Pandemi Sonrası Kapitalizm

İyileşmeyi doğru yapmak

Consensus
Consensus
12 min readJan 7, 2021

--

Mariana Mazzucato yazdı, A. Furkan Okçin çevirdi

2008 mali krizinden sonra dünyanın dört bir yanından hükümetler, ekonomik sisteme 3 trilyon doların üzerinde para aktarmıştı. Amaç, kredi piyasalarını canlandırmak ve küresel ekonomiyi yeniden işler kılmaktı. Ancak, yardımın büyük kısmı, gerçek mal ve hizmetlerin olduğu reel ekonomi yerine, finans sektörüne gitmişti. Hükümetler, krizi tetikleyen yatırım bankalarını kurtarmıştı ve ekonomi yeninden canlanınca da toparlanmanın karşılığını yine bunlar almıştı. Vatandaşların paylarına, yine eskisi gibi bozuk ve eşitsiz bir küresel ekonomi düşmüştü. “İyi bir krizin boşa gitmesine asla izin verme!” Bu söz, popüler bir politik düsturu anlatır. Fakat, tam olarak böyle olmuştu.

Şimdilerde ülkeler, COVİD-19 salgını ve salgın sonucunda karantinalarla uğraşıyor; fakat, aynı hatayı tekrar yapmamaları gerekmekte. Virüsün ortaya çıkışının hemen ardından, hükümetler, ortaya çıkan ekonomik ve sağlık krizini birlikte ele almak, meslek grupları için teşvik paketleri çıkarmak, hastalığın yayılımını önlemek için yeni tedbirler almak ve sonunda tedavi ve aşıların AR-GE’sine yatırım yapmak için devreye girdiler. Bu hayati müdahaleler gerekliydi. Fakat, krizler yaşandığında veya piyasalar çöktüğünde son çare olan hükümetlerin müdahaleleri yetmez. Hükümetler, piyasaları aktif olarak şekillendirmeli ve böylelikle herkese fayda sağlayacak türden uzun vadeli sonuçlar ortaya koymalılar.

Dünya bu şansı 2008’de kaçırmıştı fakat, kader bir şans daha verdi. Ülkeler mevcut krizden çıkarken, ekonomik büyümeyi teşvik etmekten fazlasını yapabilirler; daha iyi bir ekonomi inşası için büyümenin yönünü belirleyebilirler. Şirketlere kayıtsız şartsız destek yerine, kamu çıkarını koruyan ve toplumsal sorunlarla mücadele eden politikalara odaklanabilirler. Halkın kabulünü alan COVİD-19 aşılarının evrensel olarak erişilebilir hale getirilmesini sağlayabilirler. Karlarını vergiden kaçıran şirketleri kurtarmayı reddedebilirler.

Epeydir devletler riskleri toplumsallaştırırken mükafatları özelleştiriyor. Halk, pislikleri temizlemek için bedel ödese de bu temizliğin faydası büyük ölçüde şirketlere ve yatırımcılara tahakkuk etti. İhtiyaç varken devletten hızlı destekler isteyen işletmeler, her şey yolundayken devletten geride durmasını talep ederler. COVİD-19 krizi, maddi destekle rahatlatılmış şirketleri kamu yararına daha fazla hareket etmeye zorlayan ve sadece özel sektöre yapılan yatırımlardan vatandaşların da faydalanmasını sağlayan yeni bir düzenlemeyle bu dengesizliği düzeltme fırsatı sunuyor. Fakat, hükümetler oyunun kurallarını yeniden yazmak yerine, anlık sıkıntıyı sona erdirmeye odaklanırsa krizin ardından gelen büyüme ne kapsayıcı ne de sürdürülebilir olur. Bu durum uzun vadeli büyüme trendleriyle ilgilenen şirketlere de yaramaz. Müdahaleler boşa gitmiş olur ve kaçırılan fırsat da yeni bir krizi körükler.

Sistemdeki Çürük

Gelişmiş ekonomiler, COVİD-19’a rastlamadan çok önce büyük yapısal problemlerden mustaripti. Bir kere finans kendini finanse etmekte ve bu da uzun vadeli büyümenin temelini aşındırmakta. Finans sektöründe karların çoğu, altyapı ve inovasyon gibi üretken kullanımlardan ziyade bankalara, sigorta şirketlerine ve gayrimenkule yatırılıyor. Örneğin; borç veren tüm İngiliz bankalarının yalnızca %10’u finans dışı sektörü desteklerken, geri kalanı gayrimenkul ve finansal varlıklara gidiyor. Gelişmiş ekonomilerde, gayrimenkul kredileri 1970’teki tüm kredilerin yaklaşık %35’ini oluşturuyordu; 2007’ye kadar %60’a yükseldi. Dolayısıyla, mevcut finansal yapı, borca güdümlü bir sistemi ve spekülatif balonları besliyor. Bunlar patladığında da bankalar ve diğerleri, devlet destek planları için yalvarıyorlar.

Bir diğer sorun da çoğu büyük işletmenin kısa vadeli kazançlar için uzun vadeli yatırımları ihmal etmesidir. Üç aylık getirilere ve hisse senedi fiyatlarına takıntılı olan CEO’lar ve şirket kurulları, hisse senetlerini geri alarak kalan hisselerin değerini artırıp hissedarları ödüllendirdiler. Son 10 yılda, Fortune 500 şirketleri 3 trilyon dolardan fazla değerdeki hisselerini geri aldılar. Bu geri alımlar; ücretlere, işçi eğitimine AR-GE’ye yapılan yatırımların pahasınadır.

Bir de devletlerin hacmindeki boşluklar var. Hükümetler, sadece, açık bir piyasa başarısızlığından sonra devreye giriyorlar ve ortaya koydukları politikalar ise çok küçük ve çok geç. Sosyal programlar, eğitim ve sağlık hizmetleri yetersiz finanse edilmektedir.

Bu başarısızlıklar, hem ekonomik hem de dünya çapında büyük ekonomik krizlere yol açtı. Finansal kriz, reel ekonomiyi desteklemek ve sürdürülebilir bir büyüme sağlamak yerine finans sektörüne kredilerin akıtılması ve borç balonlarının şişirilmesinden kaynaklanıyor. Bu arada, yeşil enerjiye uzun vadeli yatırımların olmayışı da küresel ısınmayı tetikliyor ve BM İklim Değişikliği Paneli, geri dönüşü olmayan bu etkilerden kaçınmak için dünyanın sadece 10 yılı kaldığı noktasında uyarılarda bulunuyor. Neyse ki ABD hükümeti, fosil yakıt şirketlerine, tercihli vergi muafiyetleri yoluyla yılda yaklaşık 20 milyar dolarlık sübvansiyon sağlıyor. AB’nin sübvansiyonları ise 65 milyar dolar civarında. İklim değişikliği ile başa çıkmaya çalışan politikacılar, olsa olsa, karbon vergileri ve yeşil yatırımların sayıldığı resmi listeler gibi teşvikleri değerlendiriyorlar. Felaketi önlemek için 2030 yılına kadar yapılması gereken düzenlemeleri çıkarmayı ise bir kenara bıraktılar.

COVİD-19 krizi bu sorunları daha da kötüleştirdi. Şu an dünya, yaklaşan iklim krizi veya ekonomik krizi önlemek yerine sağlık krizinden kurtulmaya odaklanmış durumda. Çoğu kişi hem birikimden hem de sağlık ve hastalık izni gibi işveren yardımından yoksun. Bir önceki ekonomik krizin temel nedenlerinden biri olan şirket borçları, talepteki düşüşü atlatmak için şirketlere verilen yeni kredilerle daha da artmakta. Ve birçok şirket, hissedarlarının kısa vadeli çıkarlarını tatmin etme takıntısı yüzünden, olası krizlerde uygulamak için uzun vadeli stratejilerden yoksun halde.

Pandemi, kamu ve özel sektör arasındaki ilişkinin ne kadar dengesiz hale geldiğini de ortaya koyuyor. ABD’de Ulusal Sağlık Enstitüsü (NIH), tıbbi araştırmalara yılda yaklaşık 40 milyar dolar yatırım sağlıyor ve COVİD-19 tedavileri ve aşılarının AR-GE’sinde kilit bir fon sağlayıcı konumunda. Ancak, ilaç şirketlerinin nihai ürünlerini vergilerle onları sübvanse eden Amerikalılar için uygun fiyata satma yükümleri yok. Kaliforniya merkezli Gilead şirketi, federal hükümetten 70,5 milyon dolarlık destek alarak COVİD-19 ilacı olan Remdesivi’ı geliştirdi. Şirket, haziran ayında, bir tedavi aşaması için Amerikalılardan 3.120 dolar alacağını açıkladı.

Bir çalışmada, 2010 yılından 2016 yılına kadar ABD Gıda ve İlaç Dairesi tarafından onaylanan 210 ilaca bakıldı ve NIH fonunun herkese katkıda bulunduğu sonucuna varıldı. Öyle olsa dahi, ABD’deki ilaç fiyatları dünyadaki en yüksek ilaç fiyatları konumunda ve ilaç firmaları da patent sürecini kötüye kullanarak kamu yararının aleyhine hareket ediyorlar. Rekabeti engellemek için geniş çaplı ve lisanslanması çok zor patentler sunuyorlar. Bazıları gelişim sürecinde üretim aşamasındalar ve bu da araştırmaların verdiği sonuçların yanında araştırmayı yürütmek için gerekli araçların özelleştirilmesine de izin veriyor.

Big Tech’le de eşit derecede kötü anlaşmalar yapıldı. Silikon Vadisi, birçok yönden ABD hükümetinin yüksek riskli teknolojilerin geliştirilmesine yaptığı yatırımların bir ürünüdür. Ulusal Bilim Vakfı, Google’ı ünlü yapan arama algoritmasının arkasındaki araştırmayı finanse etti. ABD Donanması, Uber’in bağlı olduğu GPS teknolojisi için aynısını yaptı. Ve Pentagon’un bir parçası olan İleri Savunma Projeleri Araştırma Ajansı da internetin, dokunmatik ekran teknolojisinin, Siri’nin ve Iphone’daki diğer tüm önemli bileşenlerin gelişimini desteklemiştir. İnsanlar, bu teknolojilere yatırım yaparak risk almaktalar fakat, bundan kar elde eden şirketlerin çoğu vergilerini ödemiyor. Sonra da halkın mahremini koruyacak düzenlemelere karşı durma cüretini kendilerinde buluyorlar. Birçoğu Silikon Vadisi’nde geliştirilen yapay zekanın ve diğer teknolojilerin gücüne işaret etse de yakından bakılınca, temellerin yüksek riskli kamu yatırımları tarafından atıldığı görülüyor. Devlet müdahalesi olmazsa, bu yatırımlardan elde edilen kazançlar, yine, gizli ellere akar. Kamu tarafından finanse edilen teknolojinin, kamunun kendi yatırımlarından yararlanmasını sağlamak için, devlet tarafından daha iyi yönetilmesi ve bazen de devlete ait olması gerekir. Pandemi sırasında kitlesel olarak okulların kapatılmasında olduğu gibi. Yalnızca bazı öğrencilerin evlerinde eğitim için gerekli teknoloji bulunuyor. Bu eşitsizliği artıran bir eşitsizlik. İnternete erişim bir ayrıcalık değil bir hak olmalıdır.

Bedelin Yeniden Düşünülmesi

Bütün bunlar kamu ile özel sektör arasındaki ilişkinin koptuğunu gösteriyor. Bunu düzeltmek için, öncelikle, ekonominin temelinde yatan sorunu ele almalıyız. Bedel kavramı yanlış anlaşıldı. Modern iktisatçılar, bedel kavramını para ile yer değiştirebilir anlamında kullanıyorlar. Bu görüş, ürünlerin fiyatları ile ille de alakalı olmayan bir değere sahip olarak gören François Quesnay, Adam Smith ve Karl Marx gibi teorisyenleri aforoz ediyor.

Çağdaş bedel kavramının, ekonomilerin yapılanma biçimi üzerinde muazzam etkileri vardır. Kuruluşların nasıl yönetildiğini, faaliyetlerin nasıl hesaplanacağını, sektörlere nasıl öncelik verildiğini, hükümetlerin nasıl gözden geçirildiğini ve ulusal refahın nasıl ölçüldüğünü etkiler. Örneğin; eğitimin bedeli, ücretsiz olduğu için, GSYİH’da yer almaz. Ancak, öğretmen maaşları yer alır. O halde, bu kadar insanın kamu yatırımları yerine kamu harcamalarından bahsetmesi doğaldır. Bu mantık aynı zamanda Goldman Sachs’ın o zamanki CEO’su Lloyd Blankfein’in, şirketinin 10 milyar dolarlık kurtarma paketini almasından sadece bir yıl sonra, 2009'da neden işçilerinin “dünyanın en üretkenleri arasında” olduğunu iddia edebildiğini açıklıyor. Sonuçta, bedel paraysa ve Goldman Sachs’ın çalışan başına geliri dünyadaki en yüksek gelirler arasındaysa, o zaman elbette ki çalışanları dünyadaki en üretkenleri arasında olmalıdır.

Statükoyu değiştirmek, değer nedir sorusuna yeni bir yanıt bulmayı gerektiriyor. Burada, ekonomideki çeşitli aktörlerin, sadece işletmelerin değil, aynı zamanda işçiler ve kamu kurumlarının da sağladığı yatırımları ve yaratıcılığı tanımak önemli. İnsanlar, inovasyonun ve değer yaratmanın birincil itici gücü özel sektörmüş gibi davrandılar ve ortaya çıkan kardan pay aldılar. Fakat, açıkçası bu doğru değil. Ecza ilaçları, internet, nanoteknoloji, nükleer enerji, bunların tamamı, sayısız işçi, kamu altyapısı ve kurumları sayesinde; muazzam bir devlet yardımı ve aşırı bir risk sayesinde geliştirildi. Bu kolektif çabayı takdir etmek, tüm çabaların uygun şekilde karşılanmasını ve yeniliğin getirdiği ekonomik ödüllerin daha adil bir şekilde dağıtılmasını kolaylaştıracaktır. Kamu ve özel kurumlar arasında daha simbiyotik bir ortaklığa giden yol, değerin kolektif olarak yaratıldığının kabulü ile başlar.

Kötü Yardım Paketleri

Bedeli yeniden düşünmenin ötesinde, toplumların hissedarların kısa vadeli çıkarlarından ziyade paydaşların uzun vadeli çıkarlarına öncelik vermeleri gerekiyor. Mevcut krize göre bakıldığında, bu, COVİD-19 için herkesin ulaşabileceği bir “halk aşısı” geliştirmek anlamına gelmektedir. İlaç geliştirme süreci, hem AR-GE aşamasında hem de dağıtım zamanında ülkeler arasında dayanışma ve iş birliğini tesis edecek şekilde yönetilmelidir. Patentler; üniversiteler, devlet laboratuvarları ve özel şirketler arasında bir havuzda toplanmalı ve bilgi veri ve teknolojinin dünya genelinde serbestçe dolaşımı sağlanmalıdır. Bu adımlar olmadan, COVİD-19 aşısı, tekel tarafından satılan pahalı bir ürün olup yalnızca zengin ülkelerin ve vatandaşların alabileceği lüks bir mal olma tehlikesi ile karşı karşıyadır.

Daha genel bir ifadeyle, ülkeler kamu yatırımlarını bağış gibi yapılandırmalı; bu daha çok, pazarı halkın yararına şekillendirmeye benzemektedir. Bu da hükümetin desteğine halkalar eklemek anlamına gelmektedir. Pandemi sırasına bu koşullar üç özel hedefi desteklemelidir: Birincisi, işletmelerin üretkenliğini ve hanelerin gelir güvenliğini korumak ve istihdamı sürdürmek. İkincisi; yeterli güvenliği sağlayarak çalışma koşullarının iyileştirilmesi, insana yakışır ücretler ve karar vermede daha fazla söz hakkı. Üçüncüsü; karbon emisyonlarını azaltmak gibi uzun vadeli görevleri ilerletmek ve dijitalleşmenin faydalarının ulaşımdan sağlığa, kamu hizmetlerine uygulanmasını sağlamak.

ABD’nin COVİD-19’a ana reaksiyonu olan CARES (Koronavirüs Yardımı, Yardım ve Ekonomik Güvenlik) Yasası, mart ayında Kongre’de kabul edildi. Diğer gelişmiş ülkelerin çoğunun yaptığı gibi, etkili maaş desteklerini uygulamak yerine, Birleşik Devletler, gelişmiş geçici işsizlik yardımları sunmayı tercih etti. Bu seçim, 30 milyondan fazla işçinin işten çıkarılmasına yol açarak ABD’nin, gelişmiş dünyada, pandemiye bağlı olarak en yüksek işsizlik oranlarından birine sahip olmasına neden oldu. Çünkü hükümet anlamlı koşullar olmaksızın büyük şirketlere hem doğrudan hem de dolaylı olarak trilyonlarca dolar destek sunduğundan, birçok şirketin çalışanlarına ücretli hastalık izinleri vermeyip ve güvensiz işyerlerini çalıştırarak virüsü yayma özgürlüğü sağladı.

CARES Yasası, ayrıca, işletmelerin çalışanları maaş çizelgesinde tutması durumunda affedilecek krediler sunan Maaş Çeki Koruma Programı’nı (PPP) da kurdu. Ancak, PPP işleri kurtarmanın etkili bir yolu olmaktan ziyade kurumların kasalarına büyük nakit hibesi olarak hizmet etti. Sadece ihtiyacı olanlar değil, herhangi bir küçük işletme de kredi alabilirdi. Fakat, Kongre, bir firmanın kredisinin affedilmesi için maaş bordrosuna ne kadar harcama yapması gerektiğine dair kuralları hızlıca gevşetti. Sonuç olarak, program, işsizliğe acınacak küçük bir engel çıkarabildi. MIT ekibi, PPP’nin 500 milyar dolarlık destek dağıttığını ve ancak yaklaşık altı ay içerisinde sadece 2,3 milyon kişinin işten kurtulduğu sonucuna vardı. Kredilerin çoğunun nihayetinde affedildiğini varsayarsak, programın yıllık maliyeti iş başına kabaca 500.000 $ olarak ortaya çıkıyor. Yaz boyunca hem PPP hem de genişletilmiş işsizlik yardımları tükendi. Ancak, ABD’nin işsizlik oranı hala %10’un üzerinde.

Kongre, şimdiye kadar salgına yanıt olarak 3 trilyon dolardan fazla harcama yetkisi verdi ve Federal Rezerv ekonomiye 4 trilyon dolar daha enjekte etti. Bu, ABD GSYİH’sının %30’undan fazlasını oluşturuyor. Yine de bu büyük rakamlar, iklim değişikliğinden eşitsizliğe kadara acil, uzun vadeli sorunları ele alma bakımından hiçbir şey başaramadı. Massachusetts’in Demokrat Senatörü Elizabeth Warren, işçiler için daha yüksek ücretler, daha fazla karar yetkisi ve temerrütleri, hisse geri alımlarını ve idari ikramiyeleri kısıtlamak için kurtarma paketine şartlar koymayı önerse de kabul görmedi.

Hükümet müdahalesinin amacı, işgücü piyasasının çöküşünü önlemek ve firmaların üretkenliğini devam ettirmekti. Aslında asıl felaket riskin sigortacısı olmaktı. Ancak, bu yaklaşım hükümetin yoksullaşmasına ve fonların yıkıcı iş stratejilerini finanse etmesine izin vermemelidir. İflas durumunda, ABD Hazinesi, General Motors ve diğer sıkıntılı şirketlerin hisse paylarını devraldığı 2008 yılındaki gibi, kurtaracağı şirketlerden hisse senetlerini talep edebilir. Ve hükümet işletmeleri kurtarırken, her türlü kötü davranışı yasaklayan koşulları empoze etmelidir. Yersiz CEO ikramiyeleri dağıtmak, aşırı temettü dağıtmak, hisse geri alımları yapmak, gereksiz borç almak, karları vergi cennetine çevirmek, sorunlu siyasi lobiciliğe girişmek gibi. Ayrıca, özellikle COVİD-19 tedavileri ve aşı söz konusu olduğunda firmaları fahiş fiyat uygulaması noktasında uyarmalıdırlar.

Slikon Vadisi

Kapitalist Mentalitede Girişim

Devlet sadece yatırım yapamaz. Doğru ticareti de yapmalı. Bunu yapmak için, girişimci devlet gibi düşünmeye başlaması gerekiyor. Yatırım yaptıkça sadece riske girmekle kalmayıp aynı zamanda yukarıdan da pay alacak. Bunu yapmanın bir yolu yaptığı anlaşmalardan hisse senedi almaktır.

2011’de iflas etmeden ve hükümetin kazananları seçememesinden dolayı muhafazakâr bir söz haline gelmeden önce ABD Enerji Bakanlığı’ndan 535 milyon dolarlık garantili kredi alan güneş enerjisi şirketi Solyndra’yı düşünün. Aynı zamanda, Enerji Bakanlığı patlayıcı bir büyüme yaşamaya devam eden Tesla’ya da 465 milyon dolarlık garantili kredi verdi. Vatandaşlar, Solyndra’nın başarısızlığını ödedi, fakat Tesla’nın başarısı için hala ödüllendirilmedi. Kendisine saygısı olan hiçbir risk sermayedarı, yatırımları böyle yapılandırmaz. Daha da kötüsü, Enerji Bakanlığı, vatandaşlarının elini boş bırakmamak için tasarlanmış bir düzenleme olan Tesla’nın kredisini geri ödeyemezse şirketten üç milyon dolarlık hisse alacak şekilde yapılandırmasıydı. Fakat, neden devlet başarısız bir şirkete ortak olmak istesin k? Tersini yapmak, yani Tesla krediyi ödeyebilirse hissesinden 3 milyon dolar almak daha akıllıca olurdu. Devlet bunu yapsaydı, Tesla’nın hisse fiyatı kredi süresince büyüdükçe on milyarlarca dolar kazanacaktı. Bu para Solyndra’nın başarısızlığının maliyetini karşılayabilir ve bir sonraki yatırım turu için kalan parayı karşılayabilirdi.

Ancak, mesele sadece kamu yatırımlarının konusunda endişelenmek değil. Hükümet, ayrıca kamu yararına hizmet etmelerini sağlamak için anlaşmalarına güçlü koşullar eklemelidir. Devlet yardımı ile geliştirilen ilaçlar, bu yatırımı hesaba katacak şekilde fiyatlandırılmalıdır. Hükümetin verdiği patentler; yeniliği teşvik etmek, girişimciliği teşvik etmek ve ranttan caydırmak için dar ve kolay lisanslanabilir olmalıdır.

Hükümetler, daha adil bir gelir dağılımını teşvik etmek maksadıyla yatırımlarının gelirlerini nasıl kullanacaklarını düşünmeli. Bu sosyalizmle alakalı değil, kapitalist karların kaynağını anlamakla alakalı. Mevcut kriz, temel gelir kaynağı hakkında yenilenen tartışmalara yol açtı ve bu sayede vatandaşlar, çalışıp çalışmadıklarına bakılmaksızın hükümetten eşit ve düzenli ödeme alıyor. Bu politikanın ardındaki fikir iyi bir fikir fakat, açıklaması sorunlu olacak. Evrensel temel gelir bir bağış olarak görüldüğünden, özel sektörün ekonomideki refahın ortak yaratıcısı değil tek yaratıcısı olduğu ve kamu sektörünün sadece bir ücret toplayıcısı olarak karları çekip hayır kurumu gibi dağıttığı yanlış düşüncesi sürdürülmektedir.

Daha iyi alternatif vatandaşın kâr payıdır. Bu politikaya göre, hükümet, devlet yatırımlarıyla yaratılan servetin bir yüzdesini alarak bunu bir fona ekler ve sonra geliri halk ile paylaşır. Buradaki temel düşünce, vatandaşların yarattıkları servetin bir kısmı ile doğrudan ödüllendirilmesidir. Örneğin; Alaska, 1982’de beri Kalıcı Fonundan yıllık kar payı yolu ile vatandaşlarına petrol gelirlerini dağıtıyor. Norveç Devlet Emeklilik Fonu ile benzer şeyi yapmakta. Dünyanın en zengin şirketlerinden bazılarına ev sahipliği yapan Kaliforniya da benzer bir şeyi yapmayı düşünebilir. Merkezi Kaliforniya’da bulunan Apple, eyaletin yüze sıfır kurumlar vergisinden yararlanmak için Nevada’da yan bir kuruluş kurduğunda, Kaliforniya muazzam bir vergi geliri kaybetti. Sadece bu tür vergi hilelerinin engellenmesinde değil, aynı zamanda Kaliforniya, vergilendirmenin yanı sıra teşvik ettiği teknoloji ve şirketlerin yarattığı değerden doğrudan pay almanın yolunu açacak bir servet fonu oluşturmanın mücadelesine girişmelidir. Bir vatandaşın kâr payı, birlikte oluşturulan servetin gelirlerinin -gerek ortak yararın bir parçası olan doğal kaynaklardan gerek ilaçlara veya dijital teknolojilere yapılan kamu yatırımları gibi kolektif çabayı içeren süreçten gelsin- daha büyük toplulukla paylaşılmasına izin verir. Bu politika, vergi sisteminin doğru işlemesini sağlamanın yerine geçmemelidir. Devlet, bu tür fonların eksikliğini temel kamu mallarını finanse etmemek için bir bahane olarak kullanmamalıdır. Ancak bir kamu fonu, servet yaratmakta kamunun katkısını açıkça kabul ederek açıklamayı değiştirebilir.

Amaca Dönük Ekonomi

Kamu ve özel sektör ortak bir misyon peşinde bir araya geldiklerinde olağanüstü şeyler yapabilirler. ABD 1969 bu şekilde aya ayak bastı ve geri döndü. 9 yıl boyunca, NASA ve havacılık, tekstil, elektronik gibi çeşitli sektörlerdeki özel şirketler, Apollo programında işbirliği yaparak birlikte yenilik ve yatırım yaptılar. Cesaret ve deneylerle, Başkan John F. Kennedy’nin “insanın şimdiye kadar girdiği en tehlikeli, en büyük macera” dediği şeyi başardılar. Mesele belirli teknolojileri ticarileştirmek veya ekonomik büyümeyi artırmak değildi; mesele, birlikte bir şeyler yapmaktı.

50 yılı aşkın zamanın sonunda, küresel bir pandeminin ortasında, dünyanın yeni bir şansı var, daha iyi bir ekonomi yaratmak. Bu daha kapsayıcı ve sürdürülebilir bir ekonomi olacaktır. Daha az karbon yayacak, daha az eşitsizlik üretecek, modern toplu taşıma inşa edecek, herkes için dijital erişim sağlayacak ve evrensel sağlık hizmeti sunacaktır. COVİD-19 aşısının kullanımını herkesin kullanımına hızlı bir şekilde sunacaktır. Bu tür bir ekonomi yaratmak, on yıllardır görülmemiş bir tür kamu-özel iş birliğini gerektiriyor.

Salgından kurtulmaktan bahseden bazıları çekici bir hedeften bahsediyor: normale dönüş. Ama bu yanlış hedef; normal bozulmuş durumda. Aksine, hedef, birçok kişinin söylediği gibi “daha iyiyi inşa etmek” olmalıdır. On iki yıl önce, mali kriz kapitalizmi değiştirmek için ender bir fırsat sundu, ancak israf edildi. Şimdi, başka bir kriz, yenilenme için bir şans daha sundu. Bu kez dünya boşa gitmesine izin veremez.

Yazının aslı Foreign Affairs sitesinden alınmıştır. Bu yazı kaynağından aslına sadık kalınarak çevrilmiştir. İfade edilen görüşler Consensus’un editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Çevirmen Hakkında:

Ahmet Furkan Okçin, İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültesinde okuyor ve İktisat bölümü ile çap yapıyor.

--

--

Consensus
Consensus

Hukuk, politika, tarih ve sanat gibi alanlarda; bugün ve yarın değer taşıyan konular özgün yazılar ve çevirilerle ele alan fikir penceresi / Fikrini Güçlendir.