Geçmiş Yeni Bir Gelecek Doğurur Mu?

Consensus
Consensus
Published in
6 min readMay 25, 2020

Ensar Avcı yazdı

Orta doğu çalkalanmaya devam ediyor. İlk medeniyetin oluşumundan beri bu böyle. Böyle de devam etmesi muhtemel. Çatışmalardan neden sürekli daha derin sıkıntıların doğduğunu anlamak amacıyla bunların nedenini titizlikle irdelemeliyiz. Durum incelendiğinde kendi savaşında çatışmayan bir toplumun kaybolup gittiğini ve sürekli kaybettiğini görmek mümkün. İşte burada toplumların kendiliğini nasıl kuruduğu üzerine eğilmeliyiz.

Arap baharından geriye kalan

Tunus ümit vadediyor. Maalesef Arap baharı için söylenebilecek tek pozitif ve elle tutulur sonuç bu. 2010 senesinden beri coğrafyada çatışmaların farklı ülkelere sıçrayarak devam ettiğini görmek mümkün. Kendi ülkelerini demir yumrukla yöneten diktatörlerin devrilmesiyle ortaya çıkan otorite boşluğunu birçok ülkede dolduracak herhangi bir örgütlü güç bulunmuyor. Bu eksilik kargaşayı körüklüyor. Belki de Tunus’un durumunun nispeten iyi olmasının en önemli sebebi Libya ya da Mısır gibi bir otorite boşluğunun bulunmayışı. Gannuşi gibi kurt bir siyasetçinin tavizleri ve birleştiriciliği ile otorite boşluğunun doldurulması, yıkıcı sonuçları engelleyen en önemli sebep olabilir. Fakat unutmamak gerekiyor ki altında destek olmayan bina çöker. Libya çöktü hem de defalarca…

Son on yıldır tekrardan İslam devletini tartışıyoruz. Bu devlet talebinde bulunun hareketleri sahiplenen ve siyasi temsilciliğini büyük oranda göğüsleyen Müslüman Kardeşlerin yani İslamcıların sunduğu görüşler bunlar. İslam devleti görüşünün yüz yıl sonra kitlesel olarak tekrar sahaya çıkması, aradan geçen modernizm denemesinin bir başarısızlığını gösteriyor. Hep anlatılan klasik devirlerden modern döneme geçen tarihsel seyir ne oldu da kırılmaya başladı?

Geçmiş yüzyıla dönmek isteyen, ya da devleti yeniden biçimlendirmek isteyen devrimci bir hareketle dünya 21. Yüzyılda karşılaşmamıştı. Peki bu hareketler İslamcıların gericiliğinin bir örneği mi, değilse atladığımız neler var?

İslam Devleti iddiası, bir geri dönüş mü yoksa yeni bir hareketlenmenin başlangıcı mı?

Noah Feldman’ın ‘Islamic State’ kitabında bu konu şöyle yorumlanıyor: Aslında gündeme farklı dönemlerde tekrar tekrar gelen bu İslami anayasa talebi geçmişteki hukuk devletine özlemden başka bir şey değil. Çünkü ulemanın halifeyi frenlediği ve yöneticinin ezici gücü tek elde toplayamadığı dönem batılı yazarların iddaaları aksine tam bir hukuk devleti dönemiydi. Hukuki ilkeler belirliydi, kuralların meydana getiriliş metodu açıktı ve ulema siyasi meşruiyeti sağlayan hemen hemen tek ve en önemli kurumdu.

Genel bir taslak çizse de görüş belli sıkıntıları içinde barındırıyor. Çizilen taslak ulemanın tek bir kurum olarak algılaması ve denge fren mekanizmasının doğurduğu anakronik yorum haricinde olayı açıklayabilen bir tez. Yazar bu hukuk devletinin, ulemanın tasfiye edilmesi ve yeni demokratik mekanizmaların tam olarak işlevsellik kazanamaması ile tamamen yok olduğunu iddia ediyor. Bu gün aslında İslam Devleti talebinin aradan geçen yüz yıllık laik ve baskıcı döneme rağmen geniş kitlelere yayılabilmesinin temel sebebi tam olarak bu açlık. Güney Amerika'daki eylemlerde veya Avrupa'daki son 10 yılda karşımıza çıkan kitlesel eylemlerde bir geçmiş çağrısı, ya da yeni bir düzen önerisi görmek mümkün değil.

Yazarın bahsettiği hukuk devleti talebi İslam devleti isteyen (ki bütün eylemlerin İslami devlet talepleri yoktu) eylemlerin tek sebebi değil. Çünkü sunulan İslam devleti klasik manada anladığımız devletten tamamen uzak ve hatta ortak birkaç kavram dışında sistemsel olarak pek de bir alakası yok. Çünkü yeni İslam devletinde hilafet yok, yasama organı olarak ulema yok. Bunların yerine demokratik olarak belirlenen meclisler ve başkanlar var. Hukukun İslam’a uygunluğunu denetleyen kurumlar olmadığı gibi (kurulmaya çalışılan çeşitli kurumlar olsa da ulema sınıfını bu kurumların dışında bırakarak yapılan çalışmaların ne kadar mümkün olduğu tartışılır) demokratikliğini ve küresel medeniyet algısına eklemlendiğini gösteren pek çok unsur mevcut. Peki neden bu hareket yeni bir siyasi söylemle değil de eski söylemi ve fikirleri görünürde tekrar ederek karşımıza çıktı?

Geriye dönmeden ilerleme mümkün değil

Tam bu noktada Arap baharından ya da İslam devleti taleplerinden tekrar geri dönmek kaydıyla uzaklaşıp dünya üzerinde yaşayan tek medeniyeti inceleyebiliriz. Benim özel olarak üzerinde dururken “Küresel medeniyet” ismini tercih ettiğim bu yapı kendisine kronolojik bir tarihsel süreç oluşturuyor. Öncelikle Rönesans ve Aydınlanma dönemlerini geçerek Batı olmaktan çıkıp küresel ve dominant bir hale dönüşüyor. Bugün aksinde konuşmak ve aksini söylemek mümkün değil. Çünkü devamlı güzellemesinin yapıldığı ve çeşitli alanlarda propagandasının gerçekleştirildiği alabildiğine muğlak sınırları var. Açık her toplum ucundan kıyısından eklemlenip bu sınırlar içinde kendini buluveriyor. Bu medeniyetin kendini kurması konumuza örneklik teşkil etmesi için tarihsel seyir üzerinden incelenmeli.

Rönesans’la karşımıza çıkan Hümanist yani merkezine insanı alan düşünce, öncelikle kendisine bir insan tasavvuru üretmeliydi. Bu ideal birey ortak kabullere dayanan hem fiziki hem de metafizik varlığı olarak reddedilemez bir zeminde olmalı ve tam manasında merkezde bulunmalıydı. İşte burada dönemin tanıdık simalarından Da Vinci bir şeyler karaladı. Eline geçen Romalı Vitrivius’un kitabında anlatılan adam ölçülerinden başka bir şey değildi karaladığı eser. Hatta ismini de değiştirmeden eserine verdi, “Vitruvian Man”. Çünkü gelecek için ürettiği insan tasavvuru orta çağ öncesi bir geçmişe dayanıyordu, Roma geçmişi…

Roma geçmişini bütün Kıta Avrupası hukukunda görmek mümkün. Corpus İuris Civilis belki de dünyayı en çok etkileyen kitaplardan biri. Keşfinden sonra kurulan neredeyse bütün devletlerin özel hukuk ilişkilerinde ve hukuka bakışlarında temel olmuş bir anlayış kitaptaki. Fakat kitabı birebir uygulamak yerine kendi kavimlerinin hukuk sistemleri ile birleştirip yeni bir karışım doğurdular. Bugün hukuk devleti dediğimiz bu karışımın üzerine kuruldu.

Oath of the Horatii-Jacques Louis David/1784

Bahsettiğim medeniyetin kendine kaynak ve geçmiş aramasının örneğini sanatta da görmek mümkün 18. ve 19. yüzyıllarda karşımıza çıkan Neoklasizm akımı bunun en bariz örneği. Roma kadar -belki daha fazla- Yunan medeniyetine atıflar yapıldı ve oradan güç alındı. Yunan filozofları karşımıza çıkan küresel değerlere (eşitlik, demokrasi, insan hakları vs.) tamamen karşı olsalar dahi bütün bu düşünce müktesebatı bir potada eritilmiş ve bir kıyısından küresel medeniyete eklemlenmiş.

Sadece fikir alanında değil, üretim ilişkileri bakımından da bugün kazanılan sosyal devlet değerleri ancak bu değerlerin asla olmadığı vahşi bir sömürü ve insanlık dramı üzerine oturtulmuştu. Çin ya da Hindistan’ın bugünkü üretim şartlarından çok daha zalimce olan o günler şanlı sanayi devrimi olarak adlandırılırken belirli kazanımlar putlaştırılıyor. Pankaj Mishra gibi bazı Asya kökenli deneme yazarları ve düşünürler batı modelinin bu bağlamda çökeceğini söyleseler de hala kendi yaptıklarını yapmamış gibi göstermekte yahut tamamen zıt şeyleri beraber kabul ettirmekte çok yetenekli bu küresel medeniyet. Çöküşü ancak insanların bu yalanları yutmamasıyla olabilir, yani “hakikat” yine tek kurtuluşumuz.

Ne içindeyim geçmişin, ne de büsbütün dışında

Biraz dağıttık konuyu. Çünkü genel bir bakış her zaman faydalıdır. İslam devleti ya da şeriat siyasi söylemini de bu şekilde okumak gerekiyor. Önümüzdeki esinlenme Rönesans’ın Roma’dan esinlenişinden çok da farklı değil. Fakat sıkıntı olan geçmişle aramızdaki muğlaklık. Bir Romalı’nın dünyayı anlamlandırışı ile 16. yüzyılda Avrupa’da yaşayan alalade birinin bakışı birbirine oldukça yakın diyebiliriz. Fakat son 200 senede geçirdiğimiz hızlı iktisadi, siyasi ve toplumsal devrimler hafızamızı oldukça muğlaklaştırdı. Tam hatırlayacak gibi oluyoruz ama sonra tekrar tekrar unutuyoruz. Bir türlü kendi kavgamız olamıyor, çünkü kendimizi tanımlarken bütün imkanları tüketmiş ve tanımlarımızı yenilememişiz.

Küresel medeniyet ise kendi kökenlerinden esinlenirken ya da kendine kök belirlerken geçmişi kendi tercihlerini ön plana çıkartarak kronolojik bir süreklilik içinde yeniden yorumladı. Tarih için kullanılan çok sevdiğim bir tanım var, “selection of the selection”. Bu durum kopuk bir tarih ipini tekrar tekrar düğümlemekten başka bir şey değil. Mesela ne işi var 1500’lerde Atina okulunun, üstelik Yunanlar çoktan tarih sahnesinden silinmişken.

School of Athens-Raffaello Sanzio/1510

Sonuç olarak bir teklif

Yeni bir şey kurulurken her zaman kökene ihtiyaç duyacaktır. Bu kökene özlemle yaklaşmak ancak bir motivasyon olabilir. Halbuki tek motivasyonu özlem olan fikrin nostaljik bir hamasi söylemin ötesine geçmesi mümkün değil. Tarih seçilmeli, tercih edilmeyen kısımları unutulmalı ve tekrar tekrar kurulmalıdır. Ancak böylece kendi savaşını verebilir insan, Batıda da Doğuda da bu böyledir. Bir medeniyete kenarından eklemlenme kısayolu ise ancak tükenmek bilmeyen bir kaos getirir. Çünkü sırtlanın yuvasında ceylana yer yoktur.

Yazar hakkında:

Eyüp Ensar Avcı, İstanbul Prof. Dr. Mümtaz Turhan Sosyal bilimler Lisesinden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk bölümünde okuyor.

--

--

Consensus
Consensus

Hukuk, politika, tarih ve sanat gibi alanlarda; bugün ve yarın değer taşıyan konular özgün yazılar ve çevirilerle ele alan fikir penceresi / Fikrini Güçlendir.