersi. Bazı yazarlar sığlığın kavramsal olmayan bir karaktere sahip olması gerektiği şeklinde bir yorumda bulunmuşlardır (örn., Carruthers, 2006, syf. 4). Fakat bu yaklaşım Fodor’un bu terim üzerine kendi yaptığı açıklamasıyla çelişmektedir, çünkü Fodor’a göre görsel nesne tanıma gibi makul düzeyde modüler sistemlerin çıktıları, KÖPEK ve SANDALYE gibi “temel düzeydeki” kavramların seviyesinde kodlanmış olabilir (Rosch ve diğerleri, 1976). O zaman burada hariç bırakılan aslında kavramlar değildir, fakat PROTON gibi kavramlar, yani sığlık kriterini sağlamak için enformasyonel açıdan fazla spesifik ve işlemlemesel açıdan fazla maliyetli oldukça kuramsal kavramlar dışarıda bırakılır.

Tartışılmış olan bu üç özelliğin -zorunluluk, hız ve sığlık- tümü enformasyonel kapalılıkla ilişkilidir ve bir ölçüye kadar bu açıdan açıklanabilirdir. Her durumda, eğer enformasyonel açıdan konuşmak gerekirse, daha az daha çoktur (less is more). Zorunluluk, sistemin duyarsızlığından organizmanın faydalarına doğru akar, ki bu da bilişsel nüfuz edilemezliğin bir boyutudur. Hız, veri işlemenin etkinliğine bağlıdır, ki bu da kapalılığın sistemin enformasyonel yükünü hafifletmeye meyilli olmasından ötürü kapalılıkla pozitif bir şekilde ilişkilidir. Sığlık da bunlara benzer: sığ çıktılar işlemlemesel olarak maliyetsizdir ve işlemlemesel maliyet ile kapalılık arasında negatif bir ilişki vardır. Kısaca, bir sistemin enformasyonel kapalılığı artarsa, daha hızlı, maliyetsiz ve kontrol dışı olması ihtimali de artmaktadır.

Ayrışabilirlik ve bölgeselleştirilebilirlik. Bir sistemin işlevsel olarak ayrışabilir olduğunu söyleyebilmek için, onun müstakil olarak bozulabileceğini, yani onun diğer sistemlerin işlevleri üzerinde çok az etkiye sebep olacak veya hiç sebep olmayacak şekilde etkisiz kılınabileceğini ya da zarar verilebileceğini söyleyebilmek gerekir. Nörofizyolojik kayıtların da gösterdiği üzere, bu tarz müstakil bozulmalar, sınırlı beyin lezyonlarının bir sonucu olarak sık sık gözlemlenmektedir. Görme üzerine yapılan çalışmalardan gelen standart örnekler arasında prosopagnozi (gördüğü yüzleri hatırlayamama), akromatopsi (tümüyle renk körü olma) ve akinetopsi (hareket körlüğü); dil ile ilgili olarak yapılan çalışmalardan gelen örnekler arasında ise agramatizm (kompleks sentaksın kaybı), jargon afazisi (kompleks semantiğin kaybı), aleksi (nesne isimlerinin kaybı) ve disleksi (okuma ve yazma zorluğu) yer alır. Tüm bu bozukluklar aksi takdirde bilişsel olarak normal bireyler olacak kişilerde bulunmuştur, bu durum da ilgili becerilerin kaybına işlevsel olarak ayrışabilir mekanizmaların hizmet ettiğini ortaya koymaktadır.

İşlevsel ayrışabilirlik nöral bölgeselleştirilebilme ile çok güçlü bir şekilde ilişkilidir. Bir sistem a) hem kapsam olarak görece sınırlandırılmış (her ne kadar bunun birbirine yakın bölgelerde tam olarak böyle olma zorunluluğu olmasa da) bir nöral devrede gerçekleştiriliyorsa b) hem de sadece bu sistemin gerçekleştirilebilmesi için tahsis edilmiş ise son derece bölgesel olarak nitelendirilebilir. Bu anlamıyla bölgeselleştirilebilme, sadece lokal bir nöral devrenin içerisinde gerçekleşmenin ötesine geçer, çünkü belli bir devre parçası birden fazla işleve hizmet ediyor olabilir (Anderson, 2010). Güçlü bölgeselleştirilebilme konusunda önerilen adaylar arasında renkli görme sistemleri (V4), hareket saptama, yüz tanıma(MT), yüz tanıma (fuziform jirus) ve uzamsal görüntüleri tanıma (parahipokampal jirus) yer almaktadır.

Alana özgülük. Bir sistem, sınırlandırılmış bir konuya sahipse, yani, hakkında enformasyon işlediği nesne ve özellikler sınıfı nispeten dar bir şekilde sınırlandırılmışsa, alana özgü bir sistemdir. Fodor’un da ortaya koyduğu gibi “alana özgülüğün işi, bir aygıtın cevaplar sağladığı soru kapsamıyladır (onun analizler gerçekleştirdiği girdiler kapsamıyla)” (syf. 103): bir sistemin üzerinde işlemleme yapabildiği girdiler kümesinin çeşitliliği kısıtlandıkça, o sistemin çözebildiği problemler kümesinin çeşitliliği de kısıtlanmış olur — ve bu problemlerin çeşitliliği azaldıkça, ilgili aygıt daha alana özgü bir hale gelir. Alternatif olarak, bir sistemin alana özgülük seviyesi, ilgili dizinin sistemin enformasyonel erişimini belirlediği durumlarda, sistemi aktive eden girdilerin kapsamının bir fonksiyonu olarak anlaşılabilir (Carruthers, 2006; Samuels, 2000).

Alanlar (ve dahası, modüller) genellikle görme ve duyma gibi duyusal (sensory) modalitelerden daha detaylıdırlar. Bu durum Fodor’un renk algısı, görsel şekil analizi, cümle ayrıştırma ve yüz tanıma sistemlerini de dahil ettiği, alana özgü olması mantıklı mekanizmalar listesinde açıkça görülmektedir (Fodor, 1983, syf. 47) — listedeki sistemlerden hiç biri algısal veya dilsel yetilere, sezgisel anlamda, denk düşmemektedir. Fakat, geleneksel duyu modalitelerinin (görme, duyma, koku alma vb.), ve bir bütün olarak dil yetisinin, modüleritenin bu göstergesini sergilediği söylenebilecek kadar alana özgü olması da makul görünüyor (McCauley & Henrich, 2006).

Doğuştanlık. Fodor’un litesindeki modüler sistemlerin son özelliği, “çevresel tetikleyicilerin etkisi altında, spesifik, içsel olarak belirlenen kalıplara göre gelişen (gelişmekte olan) özellik” olarak anlaşılan doğuştanlıktır (Fodor, 1983, syf. 100). Bu görüşe göre, modüler sistemler çoğunlukla öğrenme gibi niyetli-nedensel süreçlerin değil, tetiklenme gibi zorunlu-nedensel süreçlerin sonucunda aktive olurlar (bu ayrım konusunda daha fazla bilgi almak için bkz. Cowie 1999; doğuştanlığa ilişkin kanalize etme nosyonuna dayanan alternatif bir analiz için bkz. Ariew, 1999). Buradaki en meşhur örnek dildir, onun edinimi tüm kültürlerdeki tüm normal bireylerde hemen hemen aynı şekilde gerçekleşir; tekil kelimeler 12 aylıkken, telegrafik konuşma 18 aylıkken, kompleks gramer 24 aylıkken edinilir ve böyle devam eder (Stromswold, 1999). Diğer adaylar görsel nesne algısı (Spelke, 1994) ve düşük seviye zihin okumadır (Scholl & Leslie, 1999).

2. Fodor tarzı Modülerite: Mütevazı bir öneri

Mütevazı modülerite hipotezinin (burada kendisini böyle anacağız) iki farklı yönü vardır. Hipotezin ilk yönü pozitiftir. Bu yön, girdi sistemlerinin (algı ve dil ile ilgili süreçlere dahil sistemler gibi) modüler olduğunu söyler. İkinci yön ise negatiftir. Bu yön ise, merkezi sistemlerin (inanç sabitleme ve pratik akıl yürütme ile ilgili süreçlere dahil sistemler gibi) modüler olmadığını söyler.

Bu bölümde, mütevazı modülerite yaklaşımını değerlendireceğiz. Bir sonraki bölüm ise (§3), Fodor’un hipotezinin pozitif yönünü devam ettirirken ikinci yönün negatif kutupluluğunu ters yüz ederek pozitife çeviren- söz konusu modülerite kavramını revize eden- masif modülerite tezinin tartışılmasına ayrılmıştır .

Mütevazı modülerite hipotezinin pozitif tarafı, girdi sistemlerinin modüler olduğu iddiasıdır. Fodor (1983) “girdi sistemi” derken, duyusal dönüştürücülerin çıktılarını işlemek (process) vasıtasıyla “dünyayı düşüncelerimize sunan” (s. 40) işlemlemesel bir mekanizmayı kastetmektedir. Bir duyusal dönüştürücü, retina ve koklea gibi bedenimizin duyusal yüzeylerini etkileyen enerjiyi, herhangi bir şekilde enformasyon eklemeden veya çıkartmadan, işlemlemesel olarak kullanılabilir bir forma dönüştüren bir araçtır. Kabaca konuşmak gerekirse, bir duyusal dönüştürücünün ürünü ham duyusal veridir. Girdi işleme, bu ham veriden dünyadaki nesnelerin düzeni hakkındaki hipotezler üzerine gösterilebilir olmayan çıkarımlar yapmayı içerir. Daha sonra bu hipotezler inanç sabitlemesi amacıyla merkezi sisteme geçerler ve böylece bu sistemler de kendi çıktılarını davranışın üretilmesinden sorumlu olan sistemlere yönlendirirler.

Fodor girdi sistemlerinin bir doğal tür, yani “ilgili sınıfı tanımlayan özelliklerin yanında bilimsel olarak ilgi çekici pek çok özelliğe de sahip olan bir olgular sınıfı” oluşturduğunu iddia etmektedir (Fodor, 1983, syf. 46). Fodor bunu, girdi sistemlerinin modüler olduğuna yönelik — burada modülerite, psikolojik olarak ilgi çekici bir özellikler (ki bu özelliklerden en ilgi çekici ve önemli olanı, bölüm §1’de de tartışılmış olunduğu üzere enformasyonel kapalılıktır) kümesi olarak ele alınmaktadır- deliller sunarak yapmaktadır. İlgili tartışma sırasında (enformasyonel kapalılık hakkındaki tartışmamızda), bu delillerin temsili bir örneğini incelemiştik, bu örnek şu anki amaçlarımız için de yeterli olacaktır. (Bu konuya ilişkin merakı olan okuyucular; Fodor, 1983, syf. 47–101 kaynağına başvurabilirler.)

2.1. Düşük seviye modüleriteye karşı çıkışlar

Fodor’un girdi sistemlerin modüleritesine ilişkin iddiasına birtakım filozof ve psikolog tarafından itiraz edilmiştir (Churchland, 1988; Arbib, 1987; Marslen-Wilson & Tyler, 1987; McCauley & Henrich, 2006). En geniş kapsamlı felsefi eleştiri, algısal ve dilsel sistemlerin nadiren modüleriteye özgü özellikleri sergilediklerini iddia etmesinden dolayı Prinz’e (2006) aittir. Prinz özellikle, bu tür sistemlerin enformasyonel olarak kapalı olmadığını iddia etmektedir. Prinz bu düşüncesini desteklemek amacıyla 2 farklı türde delil öne sürer. İlki, algıda modaliteler arası etkiler varmış gibi görünmektedir ve bu durum da girdi sistemleri düzeyinde kapalılığın bulunmadığının bir göstergesi olabilir. Bu durumun klasik bir örneği, konuşma algısı literatüründe yer alan McGurk etkisidir (McGurk & MacDonald, 1976). Burada, konuşulan bir fonemin (örn. /ga/) videosunu, farklı bir fonemin (/ba/) okunuşuyla dublaj yapılmış olarak izleyen denekler, tümüyle farklı üçüncü bir fonem duymaktadırlar (/da/). İkinci delilde ise Prinz, varlığı bilişsel nüfuz edilemezlik aleyhinde (örn. merkezi sistemlerle ilişkili olarak kapalılık) bir delil olabilecek, görsel ve dilsel işlemede bulunuyor gibi görünen ve yukarıdan aşağıya (top-down) doğru giden etkilere dikkat çeker. Bu tür etkilerin en çarpıcı örnekleri konuşma algısına ilişkin araştırmalardan gelmektedir. Muhtemelen bunlardan en bilineni, dinleyicilerin konuşulan bir cümledeki eksik fonemin yerini (Eyalet valileri başkentte toplanan kendi par*amentolarıyla görüştüler) “doldurdukları” (bu eksik fonemin ( parlamentodaki /l/ sesi) silinerek yerine bir öksürük sesinin koyulmuş olduğu) durumlarda görülen fonem restorasyonu etkisidir (Warren, 1970). Hipoteze göre, bu doldurma işlemi dinleyicilerin dilsel bağlama ilişkin kavrayışları tarafından yönlendirilmektedir.

Fakat, bir kişinin Prinz’in eleştirisinin bu kısmını ne kadar ikna edici bulacağı, yine o kişinin Prinz’in bu etkilere yönelik açıklamasını ne kadar ikna edici bulduğuna bağlıdır. Örneğin McGurk etkisi, konuşma algısının her ne kadar çok modaliteli bir karaktere sahip olsa da enformansyonel olarak kapalı bir sistem olduğu iddiasıyla uyumlu gibi görünmektedir (Fodor, 1983, syf.132n.13). Eğer konuşma algısı çok modaliteli bir sistem ise, onun faaliyetlerinin hem işitsel hem de görsel enformasyondan yararlanıyor olması, konuşma algısının kapalı olduğu iddiasını çürütmek zorunda değildir. Fakat, diğer modaliteler arası etkiler, bu tür bir açıklamaya karşı durmaktadır. Örneğin ikili ışık illüzyonunda, izleyicilere, iki bip sesi ile bir ışık gösterildiğinde iki ışık gördüklerini söylemişlerdir (Shams et al., 2000). Aynı durum, kişinin gözle görülemeyen bir konumda bulunan gerçek eli ile, söz konusu elin normalde bulunması beklenen, görülebilir konumda bulunan ve son derece gerçekçi plastik elin eş zamanlı olarak fırçalanması durumunda kişide sahte elin gerçek olduğu yönünde izlenimlerin oluştuğunu gösteren plastik el illüzyonu için de geçerlidir (Botvinick & Cohen, 1998). Bu tür olgulara istinaden, McGurk etkisindekinin aksine, işlemleri duyusal enformasyonun pek çok kaynağından faydalanan tek ve alana özgü bir sistem olabilecek makul bir aday yoktur.

Fonem restorasyonu hususunda, söz konusu etki, dinleyicilerin, yüksek-düzey bağlamsal enformasyon yerine, dile özgü bir veritabanında depolanan enformasyon (özellikle de, İngilizce sözlükteki dilsel türler hakkındaki enformasyon) tarafından yönlendirilmesinden kaynaklanıyor olabilir. Bu yüzden, yukarıda açıklanmış olan fonem restorasyonu örneğinin yukarıdan aşağı (top-down) bir etki olarak sayılıp sayılamayacağı net değildir. Fakat tüm fonem restorasyonu örnekleri üzerinde kolayca uzlaşılamaz, çünkü bu olgu doldurulabilecek pek çok sözcüksel boşluğun bulunduğu durumlarda da gerçekleşebilir (Warren & Warren, 1970). Örneğin, dinleyiciler The *eel is on the axle ve The *eel is on the orange cümlelerindeki boşlukları farklı olarak doldurmaktadırlar- sırasıyla /wh/ ve /p/ sesleriyle (The wheel is on the axle [Çark aksın üzerinde], The peel is on the orange [Kabuk portakalın üzerinde])- , bu durum da konuşma algısının bağlamsal enformasyona duyarlı olduğunu göstermektedir.

Mütevazı modüleriteye karşı Prinz (2006) tarafından dile getirilmemiş olan diğer bir itiraz ise, Müller-Lyer illüzyonuna karşı müsaitlik kültür ve yaşa göre değişkenlik gösterdiğine yönelik delillerden gelmektedir. Örneğin, Batı kültüründeki yetişkinler bu illüzyona karşı, Batılı olmayan akranlarına oranla daha müsait gibi görünmektedirler; Kalahari çölündeki avcı toplayıcılarınki gibi bazı batılı olmayan kültürler, bu illüzyona karşı neredeyse tümüyle duyarsızdır ve hem batılı hem de batılı olmayan kültürler içerisinde (her zaman tüm kültürlerde görülmese de), ergenlik öncesi çağdaki çocuklar bu illüzyona karşı yetişkinlerin olduğundan daha müsaittirler (Segall, Campbell, & Herskovits, 1966). McCawley ve Henrich’e (2006) göre, bu bulgular görsel sistemlerin artzamanlı (eşzamanlının tersine) olarak nüfuz edilebilir olduklarını göstermektedirler, bu yüzden de bir kişinin illüzyon tetikleyici bir uyaranı nasıl deneyimlediği, o kişinin çok daha geniş bir zaman dilimi boyunca elde etmiş olduğu çok daha geniş algısal deneyimler sonucunda değişmektedir. McCawley ve Henrich ayrıca, bahsi geçen algıya ilişkin kültürel ve gelişimsel değişkenlik delilin, görmenin kalıtsal bir beceri olduğu, yani “görmenin insan bilişsel sisteminin içkaynaklı (endogenous) özelliklerinden birisi olduğu ve doğum esnasında büyük ölçüde belirlenmiş olmasa bile, en azından genetik olarak önceden programlanmış olduğu” ve “yeni doğanların sonradan yaşadıkları deneyimler sonucunda şekillenmeyip, bu deneyimler sonucunda tetiklendiği” görüşünün aleyhinde olduğunu iddia etmektedir (s. 83). Fakat, kendileri aynı zamanda aşağıdaki uyarıda da bulunmaktadırlar:

Ne tartıştığımız bulgulardan herhangi biri Müller-Lyer uyaranlarının eş zamanlı bilişsel nüfuz edilebilirliğini kanıtlamaktadır, ne de Segall ve diğerlerinin (1966) bulguları yetişkinlerin görsel girdi sistemlerinin artzamanlı olarak nüfuz edilebilir olduğuna ilişkin bir kanıt ortaya koyabilmektedir. Onlar sadece, kritik bir gelişimsel evrede, insanların Müller-Lyer illüzyonuna karşı olan müsaitliklerinin ciddi şekilde değişkenlik gösterdiğini ve bu varyasyonun büyük ölçüde kültürel değişkenlere bağlı olduğunu öne sürmektedirler (McCauley & Henrich, 2006, s. 99).

Böylelikle, ilgili delil mütevazı modüleritenin destekçileri tarafından uygun hale getirilebilir, çünkü doğuştancılığa yönelik çoğu yaklaşım, çevrenin- gelişim üzerindeki kültürel değişkenler de dahil olmak üzere- potansiyel etkilerine izin verilmesine açık kapı bırakmaktadır.

Bunu yapmanın faydalı bir yolu, Segal’in artzamanlı modülerite fikridir (ayrıca bkz. Scholl & Leslie, 1999). Artzamanlı modüller, gelişimleri boyunca parametrik varyasyonlar gösteren sistemlerdir. Örneğin, dil örneğinde, farklı bireyler içinde büyümüş oldukları dilsel çevreye bağlı olarak farklı dilleri konuşmayı öğrenmektedirler, fakat yine de sahip oldukları (muhtemelen doğuştan olan) Evrensel Gramer bilgisi sayesinde, temelde yatan dilsel yeti aynıdır. İnsanların Müller-Lyer illüzyonunu nasıl gördüklerine ilişkin gözlemlenen varyasyon doğrultusunda, görsel sistemin de, kendi gelişimi görsel çevrenin özellikleriyle sınırlandırılmış bir sistem olarak, dil gibi modüler bir sistem olduğu söylenebilir. Bu türden bir olasılık, girdi sistemlerinin Fodor’un belirttiği bağlamda modüler olduğu iddiasıyla da tutarlıdır.

Girdi seviyesindeki modüleritenin savunucularının karşılaştığı diğer bir zorluk ise, algısal ve dilsel sistemlerin güçlü bir lokalizasyona sahip sistemler olduğu iddiası aleyhindeki nörobilimsel delillerdir. Bir sistemin güçlü bir lokalizasyona sahip olabilmesi için, kendisine özel olarak tahsis edilmiş nöral devrelerde gerçekleşmesi gerektiğini hatırlayalım. O zaman girdi seviyelerindeki güçlü lokalizasyon, girdi sistemleriyle beyin yapıları arasında bire bir eşleşmenin varlığını zorunlu kılmaktadır. Fakat, Anderson (2010), bu tarz bir eşleşmenin olmadığını iddia etmektedir, çünkü farklı boyuttaki çoğu kortikal bölge, farklı alanlardaki pek çok farklı görevden sorumludur. Örneğin, bir dönem fuziform jirus alanındaki aktivasyonun, yüz algılamaya hususi olduğu düşünülmüştü, fakat kuşları ve arabaları algılarken de kullanıldığı ortaya çıktı (Gauthier ve diğerleri, 2000). Benzer şekilde, bir dönem Broca bölgesinin, özel olarak konuşma için ayrılmış bir bölge olduğu düşünülmüştü, fakat bu bölgenin eylemleri tanıma, eylemleri dizileme, ve motor imgeleme (imagery) süreçlerinde de rol oynadığı artık biliniyor (Tettamanti & Weniger, 2006). Fonksiyonel nörogörüntüleme çalışmaları, genel olarak bilişsel sistemlerin en iyi ihtimalle zayıf anlamda lokalize olabileceğini öne sürmektedir, yani, bilişsel sistemler ayrışık ve parçalı bölgelerde değil, onları kapsayan beyinde dağınık haldeki ağlarda gerçekleşmektedirler.

Fakat, muhtemelen girdi sistemleri seviyesindeki modüleriteye yönelik en büyük meydan okuma, görmenin bilişsel olarak nüfuz edilebilir olduğu, dolayısıyla da, enformasyonel olarak kapalı olmadığına ilişkin delillerden gelmektedir. İlk olarak Pylyshyn (1984) tarafından öne sürülmüş olan bilişsel nüfuz edilebilirlik kavramı, birbirine eşdeğer olmayan pek çok farklı şekilde tanımlanagelmiştir (Stokes, 2013), fakat temel fikir şudur: Bir algısal sistem, ancak ve ancak (if and only if) onun işlemleri, ilgili failin inançları, arzuları, niyetleri ve diğer algısal olmayan durumlarına karşı direkt ve nedensel olarak duyarlıysa bilişsel olarak nüfuz edilebilirdir. Görmenin bilişsel olarak nüfuz edilebilir olduğunu göstermeyi hedefleyen davranışsal çalışmalar, Yeni Bakış (New Look) psikolojisinin (Bruner ve Goodman, 1947) erken dönemlerine kadar uzanmakta ve bu konuya yönelik 2000’lerin başlarında yeniden canlanan bir ilgiyle günümüzde de devam etmektedir (Firestone & Scholl, 2016). Örneğin, görme kişinin motivasyonel durumlarından etkileniyor gibi görünmektedir; bu konuda yapılan çalışmalarda denekler beğenilen nesnelerin daha yakın göründüğünü (Balcetis & Dunning, 2010) ve ne olduğu belirsiz nesnelerin ise daha değerli bir sonuç ile ilişkili olarak yorumlandığı belirtmişlerdir (Balcetis & Dunning, 2006). Dahası, görme öznenin inançlarından da etkileniyor gibi görünmektedir, öyle ki uyaranların tümünün eşit parlaklığa sahip olduğu çalışmalarda, deneklerin ırksal sınıflandırma konusundaki inançları algılanan yüzün renk tonunu nasıl algıladıklarını (Levin & Banaji, 2006), ve nesnelere ilişkin sınıflandırmaları da söz konusu nesnelerin gri ölçekte görüntülerini algılama biçimlerini etkilemektedir (Hansen ve diğerleri, 2006).

Fakat, bilişsel nüfuz edilebilirlikten şüphe duyanlar, algı üzerindeki yukarıdan aşağı (top down) doğru giden etkilere ilişkin deneysel delillerin yargı, hafıza ve dikkatin nispeten periferal formları açısından da açıklanabileceğine dikkat çekmektedirler (Firestone & Scholl, 2016; Machery, 2015). Örneğin, ağır bir topu ( hafif bir topa karşı) bir hedefe fırlatmanın o cismin daha uzakta görünmesine sebep olması durumunun, öznenin hedefe olan mesafeye ilişkin tahminlerinin de sürece dahil edildiğinin bir delili olduğu iddiasını ele alalım (Witt, Proffitt, & Epstein, 2004). Topu fırlatırken harcanan daha yüksek bir eforun hedefin gerçekte olduğundan daha uzakta görünmesine sebep olması muhtemelken, aynı zamanda daha fazla mesafe tahmini yapmanın; ağır topu fırlatan bireylerin, onu vurmak tahmin ettiklerinden daha zor olduğu için hedefin daha uzakta bulunduğu sanmış olmaları da muhtemeldir (Firestone & Scholl, 2016). Gerçekten de, müteakip bir çalışmadaki katılımcılar tahminlerini sadece görsel görünümlere dayanarak yapmaları açıkça istendiğinde alınan bildirimler efor etkisine işaret etmemektedir, bu durum da söz konusu etkinin algı sonrası gerçekleştiğini göstermektedir (Woods, Philbeck, & Danoff, 2009). Yine, golf performansının golf deliklerinin büyüklüğü ve mesafesine ilişkin tahminlerin üzerinde etkili olması gibi (Witt ve Diğerleri, 2008), algı üzerinden yukarıdan aşağı (top-down) etkileri gösterdiği öne sürülen, görsel olarak dikkat edilen nesnelerin daha büyük ve daha yakın gibi görünmeye meyilli olması gibi diğer örnekler de, uzamsal dikkatin etkileri olarak açıklanabilir (Firestone & Scholl, 2016). Bu ve ilişkili değerlendirmeler, bilişsel nüfuz edilebilirliğin — ve dahi düşük seviye modülerite karşıtlığın — destekçileri tarafından gösterilmeye çalışıldığından daha zayıf olduğunu öne sürmektedir.

2.2. Fodor’un Yüksek Seviye Modülerite Karşıtı Argümanı

Şimdi de Fodor’un hipotezinin karanlık yüzüne döneceğim: merkezi sistemlerin modüler olmadığı iddiasına.

Merkezi sistemlerin başlıca görevi, algısal inançlar (belief) da dahil olmak üzere, inançların gösterilebilir olmayan çıkarımlar aracılığıyla sabitlenmesidir. Fodor (1983) bu türden bir sürecin enformasyonel olarak kapalı bir sistemde gerçekleşemeyeceğini, bu yüzden de merkezi sistemlerin modüler olmadığını iddia eder. Biraz daha açık ve anlaşılır kılmak gerekirse, Fodor’un akıl yürütmesi şu şekildedir;

1. Merkezi sistemler inanç sabitlenmesinden sorumludur.

2. İnanç sabitlenmesi izotropik ve Quinecıdır.

3. İzotropik ve Quinecı süreçler, enformasyonel olarak kapalı sistemler tarafından yerine getirilemezler.

4. İnanç sabitlenmesi enformasyonel olarak kapalı olan bir sistem tarafından gerçekleştirilemez [2. ve 3. önermelerden]

5. Modüler sistemler enformasyonel olarak kapalıdır.

6. İnanç sabitlenmesi modüler değildir [4. ve 5. önermelerden].

Dolayısıyla,

7. Merkezi sistemler modüler değildir [1. ve 6. önermelerden].

Bu argüman, her ikisi de bilim felsefesindeki doğrulama holizmi nosyonu ile ilgili olan ve bir açıklamaya ihtiyaç duyan iki terim içermektedir. “İzotropik” terimi, “bilim insanlarının bildiği her şey, prensipte, başka nelere inanmaları gerektiğinin belirlemesini ilgilendirir” yaklaşımı bakımından, inançların birbirlerine olan epistemik bağlantılılığını ifade eder. Prensipte, botanik astronomiyi, ancak “ikisini birbiriyle bağlantılı hale getirecek yollar düşünebiliyorsak” (Fodor, 1983, s. 105) sınırlandırabilir. Antony (2003), astronomi ve arkeoloji arasında, bu türden son derece çarpıcı uzun mesafeli disiplinlerarası bir etkileşim (cross-talk) örneği sunar; Carruthers (2006, s.. 356–357) evrim kuramı ile güneş fiziği arasında bağlantı kurduğu benzer bir örnek verir. Fodor’un görüşünde, bilimsel doğrulama inanç sabitlenmesine benzer olduğu için, bilimsel doğrulamanın izotropik olması, inanç sabitlemesinin de genel olarak bu niteliği taşıdığını gösterir.

Doğrulama holizminin ikinci boyutu ise doğrulamanın “Quinecı” olmasıdır, bu şu anlama gelir:

Herhangi bir hipoteze atfedilen doğrulanma derecesi tüm inanç sisteminin özelliklerine karşı duyarlıdır…. Basitlik, akla yatkınlık ve tutuculuk teorilerin, kolektif olarak alındığında bilimsel inanç bütün yapısıyla olan ilişkilerinden ötürü sahip oldukları niteliklerdir. Tutuculuğun veya basitliğin ölçüsü de, kabul sistemlerinin global nitelikleri üzerine bir ölçüt olacaktır (Fodor, 1983, s.. 107–108).

Yine burada da bilimsel düşünme ve genel olarak düşünme arasındaki analoji, inanç sabitlemenin Quinecı olduğu varsayımını vurgulamaktadır.

Hem izotropi hem de Quinecılık kapalılığı imkansız kılan özelliklerdir, çünkü bir sistemin onlara sahip olması, ilgili sistemin merkez hafızanın içeriklerine geniş çaplı bir erişiminin olmasını, dolayısıyla yüksek düzey bir bilişsel nüfuz edilebilirliği gerektirmektedir. Farklı bir şekilde ifade etmek gerekirse, izotropik ve Quinecı süreçler “lokal” değil “globaldirler”, ve global oluş da kapalılığı imkansız hale getirdiği için, izotropi ve Quinecılık da kapalılığı imkansız kılmaktadır.

Fodor açısından, bu argümanın neticesi — yani merkezi sistemlerin modüler olmaması- yüksek seviyeli bilişsel fonksiyonların bilimsel olarak çalışılması açısından kötü haberdir. Bu durum onun “Bilişsel Bilimin Yokluğunun İlk Yasası” adlı çalışmasında kurnazlıkla ifade edilmiştir, bu çalışmaya göre “bir bilişsel sürecin globalliği (örn. izotropikliği) ne kadar artarsa, onu anlayabilen kişi sayısı o kadar azalacaktır (Fodor, 1983, s. 107). Bu konudaki Fodor’un pesimizminin iki temeli vardır. Birincisi, global sistemlerin lokal beyin yapısıyla ilişkili olmaları pek mümkün olmayacaktır, bu da onları nörobilimsel açıdan çalışmayı nafile kılacaktır:

İzotropik sistemlerin parçalı (articulated) bir nöromimariyi sergilemelerinin mümkün olmadığını görmüştük. Eğer, makul göründüğü üzere, nöromimari çoğunlukla enformasyon akışı üzerindeki kısıtlamalara eşlik ediyorsa, o zaman barındırdığı her bir sürecin tüm mevcut verilere kısıtlanmamış şekilde erişiminin kısmi olduğu sistemlerde görmeyi beklediğimiz şey nöral eşpotansiyelliliktir. Buradan alınacak ders şudur, form/fonksiyon eşleşimini varlığı başarılı nöropsikolojik araştırmanın ön koşulu olduğu ölçüde, düşünmenin nöropsikolojisi açısından beklenebilecek fazla bir şey yoktur (Fodor, 1983, s. 127).

İkincisi, ve daha önemli olanı, global süreçler işlemlemesel açıklamalara karşı dirençlidirler ve bu durum onları psikolojik açıdan çalışmayı nafile kılmaktadır:

Gerçek şudur ki global sistemler — nöral gerçekleşmelerine ilişkin değerlendirmeler bir yana- işlemlemesel modeller için başlı başına kötü alanlardır — en azından bilişsel bilimcilerin kullanmaya alışkın olduğu modeller için-. Başarılı bir bilimin (psikolojide olduğu kadar fizikte de) koşulu şudur; doğa, parçalarına ayrılabileceği eklemlere; yani yapay olarak izole edilebilen ve izolasyondayken oluştuğu yerde (in situ) davrandığına benzer şekilde davranan nispeten basit altsistemlere sahip olmalıdır. Modüller bu koşulu sağlamaktadır; Quinecı/izotropik/holistik sistemler ise tanımları gereği sağlamamaktadırlar. Eğer öne sürmüş olduğum gibi, merkezi bilişsel süreçler modüler değilse, bu bilişsel bilim için çok kötü bir haberdir (Fodor, 1983, s. 128).

O zaman, Fodor açısından, yüksek seviye modülerite aleyhinde değerlendirmeler aynı zamanda yüksek seviyeli bilişe dair kuvvetli bir bilimin de aleyhindedirler — bu sonuç, çoğu bilişsel bilimciyi ve zihin felsefecisi düşünüldüğünde, mutluluk verici bir sonuç değildir.

İç karartıcı çıkarımlarını bir kenara koyarsak, Fodor’un yüksek seviye modülerite karşıtı argümanı karşı koyulması zor bir argümandır. Mutabık kalınamayan başlıca konular şunlardır; birincisi, globallik ve kapalılık arasındaki negatif ilişki; ikincisi, kapalılık ve modülerite arasındaki pozitif ilişki. Tüm bunları bir araya getirdiğimizde, globallik ve modülerite arasında negatif bir ilişki elde ederiz: süreç daha global oldukça, bu süreci yerine getiren sistem daha az modüler olmaktadır. Bu bakımdan, argümanın vardığı sonucu engellemenin sadece üç tane yolu var gibi görünmektedir:

1. Merkezi süreçlerin global olduğunu reddetmek

2. Globallik ve kapalılık arasında negatif bir ilişki olduğunu reddetmek

3. Kapalılık ve modülerite arasında pozitif bir ilişki olduğunu reddetmek

Bu üç seçenek içerisinden, ikinci seçenek en az cazip görünendir, çünkü globallik ve kapalılığın zıt yönlerde çekiştiği, adeta kavramsal bir gerçekmiş (conceptual truth) gibi görünmektedir. İlk seçenek çok az daha çekicidir, ama sadece çok az daha. Merkezi süreçlerin — her ne kadar bilimin önerdiği doğrulama süreci kadar global olmasa bile- nispeten global olduğu fikrini inkâr etmek güçtür. Ve karşı argümanın ihtiyaç duyduğu yegâne şey de budur.

Geriye sadece üçüncü seçenek kalmaktadır: modüleritenin kapalılığı gerektirdiğinin reddedilmesi. Aslına bakılırsa bu, Carruthers’in (2006) izlediği stratejidir. Daha spesifik olarak dile getirmek gerekirse, Carruthers iki tür kapalılık arasında bir ayrıma gitmektedir: “dar kapsam” ve “geniş kapsam”. Eğer bir sistem kendi veri işlemesi esnasında kendisinin dışında bulunan hiçbir enformasyondan yararlanamıyorsa, o zaman dar kapsamda kapalıdır. Bu tanım Fodor’un kullanmış olduğu kapalılık kavramına karşılık gelmektedir. Bunun aksine, geniş kapsamda kapalı olan bir sistem işlemleri sırasında dışsal enformasyondan faydalanabilmektedir fakat söz konusu enformasyonun tamamından faydalanamamaktadır (Karşılaştırma: “Hiçbir dışsal enformasyon erişilebilir değildir”e karşıt olarak “Bazı dışsal enformasyon erişilebilirdir”). Bu Fodor’un kullandığından daha zayıf anlamdaki bir kapalılıktır. Aslında, Carruthers’in “kapalılık” terimini bu bağlamda kullanması, geniş kapsamda kapalı sistemlerin Fodorcu anlamda aslında kapalı olmayan sistemler olması dolayısıyla bir miktar yanıltıcıdır (Prinz, 2006).

Modüller üzerindeki (dar kapsamlı) kapalılık zorunluğunun ortadan kaldırılması ortaya pek çok meselenin çıkmasına sebep olmuştur, sistem düzeyindeki işlevsel ayrışmayı açıklamak için modülerite hipotezinin gücünü azaltması gibi. Bununla beraber, eğer modülerite sadece geniş kapsamlı kapalılığı gerektiriyorsa, o zaman Fodor’un merkezi modülerite karşıtı argümanı artık geçerli değildir. Fakat, Fodorcu modülerite açısından dar kapsamlı kapalılığın önemi göz önüne alınırsa, o zaman söylenebilecek tek şey merkezi sistemlerin Fodorcu olmayan bir bağlamda modüler olabileceğidir. Merkezi sistemlerin Fodorcu anlamda modüler olmadığı şeklindeki orijinal argüman — ve bununla birlikte, mütevazı modülerite tezinin negatif yönünü savunmaya yönelik motivasyon- hala dimdik ayaktadır.

3. Post-Fodorcu Modülerite

Masif modülerite hipotezine göre, zihin, inanç sabitleme, problem çözme, planlama vb. yüksek seviye bilişsel fonksiyonlardan sorumlu olan kısımları da dahil olmak üzere, tepeden tırnağa modülerdir. Başlangıçta evrimsel psikolojinin savunucuları (Sperber, 1994, 2002; Cosmides & Tooby, 1992; Pinker, 1997; Barrett, 2005; Barrett & Kurzban, 2006) tarafından dile getirilmiş ve desteklenmiş olan bu hipoteze yönelik en kapsamlı ve sofistike savunu Carruthers (2006) tarafından geliştirilmiştir. Fakat, bu savununun detaylarına girmeden önce, nasıl bir modülerite kavramının söz konusu olduğunu kısaca değerlendirmemiz gerekmektedir.

Burada belirtilmesi gereken temel nokta, işlemsel (operative) modülerite nosyonunun geleneksel Fodorcu nosyondan ciddi anlamda farklı olduğudur. Bu noktada Carruthers son derece nettir:

[Eğer] bir masif zihinsel modülerite tezi bir noktaya kadar akla yatkın olacak ise, o zaman “modül” derken “Fodor modülünü” kastediyor olamayız. Özellikle, kişiye özel dönüştürücülere sahip olmak, sığ çıktılar, hızlı işleme, belirgin kalıtsallık veya kalıtsal yönlendirme ve kapalılık gibi nitelikler büyük olasılıkla çıkarılmak zorunda olacaktır. Bu durum bizi; modüllerin, tümü veya hemen hemen tümü alana özgü olan (içerik bağlamında), izole edilebilir, işleve özgü veri işleme sistemleri olabilen, onların faaliyetlerinin iradeye tabi olmadığı, bunun yerine spesifik nöral yapılarla (bazen uzamsal olarak dağınık olsalar bile) ilişkili olduğu ve onların içsel faaliyetlerinin bilişin geri kalanı tarafından erişilemez olabileceği görüşüyle baş başa bırakır (Carruthers, 2006, s. 12)

Bu durumda, Carruthers modülleri, Fodor modülleriyle ilgili olan orijinal dokuz özellikten en fazla beş tanesine sahip olabilir: ayrışabilirlik, alana özgülük, otomatiklik, nöral bölgeselleştirilebilme ve merkezi erişilemezlik. Dikkat çekici bir biçimde, Fodor’un modülerite yaklaşımındaki en temel özellik olan enformasyonel kapalılık bu listede yoktur. Dahası Carruthers alana özgülük, otomatiklik ve güçlü bölgeselleştirilebilirlik (bu özellik modüller arasında görevlerin paylaşılmasına imkan vermemektedir) özelliklerini de beş özelliğin bulunduğu ilk listeden çıkarmaktadır ki, bu durum onun modülerite anlayışını daha da belirsiz bir hale getirmektedir (Carruthers, 2006, s. 62). Literatürde yer alan diğer öneriler de, bir sistemin modüler olarak nitelendirilebilmesi için sahip olması gereken özellikler yönünden benzer şekilde müsamahakardır (Coltheart, 1999; Barrett & Kurzban, 2006).

İlk noktayla ilişkili olan ikinci bir nokta ise, , masif modülerite savunucularının, zihnin girdi sistemleri seviyesinde modüler olduğunu itirazsız olarak kabul ettikleri ve onların başlıca endişesinin merkezi bilişin modüleritesini savunmak olduğudur. Bu yüzden, Carruthers gibi kuramcılar için söz konusu hipotez en doğru şekilde iki iddianın birleşimi olarak anlaşılabilir: birincisi, girdi sistemleri dar kapsamlı kapalılığı gerektirecek şekilde modülerdir; ikincisi, merkezi sistemler de modülerdirler, fakat dar kapsamlılığı geliştirmeyecek bir tarzda. Masif modüleriteyi savunurken, Carruthers bu iddialardan ikincisine odaklanmaktadır, dolayısıyla biz de öyle yapacağız.

3.1. Masif Modülerite İddiası

Carruthers’in (2006) en merkezi konumdaki iddiası masif modülerite lehine üç argüman içerir: Tasarım Argümanı, Hayvan Argümanı, İşlemlemesel Çözülebilirlik (Tractability) Argümanı. Tüm bunları sırayla kısaca değerlendirelim.

Tasarım Argüman şu şekildedir:

1. Biyolojik sistemler tasarlanmış sistemlerdir ve aşamalı olarak inşa edilmişlerdir.

2. Bu tür sistemler, kompleks olduklarında, her tarafa yayılacak şekilde modüler bir tarzda, yani, ayrı ayrı değiştirilebilir, işlevsel açıdan otonom bileşenlerin hiyerarşik bir birleşimi olarak düzenlenmek zorundadırlar.

3. İnsan zihni biyolojik bir sistemdir ve komplekstir.

4. Dolayısıyla, insan zihni düzenlenişi bakımından (muhtemelen) modülerdir (Carruthers, 2006, s. 25)

Bu argümanın düğüm noktası, kompleks biyolojik sistemlerin modüler bir şekilde organize olmadığı takdirde — modüler organizasyon sistemin her bir bileşeninin (yani her bir modülün) değiştirilmek için diğerlerinden bağımsız olarak seçilebiliyor olmasını zorunlu kılar- evrimleşemeyeceği fikridir. Başka bir ifadeyle, bir bütün olarak sistemin evrilebilirliği parçalarının bağımsız olarak evrilebilir olmasını gerektirmektedir. Bu varsayımla ilgili problemin iki yönü vardır (Woodward & Cowie, 2004). Birincisi, tüm biyolojik özellikler bağımsız olarak değiştirilebilir değildir. Örneğin, iki akciğere sahip olma, bir organizmanın diğer özellikleri değiştirilmeden değiştirilemeyecek bir özelliktir, çünkü akciğerlerin sayısal çokluğunun altında yatan genetik ve gelişimsel mekanizmalar nedensel olarak iki taraflı (bilateral) simetrinin altında yatan genetik ve gelişimsel mekanizmalara bağlıdır. İkincisi, nörojenez üzerindeki gelişimsel kısıtlar belli bir beyin bölgesinin diğerlerinden bağımsız olarak değiştirilmesine olanak vermiyor gibi görünmektedir. O halde, bir bilişsel özellikle ilgili nöral devrelerin evrilmesinin diğer özelliklerle ilgili nöral devrelerin de değişmesine yol açacağını düşünürsek, bu durum doğal seçilimin bilişsel özellikleri birbirlerinden izole olarak değiştiremeyeceğini göstermektedir,

Tasarım Argümanıyla ilgili diğer bir endişe ise, onun vardığı sonuç (zihnin organizasyonel olarak masif modüler olduğu iddiası) ile ilgili hipotez (zihnin bütünüyle masif modüler olduğu iddiası) arasındaki boşlukla ilgilidir. Buradaki temel endişe şudur; Carruthers’e göre bir sistemin modüleritesi, onun sadece iki özelliğe sahip olduğunu ima eder; işlevsel ayrışabilirlik ve dışsal gözetim tarafından veri işlemelerine erişilemezlik. Şimdi bir sistemin organizasyonel açıdan masif modüler olduğunu varsayalım. Bu durumda, modüler organizasyonun tanımından kaynaklı olarak, bu sistemin bileşenleri işlevsel olarak otonom ve ayrı ayrı değiştirilebilir olmalıdır. Her ne kadar işlevsel otonomi ayrışabilirliği garanti etse de, ayrı ayrı değiştirilebilirliğin neden dışsal gözetim tarafından erişilemezliği garanti ettiği açık değildir. Carruthers’e göre, bu durumun gerekçesi şudur: “eğer bir sistemin içsel işlemleri (örn. kullanılan algoritmaların detayları) başka bir yer tarafından erişilebilir olsaydı, o zaman o faaliyetlerin değiştirilebilmesi, sistemde ona erişebilen yerlerde ona denk bazı değişiklikler yapılmadığı takdirde mümkün olmazdı” (Carruthers, 2006, s. 61). Fakat bu tartışmaya açık bir varsayımdır. Bu yaklaşımın tam zıttı şekilde, bir sistemin içsel işlemlerinin, gözlenen veri işlemenin detaylarına bakmaksızın aynı şekilde işlev gören bir gözetim mekanizması vasıtasıyla ikinci bir sistem tarafından erişilebilir olması durumu makul görünmektedir. En azından, ayrı ayrı değiştirilebilirliğin dışsal gözetim tarafından erişilemezliği zorunlu kıldığı iddiası, Carruthers’in sağladığından daha fazla gerekçelendirmeye ihtiyaç duymaktadır.

Kısacası, Tasarım Argümanı pek çok farklı itiraza konudur. Neyse ki, Cosmides ve Tooby’e (1992) göre, bu argümana yakın ve biraz daha güçlü başka bir argüman mevcuttur. Bu argüman şöyledir:

1. İnsan zihni doğal seçilimin bir ürünüdür.

2. Hayatta kalmak ve üremek için, atalarımız, sürekli tekrarlayan pek çok adaptif problemi (yiyecek bulma, barınak, çiftleşme vb.) çözmek zorundaydılar.

3. Adaptif problemler modüler sistemler tarafından, modüler olmayan sistemlere kıyasla daha hızlı, daha etkin ve daha güvenilir bir şekilde çözülebildiğinden ötürü, doğal seçilim masif modüler bir yapının evrimine yardım etmiş olmalıdır.

4. Dolayısıyla, insan zihni (muhtemelen) masif modülerdir.

Bu argümanın gücü en çok üçüncü öncülün gücüne bağlıdır. Fakat en kibar tabirle, bu öncülün gücü konusunda herkes ikna olmuş değildir (Fodor, 2000; Samuels, 2000; Woodward & Cowie, 2004). Birincisi, bu öncül adaptasyoncu akıl yürütmeye örnek oluşturmaktadır ve biyoloji felsefesinde adaptasyonculuğa yönelik eleştirilerin sayısı, bu öncülü eleştirenlerin getirmiş olduğu eleştirilerden daha fazladır. İkincisi, genel olarak adaptif problem çözmenin, çok fazla sayıdaki özelleşmiş problem çözme araçlarıyla başarılı olmasının, özelleştirilmiş programların yer aldığı bir “kütüphaneye” erişimi olan daha az sayıdaki genel problem çözme araçlarıyla başarılı olmasından daha kolay olacağı da şüphelidir (Samuels, 2000). Bu yüzden, masif modülerite hipotezi ilk türdeki — evrimsel psikologların zihin için kullandıkları “İsviçre Çakısı” metaforunun ima ettiği (Cosmides & Tooby, 1992)- yapıyı var saydığı sürece, bu öncül zayıftır.

Bununla ilişkili diğer bir argüman ise Hayvan Argümanıdır. Tasarım Argümanının aksine, bu argüman hiçbir zaman Carruthers’in (2006) eserinde açıkça ifade edilmemiştir. Fakat Wilson’a (2008) göre, bu argümanın makul bir rekonstrüksiyonu şu şekildedir:

1. Hayvan zihinleri masif modülerdir.

2. İnsan zihinleri hayvan zihinlerinin tedrici (incremental) uzantılarıdır.

3. Dolayısıyla, insan zihni (muhtemelen) masif modülerdir.

Maalesef ki, masif modülerite destekçileri için, bu argüman da tıpkı Tasarım Argümanı gibi pek çok argümana karşı zayıftır (Wilson 2008). Burada bunlardan iki tanesine değineceğiz. Birincisi, hayvan zihinlerinin işlemsel anlamda masif modüler olduğu iddiasını savunmak kolay değildir. Her ne kadar Carruthers (2006) bunu yapmak için cesurca her türlü yola başvurmuş olsa da, bahsettiği deliller — örn. hayvan öğrenme mekanizmalarının alana özgülüğüne ilişkin olanlar, Gallistel, 1990- ihtiyaç duyulan delilden daha azına tekabül etmektedir. Buradaki problem şudur; alana özgülük Carruthers tarzı modülerite için yeterli değildir; hatta Carruthers’in yaklaşımında alana özgülük modüleritenin ana özelliklerinden biri bile değildir. Yani argüman daha ilk adımda bocalamaktadır. İkincisi, hayvan zihinleri masif modüler olsa ve hatta hayvan zihinlerinin tedrici uzantıları bu özelliği muhafaza ediyor olsa bile, hayvan zihinlerinin bu türdeki bir dizi uzantısının bu özelliğin ortadan kalkmasına sebep olması da son derece olasıdır. Diğer bir deyişle, Wilson’ın da (2008) belirttiği gibi masif modüleritenin korunumunun geçişken olduğu varsayılamaz ve bu varsayım olmadan da, Hayvan Argümanı kabul edilemez.

Son argüman İşlemlemesel Çözülebilirlik Argümanıdır (Carruthers, 2006, s. 44–59). Bu argümanın amacı doğrultusunda, bir zihinsel sürecin; algoritmik düzeyde, verili zaman, enerji ve insan bilişi üzerindeki diğer kaynak kısıtları altında ilgili sürecin yerine getirilmesini sağlayacak şekilde belirtilebiliyorsa “işlemlemesel olarak çözülebilir” olduğunu varsayalım (Samuels, 2005). Ayrıca bir sistemin, işlemleri esnasında dış kaynaklı olan en azından bazı enformasyonlara erişiminin bulunmadığı takdirde “kapalı” olarak nitelendirilebileceği varsayımında da bulunalım.

1. Zihin işlemlemesel olarak gerçekleştirilir.

2. Tüm işlemlemesel zihinsel süreçler çözülebilir olmak zorundadır.

3. Çözülebilir veri işleme sadece kapalı sistemlerde mümkündür.

4. Bu yüzden, zihnin tümü kapalı olan sistemlerden meydana gelmek zorundadır.

5. Dolayısıyla, zihin (muhtemelen) masif modülerdir.

Fakat bu argümanla ilgili iki problem vardır. İlk problem, çözülebilirliğin kapalılığı- yani veri işleme sırasında en azından bazı dış kaynaklı enformasyona erişilememesi durumunu- gerektirdiğini ifade eden üçüncü öncülle ilgilidir. Gerçekte ise çözülebilirlik “ilgili mekanizmanın işlemleri sırasında tüm enformasyona erişememesi şeklinde” daha zayıf bir gereksinime sahiptir (Samuels, 2005). Diğer bir deyişle, bir sistemin bir veritabanına sınırsız bir erişimi olmasına rağmen, fiilen o veritabanının tüm içeriklerine erişim sağlamıyor olması mümkündür. Her ne kadar çözülebilir işlemleme tam kapsamlı aramaya (exhaustive search) imkan vermese bile, örneğin, kapalı olmayan mekanizmaların tam kapsamlı arama ile meşgul olmaları gerekmemektedir, dolayısıyla çözülebilirlik kapalılığı gerektirmemektedir. Bu argümanla ilgili ikinci problem ise argümanın son adımıyla ilgilidir. Her ne kadar birisinin modüler sistemlerin kapalı olmak zorunda olduğunu akla uygun biçimde varsayması mümkün olsa da, bunun tam zıttı için aynı durum geçerli değildir. Gerçekten de, Carruthers (2006) kendi modülerite karakterizayonunda kapalılık konusuna hiç değinmemiştir, dolayısıyla bir kişinin yaygın (pervasive) kapalılıkla ilgili bir iddiadan yaygın modülerite ile ilgili bir iddiaya nasıl ulaşabileceği net değildir.

Sonuç olarak, masif modülerite lehinde ikna edici genel argümanlar bulmak son derece zordur. Yüksek seviye bilişin modüleritesinin olanaklılığı henüz tümüyle bir kenara bırakılmış olmasa da, bu durum, özellikle hipotezi direkt olarak destekleyen ampirik kanıtların yetersizliği de göz önünde bulundurulduğunda şüpheye sebep olmaktadır (Robbins, 2013). Örneğin, sosyal değiş tokuş hakkında düşünme becerisine, alana özgü, işlevsel olarak ayrışabilir ve doğuştan gelen bir mekanizmanın hizmet ettiği öne sürülmüştür (Stone ve diğerleri, 2002; Sugiyama ve diğerleri, 2002). Fakat sosyal değiş tokuşa ilişkin akıl yürütme eksikliklerinin izole şekilde değil, diğer sosyal-bilişsel bozulmalarla birlikte gerçekleştiği anlaşılmıştır (Prinz, 2006). Yüksek seviye düşünce okuma (high-level mind reading) gibi, merkezi bilişin diğer alanlarının modüleritesi hakkındaki şüphe de gündemde olan bir konudur (Currie & Sterelny, 2000). Örneğin, Asperger sendromu ve yüksek işlevli otizme özgü olan türdeki düşünce okuma bozuklukları, duyusal veri işleme ve yürütücü işlev (executive function) bozukluklarıyla birlikte gerçekleşmektedir (Frith, 2003). Genel olarak, elimizde bulunan ve yüksek seviye modülerite fikrini destekleyecek nöropsikolojik kanıtların sayısı son derece azdır.

3.2. Masif Modülerite hakkındaki şüpheler

Masif modülerite lehinde genel kuramsal argümanlar olduğu gibi, ona karşıt genel kuramsal argümanlar da mevcuttur. Bu argümanlardan biri Fodor’un (2000) “Girdi Problemi (Input Problem)”dir. Problem şudur; zihnin yapısının tepeden tırnağa modüler olduğunu ve tüm zihnin alana özgü mekanizmalardan oluştuğunu varsayalım. Bu durumda, tüm düşük seviye (girdi) sistemlerin çıktılarının gereğine uygun şekilde özelleşmiş yüksek seviye (merkezi) sisteme işlenmesi için gönderilmesi gerekmektedir. Fakat bu gönderim, ilk varsayımımızla çelişecek şekilde, sadece alandan bağımsız ve modüler olmayan bir mekanizma tarafından gerçekleştirilebilir. Bu probleme yanıt olarak, Barrett (2005) masif modüler bir mimarinin Fodor’un öngördüğü tarzda alandan bağımsız bir gönderim aracını gerektirmediğini öne sürmüştür. Yine Barrett’ın öne sürdüğü alternatif bir diğer çözüm ise, Barrett’ın isimlendirmesiyle “enzimatik işlemleme”dir. Bu modelde, düşük seviye sistemler çıktılarını, her merkezi sistemin, kendi alanıyla eşleşen çıktılar tarafından müstakil olarak aktive edildiği merkezce erişilebilir bir çalışma alanında bir araya getirirler. Bu enzimlerin müstakil olarak kendi spesifik şablonlarıyla eşleşen altyapılarla (substrate) bağlanmalarıyla hemen hemen aynı şekilde gerçekleşir. Enzimler gibi, yapının merkezi seviyesinde özelleşmiş işlemlemesel araçlar da sınırlı çeşitlilikteki girdileri kabul ederler (biyokimyasal altyapılara benzer şekilde), bu girdi üzerinde özelleşmiş işlemler gerçekleştirirler (biyokimyasal reaksiyonlara benzer şekilde) ve diğer işlemlemesel araçlar tarafından kullanılabilecek formatta çıktılar üretirler (biyokimyasal ürünlere benzer şekilde). Bu durum, düşük seviye ve yüksek seviye sistemler arasında aracılık edecek alandan bağımsız (dolayısıyla da modüler olmayan) bir mekanizmaya olan ihtiyacı ortadan kaldırmaktadır.

Masif modüleriteyle ilgili ikinci problem ise “Alan Entegrasyonu Problemidir” (Carruthers, 2006). Buradaki problem şudur: akıl yürütme, planlama, karar verme ve diğer türdeki yüksek seviye biliş, rutin olarak, içeriği tek bir alanı aşacak şekilde kavramsal olarak yapılandırılmış temsillerin üretimini içerir. Bu da, çeşitli alanlardaki temsilleri entegre edecek bazı mekanizmaların olması gerektiği anlamına gelir. Fakat bu tür bir mekanizma alana özgü değil, alandan bağımsız olacaktır ve bundan ötürü de modüler olmayacaktır. Fakat, tıpkı Girdi Problemindeki gibi, Alan Entegrasyonu Problemi de aşılmaz değildir. Olası çözümlerden biri, dil sisteminin dilsel olarak kodlanmış kavramsal temsilleri dönüştürme becerisine sahip olmasından dolayı, içerik entegre edici rolü yerine getirecek kapasiteye de sahip olduğunu öne sürmektir (Hermer & Spelke, 1996; Carruthers, 2002, 2006). Bu görüşe göre, dil alandan bağımsız düşüncenin taşıtıdır.

Masif modüleriteye yönelik ampirik itirazların pek çok farklı biçimi vardır. Her şeyden önce, beyin yapısının doğuştan belirlendiği fikrine karşıt bir olgu olan gelişimsel plastisitenin varlığına ilişkin nörobiyolojik delil mevcuttur (Buller, 2005; Buller ve Hardcastle, 2000). Fakat, masif modüleritenin tüm savunucuları modüllerin doğuştan belirlenmiş olduğunu iddia etmemektedir (Carruthers, 2006; Kurzban, Tooby, ve Cosmides, 2001). Dahası, spesifik genlerin hem insanlar hem de hayvanlarda kortikal yapının normal gelişimiyle bağlantılı olduğuna yönelik deliller göz önüne alındığında, nörobiyolojik kayıtların doğuştancılık ile ne ölçüde bağdaşmazlık içerisinde olduğu da belirsizdir (Machery & Barrett, 2008; Ramus, 2006).

Masif modülerite aleyhindeki delillerin diğer bir kaynağı, yüksek seviye bilişteki bireysel farklılıklar üzerine yapılan araştırmalardır (Rabaglia, Marcus, & Lane, 2011). Bu farklılıkların alanlar üstü şekilde güçlü bir pozitif ilişki göstermeye meyilli olması, — bu olguya “pozitif çokluluk (manifold)” denir — yüksek seviye bilişsel becerilere, bir grup özelleşmiş modül tarafından değil, alandan bağımsız bir mekanizmanın hizmet ettiği izlenimini uyandırmaktadır. Fakat, pozitif çokluluğun alternatif bir açıklaması daha vardır. Post-Fodorcu modüllerin bazı parçaları paylaşması mümkün olduğu için(Carruthers, 2006), gözlemlenen ilişkiler pek çok alana özgü mekanizmayı kapsayan bileşenlerin işleyişindeki bireysel farklılıklardan da kaynaklanıyor olabilir.

4. Modülerite ve felsefe

Modüleriteye olan ilgi bilişsel bilim ve zihin felsefesi alanlarıyla sınırlı değildir: ona olan ilgi birbiriyle ilişkili pek çok farklı alana uzanmaktadır. Epistemoloji alanında, nötr-teori türü bir gözlemin geçerliliğini ve bunun sonucu olarak da farklı kuramsal bağlılıkları olan bilim insanları arasında bir dereceye kadar konsensusa varılması olasılığını savunmak için modüleriteye başvurulmuştur (Fodor, 1984). Bu konu üzerine sonradan ortaya çıkan tartışmaların (Churchland, 1988; Fodor, 1988; McCauley & Henrich, 2006), bilim felsefesinin geneli için, özellikle de bilimsel realizmin statüsü konusundaki ihtilaflar konusunda halen önemlidir. Bununla ilişkili olarak, algının bilişsel nüfuz edilebilirliğine ilişkin deliller algısal inançların meşruiyeti konusunda endişelerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur (Siegel, 2012; Stokes, 2012). Etik alanında, bu türden deliller, ahlaki epistemolojinin bir açıklaması olarak ahlaki sezgiselciliğin üzerine gölge düşürmek için kullanılmıştır (Cowan, 2014). Dil felsefesi alanında, modülerite dilsel iletişimin kuramlaştırılması noktasında, örneğin, bağıntı kuramcılarının (relevance theory) konuşma yorumlamanın, tüm pragmatik yönleriyle modüler bir süreç olduğu fikrini ileri sürmelerinde rol oynamıştır (Sperber & Wilson, 2002). Modülerite ayrıca semantik ve pragmatik alanları arasına bir sınır çekmek ve semantik minimalizmin son derece yalın bir versiyonunu savunmak için de kullanılmıştır (Borg, 2004). Modülerite kuramının bu yayılımlarının başarısı tartışma konusu olsa da (örn. semantiğin modüleritesi konusundaki şüpheler için bkz. Robbins, 2007), onların varlığı, modülerite kavramının felsefi soruşturmalarla pek çok farklı alan üzerinden ilişkili olduğunu kanıtlamaktadır.

Kaynakça

· Anderson, M. L., 2010. Neural reuse: A fundamental organizational principle of the brain. Behavioral and Brain Sciences, 33: 245–313.
· — –, 2014. After phrenology: Neural reuse and the interactive brain, Cambridge, MA: MIT Press.
· Antony, L. M., 2003. Rabbit-pots and supernovas: On the relevance of psychological data to linguistic theory. In A. Barber (ed.), Epistemology of Language, Oxford: Oxford University Press, pp. 47–68.
· Arbib, M., 1987. Modularity and interaction of brain regions underlying visuomotor coordination. In J. L. Garfield (ed.), Modularity in Knowledge Representation and Natural-Language Understanding, Cambridge, MA: MIT Press, pp. 333–363.
· Ariew, A., 1999. Innateness is canalization: In defense of a developmental account of innateness. In V. G. Hardcastle (ed.), Where Biology Meets Psychology, Cambridge, MA: MIT Press, pp. 117–138.
· Balcetis, E. and Dunning, D., 2006. See what you want to see: Motivational influences on visual perception. Journal of Personality and Social Psychology, 91: 612–625.
· — –, 2010. Wishful seeing: More desired objects are seen as closer. Psychological Science, 21: 147–152.
· Bargh, J. A. and Chartrand, T. L., 1999. The unbearable automaticity of being. American Psychologist, 54: 462–479.
· Barrett, H. C., 2005. Enzymatic computation and cognitive modularity. Mind & Language, 20: 259–287.
· Barrett, H. C. and Kurzban, R., 2006. Modularity in cognition: Framing the debate. Psychological Review, 113: 628–647.
· Borg, E., 2004. Minimal Semantics, Oxford: Oxford University Press.
· Bruner, J. and Goodman, C. C., 1947. Value and need as organizing factors in perception. Journal of Abnormal and Social Psychology, 42: 33–44.
· Barrett, H. C. and Kurzban, R., 2006. Modularity in cognition: Framing the debate. Psychological Review, 113: 628–647.
· Buller, D., 2005. Adapting Minds, Cambridge, MA: MIT Press.
· Buller, D. and Hardcastle, V. G., 2000. Evolutionary psychology, meet developmental neurobiology: Against promiscuous modularity. Brain and Mind, 1: 302–325.
· Carruthers, P., 2002. The cognitive functions of language. Behavioral and Brain Sciences, 25: 657–725.
· — –, 2006. The Architecture of the Mind, Oxford: Oxford University Press.
· Churchland, P., 1988. Perceptual plasticity and theoretical neutrality: A reply to Jerry Fodor. Philosophy of Science, 55: 167–187.
· Coltheart, M., 1999. Modularity and cognition. Trends in Cognitive Sciences, 3: 115–120.
· Cosmides, L. and Tooby, J., 1992. Cognitive adaptations for social exchange. In J. Barkow, L. Cosmides, and J. Tooby, eds., The Adapted Mind, Oxford: Oxford University Press, pp. 163–228.
· Cowan, R., 2014. Cognitive penetrability and ethical perception. Review of Philosophy and Psychology, 6: 665–682.
· Cowie, F., 1999. What’s Within? Nativism Reconsidered, Oxford: Oxford University Press.
· Currie, G. and Sterelny, K., 2000. How to think about the modularity of mind-reading. Philosophical Quarterly, 50: 145–160.
· Firestone, C. and Scholl, B. J., 2016. Cognition does not affect perception: Evaluating the evidence for “top-down” effects. Behavioral and Brain Sciences, 39.
· Fodor, J. A., 1983. The Modularity of Mind, Cambridge, MA: MIT Press.
· — –, 1984. Observation reconsidered. Philosophy of Science, 51: 23–43.
· — –, 1988. A reply to Churchland’s “Perceptual plasticity and theoretical neutrality.” Philosophy of Science, 55: 188–198.
· — –, 2000. The Mind Doesn’t Work That Way, Cambridge, MA: MIT Press.
· Frith, U., 2003. Autism: Explaining the enigma, 2nd edition, Malden, MA: Wiley-Blackwell.
· Gauthier, I., Skudlarski, P., Gore, J.C., and Anderson, A. W., 2000. Expertise for cars and birds recruits brain areas involved in face recognition. Nature Neuroscience, 3: 191–197.
· Hansen, T., Olkkonen, M., Walter, S., and Gegenfurtner, K. R., 2006. Memory modulates color appearance. Nature Neuroscience, 9: 1367–1368.
· Hermer, L. and Spelke, E. S., 1996. Modularity and development: The case of spatial reorientation. Cognition, 61: 195–232.
· Kurzban, R., Tooby, J., and Cosmides, L., 2001. Can race be erased? Coalitional computation and social categorization. Proceedings of the National Academy of Sciences, 98: 15387–15392.
· Levin, D. and Banaji, M., 2006. Distortions in the perceived lightness of faces: The role of race categories. Journal of Experimental Psychology: General, 135: 501–512.
· Machery, E., 2015. Cognitive penetrability: A no-progress report. In J. Zeimbekis and A. Raftopoulos (eds.), The Cognitive Penetrability of Perception: New Philosophical Perspectives, Oxford: Oxford University Press.
· Machery, E. and Barrett, H. C., 2006. Debunking Adapting Minds. Philosophy of Science, 73: 232–246.
· Marslen-Wilson, W. and Tyler, L. K., 1987. Against modularity. In J. L. Garfield (ed.), Modularity in Knowledge Representation and Natural-Language Understanding, Cambridge, MA: MIT Press.
· McCauley, R. N. and Henrich, J., 2006. Susceptibility to the Müller-Lyer illusion, theory-neutral observation, and the diachronic penetrability of the visual input system. Philosophical Psychology, 19: 79–101.
· McGurk, H. and Macdonald, J., 1976. Hearing lips and seeing voices. Nature, 391: 756.
· Pinker, S., 1997. How the Mind Works, New York: W. W. Norton & Company.
· Prinz, J. J., 2006. Is the mind really modular? In R. Stainton (ed.), Contemporary Debates in Cognitive Science, Oxford: Blackwell, pp. 22–36.
· Pylyshyn, Z., 1984. Computation and Cognition, Cambridge, MA: MIT Press.
· — –, 1999. Is vision continuous with cognition? The case for cognitive penetrability of vision. Behavioral and Brain Sciences, 22: 341–423.
· Rabaglia, C. D., Marcus, G. F., and Lane, S. P., 2011. What can individual differences tell us about the specialization of function? Cognitive Neuropsychology, 28: 288–303.
· Ramus, F., 2006. Genes, brain, and cognition: A roadmap for the cognitive scientist. Cognition, 101: 247–269.
· Robbins, P., 2007. Minimalism and modularity. In G. Preyer and G. Peter, eds., Context-Sensitivity and Semantic Minimalism, Oxford: Oxford University Press, pp. 303–319.
· — –, 2013. Modularity and mental architecture. WIREs Cognitive Science, 4: 641–649.
· Rosch, E., Mervis, C., Gray, W., Johnson, D., and Boyes-Braem, P. (1976). Basic objects in natural categories. Cognitive Psychology, 8: 382–439.
· Samuels, R., 2000. Massively modular minds: Evolutionary psychology and cognitive architecture. In P. Carruthers and A. Chamberlain, eds., Evolution and the Human Mind, Cambridge: Cambridge University Press, pp. 13–46.
· — –, 2005. The complexity of cognition: Tractability arguments for massive modularity. In P. Carruthers, S. Laurence, and S. Stich, eds., The Innate Mind: Structure and Contents, Oxford: Oxford University Press, pp. 107–121.
· Scholl, B. J. and Leslie, A. M., 1999. Modularity, development and ‘theory of mind’. Mind & Language, 14: 131–153.
· Segal, G., 1996. The modularity of theory of mind. In P. Carruthers and P. K. Smith, eds., Theories of Theories of Mind, Cambridge: Cambridge University Press, pp. 141–157.
· Segall, M., Campbell, D. and Herskovits, M. J., 1966. The Influence of Culture on Visual Perception, New York: Bobbs-Merrill.
· Shams, L., Kamitani, Y., and Shimojo, S., 2000. Illusions: What you see is what you hear. Nature, 408: 788.
· Siegel, S., 2011. Cognitive penetrability and perceptual justification. Nous, 46: 201–222.
· Spelke, E., 1994. Initial knowledge: Six suggestions. Cognition, 50: 435–445.
· Sperber, D., 1994. The modularity of thought and the epidemiology of representations. In L. A. Hirschfeld and S. A. Gelman (eds.), Mapping the Mind, Cambridge: Cambridge University Press, pp. 39–67.
· — –, 2002. In defense of massive modularity. In I. Dupoux (ed.), Language, Brain, and Cognitive Development, Cambridge, MA: MIT Press, pp. 47–57.
· Sperber, D. and Wilson, D., 2002. Pragmatics, modularity and mind-reading. Mind & Language, 17: 3–23.
· Stokes, D., 2012. Perceiving and desiring: A new look at the cognitive penetrability of experience. Philosophical Studies, 158: 479–492.
· — –, 2013. Cognitive penetrability of perception. Philosophy Compass, 8: 646–663.
· Stokes, D. and Bergeron, V., 2015. Modular architectures and informational encapsulation: A dilemma. European Journal for the Philosophy of Science, 5: 315–338.
· Stone, V. E., Cosmides, L., Tooby, J., Kroll, N., and Knight, R. T., 2002. Selective impairment of reasoning about social exchange in a patient with bilateral limbic system damage. Proceedings of the National Academy of Sciences, 99: 11531–11536.
· Stromswold, K., 1999. Cognitive and neural aspects of language acquisition. In E. Lepore and Z. Pylyshyn, eds., What Is Cognitive Science?, Oxford: Blackwell, pp. 356–400.
· Sugiyama, L. S., Tooby, J., and Cosmides, L., 2002. Cross-cultural evidence of cognitive adaptations for social exchange among the Shiwiar of Ecuadorian Amazonia. Proceedings of the National Academy of Sciences, 99: 11537–11542.
· Tettamanti, M. and Weniger, D., 2006. Broca’s area: A supramodal hierarchical processor? Cortex, 42: 491–494.
· Warren, R. M., 1970. Perceptual restoration of missing speech sounds. Science, 167: 392–393.
· Warren, R. M. and Warren, R. P., 1970. Auditory illusions and confusions. Scientific American, 223: 30–36.
· Wilson, R. A., 2008. The drink you’re having when you’re not having a drink. Mind & Language, 23: 273–283.
· Witt, J. K., Linkenauger, S. A., Bakdash, J. Z. and Proffitt, D. R., 2008. Putting to a bigger hole: Golf performance relates to perceived size. Psychonomic Bulletin and Review, 15: 581–585.
· Witt, J. K., Proffitt, D. R. and Epstein, W., 2004. Perceiving distances: A role of effort and intent. Perception, 33: 577–590.
· Woods, A. J., Philbeck, J. W., and Danoff, J. V., 2009. The various perceptions of distance: An alternative view of how effort affects distance judgments. Journal of Experimental Psychology: Human Perception and Performance, 35: 1104–1117.
· Woodward, J. F. and Cowie, F., 2004. The mind is not (just) a system of modules shaped (just) by natural selection. In C. Hitchcock, ed., Contemporary Debates in Philosophy of Science, Malden, MA: Blackwell, pp. 312–334.

--

--

CogIST
CogIST
Editor for

We are an independent community which is formed by a group of students who love cognitive science.