İktidarın AYM İmtihanı

Consensus
Consensus
Published in
10 min readDec 3, 2020

Selçuk Sezgin yazdı

Geçtiğimiz ay Anayasa Mahkemesi tarafından hakkında ihlal kararı verilen Milletvekili Enis Berberoğlu ile ilgili olarak yerel mahkemenin yeniden yargılama yapmamak yönündeki tutumu davada yeni bir krizi daha doğurdu. Aslında bu yazının konusu Enis Berberoğlu’nun suçlu bulunduğu ceza davasından ziyade dava sürecinde yaşanan problemler. Yaşanan bu son olayla süreç, bir milletvekilinin işlediği suçtan dolayı yargılanmasının ötesinde hukuk devletin ve anayasal kurumların tartışılması noktasına geldi. Peki artık ülke meselesi haline gelmiş bu davada yerel mahkemenin vermiş olduğu karar hukuki mi yoksa siyasi mi? İktidar ve AYM arasındaki çatışmanın kaynağı ne? Yaşanan tüm bu gelişmeler Türkiye’nin hukuk devleti olma yolundaki mücadelesinde bize ne gösteriyor?

Yerel Mahkemenin Kararının Değerlendirilmesi

İncelemeye ilk olarak yerel mahkemenin vermiş olduğu kararın değerlendirmesiyle başlamamız gerekiyor. Ancak karara geçmeden önce bu aşamaya nasıl gelindiğini kısaca özetlememizde fayda var. Bilindiği üzere Enis Berberoğlu 2015 yılında CHP’den İstanbul Milletvekili olarak seçilmişti. 2016 yılının mart ayında milletvekilliğinin devamı esnasında açılan “Mit Tırları Davası’nda”, hakkındaki siyasi ve askeri casusluk suçlaması ile FETÖ/PDY terör örgütüne bilerek ve isteyerek yardım etme suçlamalarından soruşturma açılabilmesi için hazırlanan dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin fezleke meclise sunuldu. Fezleke meclise getirildikten sonra olağan dokunulmazlık kurumu uygulamasının aksine anayasaya eklenen geçici bir madde ile Berberoğlu’nun dokunulmazlığı Mayıs 2016’da kaldırıldı. Yargılanma esnasında tutuklu bulunan Berberoğlu, davası temyiz aşamasında iken 2018 yılında yeniden CHP milletvekili seçildi. Bunun üzerine milletvekili seçilmesiyle tekrardan dokunulmazlık kazandığı, dolayısıyla yargılamasının durması ve tahliye edilmesi gerektiği iddiasıyla Yargıtay’a başvuruda bulundu. Ancak Yargıtay 16. Ceza Dairesi vermiş olduğu kararla geçici 20. Madde hükmü gereğince başvurucunun dokunulmazlık kazanamadığını belirterek tahliye ve durma taleplerini reddetti. Yargılamanın devam etmesiyle beraber Eylül 2018’de Bölge Adliye Mahkemesinin kararı onandı ve hükmün infazını gerçekleştirebilmek amacıyla karar genel kurulda okunması ve milletvekilliğinin düşürülmesi için meclise gönderildi. Normalde bu noktada kararın bir an önce mecliste okunması suretiyle Berberoğlu’nun milletvekilliğinin düşürülmesi gerekiyordu. Ancak karar genel kurula geçtiğimiz Haziran ayına kadar getirilmedi. Meclis başkanı Şentop kararın meclis gündemindeki af yasasından etkilenme ihtimaline karşın kararı Haziran ayına kadar okumadığını söyledi. Anayasanın açık hükmüne karşın kararın neden bekletildiği ise çokça tartışıldı.

Enis Berberoğlu da mahkemenin taleplerini reddetmesi ve hakkında kesin hüküm vermesiyle birlikte “seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkı” ile “kişi güvenliği ve hürriyeti haklarının” ihlal edildiğini iddia ederek Anayasa Mahkemesine bireysel başvuruda bulundu. Bu noktada bireysel başvuru kavramı üzerinde de biraz duralım. Bu yolla amaçlanan, bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin devlet tarafından ihlali durumunda bu ihlalin ortadan kaldırılabilmesi için onlara AYM gibi yüksek bir mahkemeye başvurabilme imkanının verilmesidir. Bu bakımdan bireysel başvurunun temel hak ve hürriyetlerimizin korunması bakımından bir güvence görevi gördüğünü söyleyebiliriz. Ancak başvurunun yapılabilmesi olağan kanun yollarının tüketilmiş ve bir sonuç alınamamış olması şartına bağlıdır. Bireysel başvurunun bizim ülkemizdeki hikayesi ise aslında çok eskiye dayanmamakta. İlk defa 2010 yılındaki Anayasa değişikliği ile gelen sistemle özellikle AİHM’ye yapılan bireysel başvurular sonucu ülkemizin sıkça tazminata mahkûm edilmesinin önüne geçmek ve sorunları ulusal düzeyde çözebilmek hedeflendi. Ancak sistem, özellikle verilen ihlal kararlarının uygulanmasındaki aksaklıklar sebebiyle sıkça tartışma konusu olmakta. Nitekim son verilen Berberoğlu kararı sonrası yaşananlar da bunun en yeni örneği oldu.

Anayasa Mahkemesi olayla ilgili kendisine yapılan bireysel başvuruda geçtiğimiz Eylül ayında bir hak ihlali olduğunu tespit etti. Bu sebeple ihlalin ortadan kaldırılabilmesi için yerel mahkeme tarafından yeniden yargılama yapılmasına ve yargılamanın durmasına karar verilmesine hükmetti. Bunun sonucunda yerel mahkemenin yargılamanın yenilenmesi ve durması kararlarını vermesi gerekiyordu. Ancak mahkeme AYM’nin ihlal tespiti ardından vermiş olduğu kararların “yerindelik denetimi” olduğu, bu bakımdan 6216 sayılı kanunun m.50/1 son cümlesi gereğince yerindelik denetimi yapamayacağını iddia ederek verilen kararı yerine getirmedi ve bariz bir şekilde hukuka aykırı bir tutumda bulundu.

Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, “AYM kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar (AY m.153).” Dolayısıyla yerel mahkemenin bu konuda zaten bir değerlendirme yapma şansı bulunmamakta. Kararın gerekçesi elbette eleştirilebilir ki özellikle geçici madde ile alakalı kısım için ciddi eleştiriler yapıldı ancak her ne olursa olsun yüksek mahkemenin vermiş olduğu kararın yerine getirilmesi zorunludur, bir mahkeme herhangi bir değerlendirme ile kararın gereğini yerine getirmekten kaçınamaz.

İkinci olarak Anaysa Mahkemesinin vermiş olduğu bu karar zaten kanunun ona vermiş olduğu açık yetkiye dayalı. 6216 sayılı kanunun m.50/2 ilk kısmında açıkça “Tespit edilen ihlal bir mahkeme kararından kaynaklanmışsa, ihlali ve sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili mahkemeye gönderilir.” denilmekte. Tüm bunların yanında bir ceza mahkemesinin kararına karşı teknik olarak yerindelik denetiminin yapılması da mümkün değil. Yerindelik denetimi yasağı mahkemelerin idari işlem ve eylemleri denetlerken idarenin takdir yetkisine karışamamalarıdır. Yani mahkemeler idarenin eylem ve işlemlerinde sadece hukukilik denetimi yapabilirler, onun takdir hakkına müdahale edemezler. Bu bakımdan Ağır Ceza Mahkemesi ile AYM arasında zaten böyle bir takdir hakkına müdahalenin oluşma şansı da bulunmuyor.

Peki bu durumda ne olacak? Öncelikle elbette bu mahkeme kararlarına karşı itiraz yolu açık, ancak şu ana kadar bu itirazlarla ihlali giderebilecek bir sonuç alınamadı ve Berberoğlu tarafından AYM’ye ikinci bir başvuru yapıldı. Bu başvuruyla beraber AYM, ihlal kararlarının yerine getirilmemesi sebebiyle yeni bir ihlalin oluştuğuna ve bunun giderilmesi gerektiğine hükmedecek muhtemelen. Ancak ilk seferde uygulanmayan mahkeme kararının ikinci seferde uygulanıp uygulanmayacağını da bilmek mümkün değil. Aynı zamanda yerel mahkemenin açık kanun hükümlerine rağmen gereğini yapmaması sebebiyle görev suçu işlediği gerekçesiyle HSK tarafından hakimler hakkında soruşturma da açılabilir. Ancak 13 üyeden oluşan bu kurulun 6’sının doğrudan cumhurbaşkanı tarafından kalan 7 tanesinin ise cumhurbaşkanının mensup olduğu partinin çoğunluğu oluşturduğu meclis tarafından atanması kurulun bağımsızlığı hakkında tartışmalara sebep oluyor. Tüm bu hususları göz önüne aldığımızda gerek mahkemenin vermiş olduğu kararının hukuki altyapısının olmayışı gerekse de iktidarın AYM’ye karşı genel tutumu, verilen kararın hukuki olmaktan ziyade siyasi bir karar olabileceği iddialarını ön plana çıkarıyor.

Meclis Başkanı Mustafa Şentop’un Yerel Mahkemenin Kararı Üzerine Yaptığı Açıklama- 23 Ekim

AYM-İktidar İlişkisi

Mahkeme kararını bu şekilde değerlendirdikten sonra; “Peki Anayasa Mahkemesi kararları niye uygulanmıyor?”, “İktidar ve mahkeme arasındaki çatışmanın kaynağı ne?” sorularına geçebiliriz. Ama önce anayasa yargısı kavramına ve öneminin ne olduğuna bakmamız gerekiyor. Onun için de ilk olarak hukuk devletini tanımlamalıyız. Hukuk devleti, insanların hükümdarın mülkü olduğu mülk devlet ve iktidarın kamu yararı için sınırsız yetkiye sahip olduğu ve hiçbir yargısal denetiminin bulunmadığı polis devleti anlayışlarının karşısında bugün geldiğimiz (en azından teorik olarak) noktayı ifade eder. Özünde devletin de hukuka bağlandığı ve hukukun üstünlüğünün kabul edildiği devlet anlayışıdır. Bu sistemde devlet; insan haklarını tanıyan, onları koruyup güçlendirmeyi hedefleyen, kendini anayasa ile sınırlayan ve her türlü eylem ve işlemleriyle yargı denetimine açık olan devlettir. Ancak tek başına devletin kendini sınırlayacağını ifade etmek yeterli olmamakta, bunun için aynı zamanda eylemlerinin anayasaya uygunluğunu denetleyen bir mekanizmanın da kurulmuş olması gerekmektedir. Bu mekanizma ise özellikle parlamentoların siyasi partilerin kontrolü altına girdiği ve iktidara gelen faşist partilerin bir dünya savaşına yol açtığı İkinci Dünya Savaşı sonrası bu tip durumlara engel olabilmek amacıyla kurulan Anayasa Mahkemeleri ile sağlanmış oldu. Ülkemizde de Anayasa Mahkemesi tarihsel gelişim sürecine uygun olarak ilk defa 1961 Anayasası ile kuruldu.

Bugün geldiğimiz noktada hukuk devletinin ayrılmaz bir parçası olan Anayasa Mahkemeleri, yapılan kanunların anayasaya uygunluğunu denetleme, bireylerin temel hak ve hürriyetlerinin ihlal edilmesini önleme, siyasi partileri denetleme ve üst düzey devlet görevlilerini yargılama gibi fonksiyonlara sahipler. Bu açıdan baktığımızda aslında Anayasa Mahkemelerinin temel işlevi, iktidarı ve onun gücünü sınırlamak gibi görünüyor. Dolayısıyla bahsedilen kurumun iktidar tarafından engelleyici bir vesayet makamı olarak algılanması ve bu iki gücün çatışma içinde olmasını doğal bir durum olarak kabul edebiliriz. Özellikle yakın siyasi tarihimizde hukuki açıdan oldukça tartışmalı kararlar veren anayasa mahkemesi belli dönemler insan haklarını ve demokratik kazanımları koruyacağı yerde milli iradeye karşı bir vesayet müessesesi olup temel hak ve özgürlüklerin karşısındaki bir fikrin odak noktası haline geldi. Bu durum kurumun itibarını oldukça zedeleyen bir durumdu. Fakat 2010 sonrası gelen bireysel başvuru sistemi ile birçok hak ihlalini önledi ve verdiği kararlarla yargısal aktivizme başvurmayan, demokratik bir kurum haline geldi.

Anayasa Mahkemelerinin dünyadaki temel fonksiyonu olan iktidarı insan hak ve hürriyetleri lehine sınırlama ülkemiz için de geçerli. Ancak ülkemizde bu sınırlama fonksiyonu iktidar tarafından vesayet olarak anlaşılıp tartışmaya açılıyor. Mahkeme kararlarını eleştirmekten öte cumhurbaşkanı tarafından artık gerekirse onun yapısının değiştirilebileceğinden bahsediliyor. AYM ve ona ilişkin temel esaslar anayasal bir güvenceye sahip, bu bakımdan bahsedilen yapısal değişiklik ancak bir anayasa değişikliği ile mümkün olabilir. Bu şekilde bir değişiklik yapabilmek ise parlamentodaki dağılıma göre şu anda mümkün değil. Yani iktidarın mahkemenin fonksiyonlarını yapısal olarak etkileme şansı bulunmamakta. Bu durumda mahkemenin meşruiyetini ve itibarını sarsıcı açıklamalar yapmak ve mahkeme kararlarını uygulatmamak gibi onu fiili olarak etkisiz hale getirecek politikalar sergiliyor. Bu şekilde Anayasa Mahkemesi, hukuken kararları bağlayıcı olan ama pratikte işlevsiz kalmış bir kuruma dönüşüyor.

Mahkeme kararlarının uygulanmadığı, devletin faaliyetlerinin öngörülemediği bir ortamda hukuk devletinden bahsetmemiz oldukça güç. Bunun yanında AYM kararlarının bu şekilde uygulanmaz hale getirilmesiyle mahkemenin AİHM nezdinde etkin bir hak arama yolu olmaktan çıkıp doğrudan kendine başvuru yapılmasını kabul etme tehlikesi ile de karşı karşıya kalabiliriz. Bu da başkaca problemleri beraberinde getirecektir.

İktidar ve AYM arasında yakın dönemde yaşadığımız bir diğer tartışma da İçişleri Bakanı ile mahkeme başkanı arasında oldu. Tartışma AYM’nin şehirlerarası yollarda eylem yapılmasını yasaklayan düzenlemeyi iptal etmesi ile başladı ve İçişleri Bakanı, mahkeme başkanına karşı “polis koruması almana gerek yok, bisikletinle işe git gel o zaman” ve “ben kendi arabamla işe gitmeye varım, sen var mısın?” gibi ifadelerde bulundu. Bu ifadelerle de aslında getirilen yasaklamaların “güvenlik ile ilgili kaygılar” gerekçesiyle yapıldığı anlatılmak istendi. Böylece mahkemenin özgürlük adı altında sanki güvenliği tehlikeye soktuğu şeklinde bir iddia ortaya atıldı. Bu noktada şuna dikkat etmemiz gerekir, elbette bu iki kavram birbirinin alternatifi değildir ve anayasanın çizdiği sınırlamalar içerisinde ikisi arasındaki doğru dengenin kurulması gerekir. Bu dengeyi bozanın ise yapılan düzenleme mi yoksa mahkemenin iptal kararı mı olduğu da ayrıca tartışılması gereken bir konu.

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun AYM Kararlarını Eleştirdiği Konuşma - 14 Eylül 2020

İktidar — Anayasa Yargısı ilişkisinde hukuk devleti ilkesini ihlal eden durumların sadece siyasi iktidar tarafından değil AYM tarafından da kaynaklanması mümkündür. Yargının sınırlarını aşarak hukuk denetiminin ötesinde kendini seçilmiş siyasi otoritenin yerine koyup aktivist bir tutumla siyasi kararlar alma tehlikesi mevcuttur. “Yargısal aktivizm” ve “yargıçlar hükümeti” gibi kavramlarla ifade edebileceğimiz bu durum, seçilmişlerin takdir alanına müdahale içermesi ve milletin iradesinin ortaya çıkmasını hukuk dışı bir yolla engellemesi nedeniyle elbette antidemokratik bir tutumdur ve yargının başka organa ait bir yetkiyi gasp etmesi nedeniyle de kuvvetler ayrılığı ilkesine aykırıdır. Berberoğlu davasında yaşanan yerel mahkemenin tutumu sonrası bir AYM üyesinin “ışıklarımız yanıyor” şeklindeki tweetini de bu bağlamda eleştirebiliriz. Özellikle darbeler döneminde kullanılmış olan ve vesayeti çağrıştıran bu söylemin seçilmiş olması Anayasa Mahkemesinin amacı acaba anayasal değerlerimizi korumadan öte bir yargı vesayeti yaratmak mı şeklinde endişelerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Ancak her ne amaçla kullanılmış olursa olsun bir mahkeme üyesinin çıkıp da şahsi bir hesabından bu şekilde bir açıklama yapması zaten itibarı ciddi olarak sarsılmış ve varlığı tartışılır hale gelmiş bu önemli kurumun mevcut durumunu kendi üyeleri eliyle daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramaz. Nitekim maalesef ülkenin gündemi de bu açıklamadan sonra bir yüksek mahkeme kararının nasıl uygulanamayacağına ilişkin esas problemden çok uzaklara kaymış oldu.

AYM Üyesi Engin Yıldırım’ın Tepki Çeken Tweeti

Tabi her ne kadar yukarıda yargının aktivist tutumunun tehlikeli bir durum olduğundan bahsetsek de özellikle hangi kararların aktivist olduğunu belirlemeye kalktığımızda aslında bu kavramın içeriğinin tam net olmadığını ve aktivist tutuma ilişkin bakışımızın daha çok politik bir bakış olduğunu görürüz. Özellikle anayasa maddelerinin çok açık olmayışı ve yoruma muhtaç metinler olması bu durumun ortaya çıkmasına sebep olur. Dolayısıyla mahkemenin bir kararında yorum sınırları içerisinde bir içtihat mı geliştirdiği yoksa sınırların ötesine çıkıp aktivist bir tutuma mı girdiğinin belirlenmesinde çoğunlukla politik bakışımız belirleyici olmaktadır. Ayrıca anayasa yargısı, her ne kadar böyle tehlikeler yaratsa da varlığının yarattığı tehlikeler yokluğunun yaratacağı tehlikeler karşısında her daim çok küçük kalacaktır.

Sonuç

Enis Berberoğlu uzun süren yargılaması sonucunda “devletin güvenliği veya iç veya dış siyasal yararları bakımından niteliği itibarıyla gizli kalması gereken bilgileri açıklamak” suçundan suçlu bulundu. Fakat bugün gelinen noktada yapılan yargılamadaki usule ilişkin sıkıntılar ve bunlara itirazlar üzerine doğan polemik yüzünden anayasal kurumları tartışır hale geldik. Dönüp baktığımızda gerek Enis Berberoğlu davasında olanlar gerekse de yakın dönemde meydana gelen diğer gelişmeler bizlere yasama ve yürütmenin yargısal denetimi, insan hakları, yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, hukuki güvenlik ve belirlilik, demokrasi, kuvvetler ayrılığı gibi unsurları olan ve temel bir değer ve amaç olarak Anayasamızın 2. Maddesinde benimsediğimiz hukuk devleti idealinin hala çok uzaklarında olduğumuzu gösteriyor. Bizi bu idealden uzaklaştıran en büyük sebeplerden biri de yukarıda incelediğimiz gibi siyasi iktidarla anayasa yargısı arasındaki çatışmadan kaynaklanıyor.

Güç çatışması aslında doğal ve devlet organlarının birbirini sınırlayabilmesi bakımından belli ölçüde gerekli. Ancak yüksek mahkemenin kararlarının uygulanmaması, meşruiyetinin tartışmalı hale gelmesi oldukça tehlikeli bir durum. Bu tehlikelerin en başında ise AYM’nin artık AİHM nezdinde etkili bir hak arama yolu olmaktan çıkıp doğrudan kendisine yapılan başvuruları kabul etmesi geliyor. Bu durum gerçekleşirse eğer AYM özellikle bireysel başvurular bakımından fiili olarak işlevsiz hale gelecek ve ülkemizin tekrardan AİHM tarafından ciddi tazminatlara mahkûm edilmesi ihtimali ortaya çıkacaktır. Ayrıca böyle bir şeyin yaşanması ülkemizin uluslararası alandaki itibarını da hukuk güvenliği bakımından ciddi bir biçimde sarsacaktır. Bu da hukuk devleti olamamamızın bedellerini sadece hukuk alanında değil ekonomi ve uluslararası ilişkiler alanında da ödemek zorunda kalacağımızın göstergesi. Aynı zamanda tüm bunlar millet nezdinde yargıya olan güvenin azalmasına ve iktidarın meşruiyetlerini yitirmesine yol açabilecektir. Saydığımız tehlikelerin gerçekleşmesini önlemek hukuk devletini gerçekleştirmek için gerekli işlemlerin yapılması ile olacaktır.

KAYNAKÇA

1) anayasa.gov.tr/BB/2018/30030.

2) Kemal Gözler, “İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi Anayasa Mahkemesine Karşı”, anayasa.gen.tr/berberoglu-2.htm (Yayın Tarihi: 15 Ekim 2020).

3) ÜNSAL, Artun, “Siyaset ve Anayasa Mahkemesi”, Ankara Üniversitesi S. B. F. Yayınları, №443, (1980)

4) https://www.hukukihaber.net/anayasa-mahkemesinin-yerindelik-denetimi-tartismasi-makale,8312.html

5) http://www.webftp.gazi.edu.tr/hukuk/dergi/16_3_6.pdf

6) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/35943

7) https://ayam.anayasa.gov.tr/media/6385/tulayozuerman.pdf

8) http://tbbdergisi.barobirlik.org.tr/m2013-104-1241

Yazar hakkında:

Selçuk Sezgin, İstanbul Prof. Dr. Mümtaz Turhan Sosyal Bilimler Lisesinden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk bölümünde okuyor.

--

--

Consensus
Consensus

Hukuk, politika, tarih ve sanat gibi alanlarda; bugün ve yarın değer taşıyan konular özgün yazılar ve çevirilerle ele alan fikir penceresi / Fikrini Güçlendir.