Suçun Siyasileşmesi ve Mağdur Olarak Devlet

Consensus
Consensus
Published in
5 min readJun 29, 2020

Ensar Avcı yazdı

Modern dönemde suç kavramı teolojideki günah kavramının yerini aldı. Neyin suç olup neyin hangi infazı gerektirdiğine karar veren egemen, sorumluluk duyulması gereken makam olarak da kendisini ortaya koyuyor. Yani hem hakim hem kanun koyucu hem de mağdur kendisi. Kuvvetler ayrılığına dayanan anayasa kuramlarının pratikte teorideki gibi çalışmadığına çok defa şahit olduk, oluyoruz. Suçun siyasileşmesi modern devletlerin, hukuk politikaları ne kadar farklı olursa olsun, hemen hepsinde karşımıza çıkan bir husus.

Bülent Ecevit ve eşi Rahşan Ecevit

İnfaz yasası düzenlemesinin hatırlattıkları

Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun geçtiğimiz Nisan ayında meclisten geçip resmi gazetede yayınlandı. Bu yazının konusu kanunu tartışmaktan ziyade, kanunun getirdiği ceza indirimlerinden yararlanamayan siyasi suçlar üzerinde durmak. Peki bunun özel bir sebebi var mı? Devlet katil, hırsız vb. birçok suçluyu bağışlayabilirken; terör suçu olarak kabul edilen, kendine karşı işlenmiş suçları bağışlamamakta neden ısrarcı?

Bu duruma benzer bir örnek olarak Rahşan Affı’nı hatırlayabiliriz. Resmi ismi Şartla Salıverme ve Erteleme Yasası olan 22 Aralık 2000’de Rahşan Ecevit’in önerisiyle çıkartılmış bu yasa, devlete işlenen suçların dışındaki suçlara erteleme ve şartlı salıverme getirdi.

Devlete karşı suç ya da terör oldukça muğlak ve siyasi tanımlar. İktidarların hukuk politikalarına göre genişleyip daralabilen bu tanımlar aslında arkalarında egemenin var olma mücadelesini barındırıyor. Kendi anayasal düzenini tehdit eden herhangi bir oluşuma varlığını devam ettirmek için izin vermemeli çünkü kendisini devlet içinde alternatifsizliğine borçlu. Eğer egemene alternatif bir düzen ortaya çıkarsa yeni bir devletten söz etmek gerekmez mi?

Siyasi suç nedir?

Siyasi olan hakkında bir şeyler konuşacaksak, düşman ve dost kavramları üzerinden tartışma yürütmeliyiz. Carl Schimit’in “Siyasal Kavramı” kitabında ortaya attığı bu tez, kavram üzerine bir fikir kurmamızı oldukça kolaylaştırılıyor. Kısaca siyasal olan düşmana karşı mücadele ederek var olur ve oluşurken bir düşmana ihtiyaç duyar. Bu düşman asla bireysel ya da psikolojik değildir. Devletin karar verdiği, tamamen kamusal bir düşman karşımızdaki.

Siyasi suça tarihte hemen ilk medeniyetlerden itibaren rastlamamız mümkün. Roma’da ‘crimen majestis’ yani İmparatora karşı suç olarak adlandırılmış bu suçlar ölümle cezalandırılmıştır. Var olan devlet düzenini tehdit eden bu suçlar geçtiğimiz yüzyıla kadar iade müessesesine tabi tutulmuştur yani devletler kendi ülkelerindeki siyasi suçluları, suçlu olarak görüldükleri vatanlarına iade etmek zorunda kalmıştır.

Fakat asıl siyasi suçluların kitlesel olarak belirlenmesi Fransız Devriminden sonraki terör yönetiminde karşımıza çıkar. Toplu suçlamalar ve cezalandırmalarla işin tamamen çığırından çıktığı bir dönem devrim sonrası. Daha sonraki devrimlerin ardından benzer durumları da görebiliyoruz. Suçun şahsiliği, kanunsuz suç ve ceza olmaz gibi ceza hukukunun temel ilkelerinin neredeyse tamamen ihlal edildiği dönemler bunlar. Devrimin kanlı yanını mahkeme kararlarından netlikle okuyabiliyoruz.

20. yüzyılda karşımıza çıkan dünya savaşları ve faşist-otoriter iktidarlar siyasi suçun etki alanını ve katılığını oldukça arttırdı. Savaş sonrası dönemde ise karşımıza çıkan terör tehdidi bu suçların çok daha fazla cezalandırılmalarını sağladı.

Tanzimat’tan sonraki tarihsel süreçte değişen mağdur

Bir başka nokta da suçun yapısının değişmesi. Özellikle 1800’lerin ikinci yarısından sonra dünyada bunu görmek mümkün. Osmanlı’da da sanılanın aksine diğer Avrupalı ülkelerle hemen aynı vakitte hatta bazılarından daha hızlıca dönüşümler gerçekleşti. Özellikle Tanzimat’tan cumhuriyete geçtiğimiz süreçteki yeni bürokratik yapılanma ve hukuksal çalışmalarda bu dönüşümleri görebiliriz.

Bu dönemde temel eğilim hukukun sosyal bağlamından koparılıp soyut bir hal almasına yönelik. Suçta yapılan mağdurlu ve mağdursuz ayrımından ziyade tüm suçları kendine karşı tehlike olarak algılıyor devlet. Bu dönemde siyasi kararlar alınarak çeşitli bölgelerde aşırı cezalandırmalar yapılabiliyordu. Kuzey Irak bölgesinde bunun örneklerine rastlayabiliriz. Mahkemeler soyut davalarla bu dönemde uğraşmaya başladı. Yani siyasi suç da bu dönemde alanını genişletti.

Fakat Tanzimat sonrası açılan yeni kurumlarla beraber genişleyen bürokrasinin çokça belge üretmesi ve kurumların isimlerinin değişip durması hukuki değişimin daha hızlı köklü ya da fazla olduğunu göstermiyor. Sadece bilinçli gerçekleştirilen değişimi gösterir. Bir süre sonra kurum adına sırf doküman üretildiği soyut döneme geçildi. Ki bu imparatorluğun o döneme kadarki yapılanmasının büyük ölçekte kapatılıp, bürokrasinin sil baştan kurulmasıyla da alakalıydı.

Mağdur kim?

Bu soyut dönemde karşımıza çıkan en önemli şey mağdurun kim olduğu. Adi suçlarda yapılan fiilden zarar gören kişi mağdurdur. Bunun yanında şeriatın belirlediği suçlarda birey mağdurun yanında Allah’ın da mağdur rolünde olduğunu görüyoruz. Yani suçların bir de günah boyutu var. Fakat bazı günahların suç boyutu ya da bazı suçların da günah boyutu bulunmuyor.

Tanzimat sonrası dönüşümde artık suçlar kamusal olarak tayin edilmeye başlandı. Bireysel ya da Tanrısal mağdur rolleri artık tamamen değişmişti. Karşımızdaki mağdur devletti. Hukuki bir devrimle, yasaları belirleyen teolojik kuvvetin yerini devlet ele geçirdiğinde artık tüm suçlar için bu yaklaşımı görebiliriz. Davaların re’sen yani şikayete gerek duymadan açıldığı kamusal bir durum vardır karşımızda. Suçu devlet kendine karşı işlenmiş bir günah olarak görür. Fiilen ne kadar az kişi etkilense de ya da kimse etkilenmese bile devlet bunu kendisine karşı bir hamle olarak algılayacaktır.

İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin amblemi

Organizma olarak ulus

Jön-Türkler, İttihat ve Terakki bayrağı altında iktidara gelince pozitivist görüşlerini hukuk politikalarına da yansıttılar. Jön-Türkler ulusu sosyal bir organizma olarak algılıyorlardı. Tanzimat’taki vatandaş algısından çok farklı olarak İttihatçılara göre birey ulus için tehdittir. Ve sosyal organizmanın ahlakını bozucu her şey çok ağır cezalandırılmalıdır. Tecavüz suçunun siyasi olarak lanetlenmesi ve cezalarının arttırılması da bu dönemde karşımıza çıkar. Bahsettiğimiz ulus-birey çatışmasında af müessesesi çok önemli bir yer tutuyor. Aflar; minnet eden ezik birey, affedici yüce bir ulus doğurması amacıyla iç siyasette kullanılan bir politika haline gelmiş. Bu günkü durumdan pek de farklı olduğu söylenilemez.

Anayasal düzeni ortadan kaldırmak iddiasıyla THKO davasında yargılanan Deniz Gezmiş ve arkadaşları (1972)

Neredeyiz?

Aradan geçen uzunca süreye karşın devletler çeşitli periyotlarla siyasi suçun alanını genişletmiş ya da daraltmıştır. Fakat modern ulus devlet düşüncesinin özünde suç siyasallaşmış bir şeydir. Bu sebeple toplumsal sorunlara karşı adaletle hükmetmekten ziyade sistemin devamlılığını sağlaması ön plana çekilecektir. Suç da çokça zaman bu çarkın bir unsurudur sadece.

30–50 arası muhafazakar görüşe sahip kişilerin, 60 ihtilali sonrası Mendereslerin, 80 darbesi öncesi ve özellikle sonrası sağcı ve solcu görüşe sahip kişilerin, 90’larda Müslümanların yaşadıkları ulus devlet çarkının dişlileri arasında kalmaktan başka bir şey değildir. Zamanın ruhu, zamanın tehlikesini doğurur. Tehlike bazen gerçek ve ciddi, bazense bir kurgudan ibaret olabiliyor. Millet ise kendisine sunulan bu kurguları fark etmek konusunda oldukça feraset sahibi. Mahkemelerden önce tarih yargılıyor aktörleri, çoğu zaman daha adil şekilde…

Yazar hakkında:

Eyüp Ensar Avcı, İstanbul Prof. Dr. Mümtaz Turhan Sosyal bilimler Lisesinden mezun oldu. İstanbul Üniversitesi Hukuk bölümünde okuyor.

--

--

Consensus
Consensus

Hukuk, politika, tarih ve sanat gibi alanlarda; bugün ve yarın değer taşıyan konular özgün yazılar ve çevirilerle ele alan fikir penceresi / Fikrini Güçlendir.