Melike Nur Koçak yazdı
Kutuplaşma (polarization), toplumun ve düşüncenin olduğu her yerde kendini gösterir. Siyaset de bundan nemalanır, taraftarlarını dinamik tutar. Toplumdaki siyasi farklılıkları, iktidar ve/veya muhalefetin karşı tarafa yönelttiği ithamlar üzerinden gözlemleyebiliriz. Bunda doğruluk payı da vardır ancak asıl amaç taraftarlarını mobilize etmektir. Peki, Türkiye’de kutuplaşma dediğimiz durum nasıl bir tarihsel süreçten geçmiştir? Bugün durum ne kadar ciddi? Gözlemlediğimiz sorunları çözmek için neler yapabiliriz? Geniş bir inceleme ile bu soruları cevaplamaya çalışalım.
Kavramsal Çerçeve
Kutuplaşma kavramı, basitçe görüşlerin karşıt cepheler halinde gruplaşması anlamına gelir. Basit gruplardan girift ve karmaşık topluluklara kadar hemen her oluşumun içerisinde yumuşak yahut sert kutuplaşmalar yaşanır. Değişen şey bu kutuplaşmaların türü, yani kişilerin hangi konularda/durumlarda fikir ayrılığına düştüğüdür. Örneğin etnik alanda Türk-Kürt ya da Türk-Ermeni, dinsel alanda Mütedeyyin-Seküler veya İslamcı-Laik, mezhepsel olarak Alevi-Sünni, ekonomik alanda Proleter-Burjuva ve siyasi pozisyon bakımından Sağ-Sol gibi birçok alanda kutuplaşma damarları mevcuttur.
Bugün Türkiye’de görülen kutuplaşma türünü “Siyasal Duygusal Kutuplaşma” şeklinde nitelendirmek mümkündür. Bu kavramın tanımında “insanların siyasal tercihlerinin kimliklere dönüşmesi ve farklı siyasal tercihlere sahip insanların kendi ‘kabilelerinden’ olmayanlara tahammül derecelerinin azalması” (1) ve onları ötekileştirmesi yer alıyor. Bütün bunların çoğunlukla öfke veya başka olumsuz duygular ile gerçekleşmesi de “duygusal” kutuplaşma kavramının tercih sebebi.
Osmanlı’dan Çok Partili Hayata
Türkiye’de kutuplaşmanın ve siyasi partilerin (çok partili hayata geçiş ile parti politikaları ve söylemlerinin halk içindeki toplumsal ayrışmaya önemli bir etkisi vardır) geçmişine bakıldığına Osmanlı Devletine kadar uzanan bir geçmişi olduğu görülür. Bu dönemde temel kutuplaşma “merkez-çevre” kutuplaşmasıdır. Padişah/Hanedan ve seçkin resmi görevliler merkezi oluştururken halkın kalanı da çevre konumundadır. İki grup arasındaki kopukluğun temel sebeplerinden biri devletin çok uluslu, dolayısıyla da (Şerif Mardin’in ifadesiyle) “bölük pörçük” bir yapısının olmasıdır. Devlete dâhil olan farklı etnik gruplara kendi bölgesel, yerel ve dini özelliklerine göre muamele edilmiş ve merkezi olmayan politikalar izlenmiştir. Örnek olarak “kendi din liderleri tarafından yönetilen gayrimüslim toplulukları sayabiliriz. Böylece, daha genel ve bütünsel anlamda, merkez ve çevrenin, birbirleriyle çok gevşek bağlar içinde bulunan iki dünya olduğunu söyleyebiliriz.” (2)
Osmanlı, Tanzimat ile beraber Batılı anlamda yenilikler yapmaya başlamış ve 1908’de İkinci Meşrutiyet’in ilanı ile partili siyasi hayata geçmiştir. Bu anlamda kurulan ilk parti İttihat ve Terakki Fırkası’dır. Ancak, modernleşme süreci ile Batı’dan alınan parti sisteminin uygulanışı farklı olmuştur. Tüm bu reformlar ve devletin son dönemlerinde ortaya çıkan fikir akımları (Osmanlıcılık, İslamcılık, Türkçülük vb.) da merkez-çevre kopukluğuna çözüm olamamıştır.
Her ne kadar Osmanlı zamanından beri bir partileşme çabası ve sistemi olsa da; siyasal partiler toplum hayatına tam olarak Cumhuriyet Dönemi ile beraber girmiştir. Kuruluşundan sonra uzunca bir süre tek partili dönemin yaşandığı Türkiye’de, çok partili hayata geçmek için bazı girişimlerde bulunulmuştu (1924'te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve 1930'da Serbest Cumhuriyet Fırkası). Ancak, istenilen “kontrol altında tutulan çevre”nin oluşmaması girişimlerin başarısızlıkla sonuçlanmasına sebep olmuş, çevre siyasi hayatta bir katılım gösterememiş ve partili sistem bugün CHP ile 1946 yılına kadar gelmiştir. 1946’da Demokrat Parti’nin (DP) kurulması ve ilk kez seçimlere katılması ile Türkiye tam anlamıyla çok partili sisteme geçişe ve devlet dinamiklerinde kökten bir değişime sebep olmuştur.
Demokrat Parti Dönemi (1950–1960)
Demokrat Parti, hem siyasal hem de ekonomik liberalleşme vaatleri ile kısa sürede kentli nüfusun, burjuvazinin, akademisyenlerin ve gazetecilerin desteğini aldı. Parti Adnan Menderes’in de bir toprak ağası olması sebebiyle geniş toprak sahiplerinin desteğini kazandı. Fakat en büyük desteğini CHP dönemindeki baskıcı laik politikalardan bıkmış mutaassıp Anadolu halkından alan Menderes 1950’de ezici bir oy çoğunluğuyla iktidara yerleşmiş oldu.
Osmanlı’dan bu yana süren merkez-çevre kutuplaşması DP yönetiminde de devam etmişti. Bunun sebebi olarak DP kurucu üyelerinin CHP içinden çıkmaları ve genel itibariyle aynı Kemalist ilkeleri benimsemeleriydi. DP’nin CHP’den farkı, ise ilkeleri farklı yorumlayacağını iddia etmesiydi. Buna rağmen, Soğuk Savaş döneminin doğurduğu “kapitalizm-komünizm” kutuplaşması tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de etkisini gösterdi. Bilindiği gibi bu dönem dünya iki kutba bölünmüştü ve Türkiye DP’nin liberal politikaları ve uğraşları ile (bu politikaların bazıları CHP iktidarı döneminde başlamış ve DP döneminde süratle ilerletilmiştir) ABD kanadına eklemlendi. Öyle ki NATO’ya girmek için 1952’de başlayan Kore Savaşı’na Türkiye’den binlerce asker gönderildi, ülkedeki komünist harekeler kısıtlanmaya çalışılıyordu.
Demokrat Parti hükümeti ezanı yeniden Arapçaya çevirmek gibi politikalarla dine ılımlı yaklaşarak halkın desteğini arkasına aldı ve 1954 seçimlerini de kazandı. Ancak parti içi muhalefet, ordunun CHP’yi desteklediği kuşkusu, 1955 sonrası görülen ekonomik gerileme ve artan enflasyon yüzünden, Demokrat Parti kazanmasına rağmen 1957 seçimlerinde ciddi bir oy kaybı yaşadı ve muhalefet güçlendi. Ülkede baş gösteren sorunlara çözüm bulunamadı, onun yerine destekçilerinin isimlerinin radyodan okunduğu Vatan Cephesi kuruldu. Ancak bu oluşum “birlik getirmek yerine siyasal yaşamı kutuplara böldü.” (3) Bu kutuplaşma zemininde tansiyon muhalefet kanadının politikaları ile gitgide tırmandı. 27 Mayıs 1960 askeri darbesi ile de DP hükümetine son verilerek yeni bir devire geçildi.
27 Mayıs Sonrası Atmosfer
Darbenin ardından kutuplaşma zeminine son vermek için (!) parti kapatmak, yeni kurulan komisyonlarda temsil hakkı tanımamak ve hatta idam etmek gibi oldukça sert politikalarla merkezdeki grup dağıtıldı. Kutuplaşmayı arttırdığı ithamlarına muhatap olan Demokrat Parti muhalifleri tarafından kapatıldı; Adnan Menderes, Hasan Polatkan ve Fatih Rüştü Zorlu idam edildi. Ardından 38 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi oluşturuldu ve bu komite geçici hükümeti kurdu. Yeni anayasa için akademisyenlerden destek alındı ve Sıddık Sami Onar başkanlığında bir komisyon kuruldu.
Komisyon öncülüğünde hazırlanan 61 Anayasası genel itibariyle daha özgürlükçüydü, bu sayede uç görüşleri temsil eden partiler de siyasal hayatta yerlerini aldılar. Bunlardan biri 1961’de kurulan ve sol görüşü temsil eden Türkiye İşçi Partisi (TİP) idi. Yeni anayasanın tanıdığı hak ve özgürlüklerle işçilere toplu sözleşme ve grev hakkı verilmişti, ayrıca Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş) tarafından temsil ediliyorlardı. Böylelikle 1960’ların başında siyaseten aktif bir işçi sınıfı oluştu. Türk-İş’ten ayrılan üç sendika bir araya gelerek Türkiye Devrimci İşçi Konfederasyonu’nu (DİSK) kurdu. Ekonomik haklar yanında siyasi taleplerde de bulunan DİSK, TİP tarafından da destekleniyordu.
Diğer yandan milliyetçi sağ ise Alparslan Türkeş başkanlığında olan Milliyetçi Hareket Partisi (öncülü CKMP) etrafında toplandı. Gençlik kollarında kitlesel teşkilatlanma faaliyetleri bu dönemde hız kazandı.
1963–1964 kışında Yunanistan’la yaşanan Kıbrıs sorunu ve ABD Başkanı Johnson’ın İnönü’ye gönderdiği mektup (ABD’nin, SSCB’nin dâhil olma ihtimali bulunan olaylarda Türkiye’ye yardım etmeyeceği ve sağladığı silahların da izinsiz kullanılamayacağı yazıyordu) Türkiye’de milliyetçi duyguları kabarttı ve Amerikan karşıtı gösteriler başladı. 1968’de doruğa çıkan gençlik olayları 1971 Muhtırası’na kadar devam etti. “Amerikan karşıtlığı toplumu muhafazakâr sağ ve bazen neo-Kemalist olarak adlandırılan milliyetçi ve radikal bir sol olarak kutuplara ayırdı.” (4)
CHP, radikal solun fikirlerinden etkilenerek ortanın solu olarak adlandırılan siyasi duruşu benimsedi, ancak yine de uç bir parti değildi. Sağ kutup ise komünizmi tehdit olarak algılıyordu ve “panzehir” olarak İslam’a yöneldi. Buna rağmen sağ kendi arasında bölünmeler yaşadı. Milliyetçi sağ MHP ve merkez sağ AP dışında Necmettin Erbakan’ın kurduğu, İslamcı görüşte olan Milli Nizam Partisi (MNP), CHP’nin kabul ettiği ortanın solu görüşünü kabul etmeyenlerin partiden ayrılıp kurduğu Güven Partisi ve AP’den ayrılanların kurduğu Demokratik Parti geniş ve çok parçalı bir sağ siyaset zemini oluşturdu.
12 Mart’tan 12 Eylül’e
1970’lerin başına gelindiğinde Almanya’ya işçi göçünün azalmasıyla işsizlik arttı, toplumsal ve ekonomik değişiklikler, politik çatışma, uluslararası olaylar ülkeyi tehlikeye soktu. Demirel’in sol görüşe karşı politikaları 15–16 Haziran 1970’te çeşitli protestoları başlattı. 1971 başında ülkede grevler hat safhadaydı, sürekli bir grev hali vardı. Bunun üzerine ordu, 12 Mart’ta Cumhurbaşkanına, Meclise ve Senatoya bir muhtıra sundu, hükümetin istifası ve yeni güçlü bir hükümet istendi.
12 Mart Muhtırası ile ordu ikinci kez devlete müdahalede bulundu ama beklenenin aksine hiçbir gelişme olmadı. Aksine, 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar Türkiye, tarihinin en yoğun kutuplaşmasına tanıklık etti. Siyasal şiddet hat safhadaydı, toplum ve devlet (partiler, devlet kurumları vs) tamamen ikiye bölünmüştü. Dinlenilen müzikler, okunan kitaplar farklıydı. İki grubun (ülkücü, muhafazakâr sağ; sosyalist, seküler sol) da kendine ait “kurtarılmış bölgeleri” vardı ve karşı taraftan biri bu bölgelere girdiğinde öldürülüyordu. Sağ-sol kutuplaşmasına etnik ve mezhepsel kutuplaşmalar da dâhildi. Örneğin çeşitli sol gruplar sloganlar ve pankartlarla dini kutsallara saldırıyordu. Bunun yanında MHP gençlik kolları ayrılıkçı Alevi ve Kürtlere karşı çeşitli eylemlerde bulunuyordu. Bütün bunların sebebi ise aslında siyasi istikrarın partilerce bir türlü sağlanamamasıydı. Koalisyonlar kısa süreliydi ve bu da sağlam politikalar izlenmesini engelliyordu. Ayrıca koalisyonda yer alan partilerin, destekçilerine hissettirdiği korunma ve güven duygusu da militanlaşmayı daha da arttırdı, tüm bunlar 12 Eylül 1980’e ordunun üçüncü kez müdahale etmesi ile son buldu.
Darbe Sonrası Seksenler ve Doksanlar
12 Eylül darbesi ülkedeki siyasal şiddete ve istikrarsızlığa son verse de sonraki üç yıl boyunca ülkeye antidemokratik bir yönetim hakimdi. Cuntacı Kenan Evren cumhurbaşkanı oldu, tüm partiler kapatıldı, liderlere yaklaşık yedi yıl siyasi yasak geldi. 1982’de yeni anayasa yürürlüğe girdi, sağ sol fark etmeksizin her türlü uç davranış baskılandı. Yeni kurulan iktidar dinamiği, Kemalist kurucu değerlere sonuna kadar bağlı ve bu değerlerin aksine hareket eden her guruba sert müdahale etmekte kararlı olan bir yapıydı. 1983’te yeni liderlerle yeni partiler kuruldu, eski liderler de yeni partileriyle 1987’de siyasal hayata geri döndü.
12 Eylül için kutuplaşmanın tarihinde bir dönüm noktasıdır diyebiliriz, çünkü 1960–80 yılları arasındaki keskin ve fiziksel şiddetin olduğu ideolojiler arası kutuplaşma tansiyonu bir daha bu kadar yükselmedi.
1990’larda da toplum içinde ciddi bir kutuplaşma olmasa da Kürt hareketinin siyasallaşması, PKK’nın Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki aktifliği gibi sorunlar baş gösterdi. İslamcıların popüler olmaya başladığı doksanlarda yaşanan bir diğer önemli gelişme ise 28 Şubat süreciydi. Erbakan’ın başkanlığını yaptığı Refah Partisi kapatıldı, siyasal İslamcılara çeşitli kısıtlamalar getirildi. Ancak, toplumdaki Müslüman kesimin eylemleri devam etmekteydi. 28 Şubat sürecinin yol açtığı mağduriyetler, laik-dindar kesim arasındaki kutuplaşmanın derinleşmesine ve İslami kesimdeki güvensizliğin zihinlere kazınmasına sebep oldu.
AK Parti Hükümeti ve Günümüz
Demokrat muhafazakâr kimliğiyle kendini tanımlayan Ak Parti’nin 2002’de seçimleri kazanmasıyla uzun yıllar sürecek istikrarlı ve koalisyonsuz bir iktidar dönemi başladı. 2002 seçimleri öncesi Türkiye’de yaşanan 2001 ekonomik krizi ve uluslararası sorunlar yeni iktidarın bir an evvel çözüm bulması gereken sorunlardı. Ak Parti başlangıçta ılımlı politikalar izleyen ve “halkın içinden, halkın sorunlarına çözüm arayan”, uluslararası arenada iyi ilişkiler kuran bir yapıya sahipti. Bahsedilen sorunların süratle çözülmesi yönünde irade göstermesi, iktidarını pekiştirdi. 28 Şubat’tan sonra Milli Görüş içinden gelen bir partinin iktidara gelmesi dindar kesim için de bir umut oldu. Bugün hala, travmatikleşmiş 28 Şubat süreci AK Parti tarafından sıklıkla hatırlatılmaktadır.
12 Eylül darbesinden sonra kurulan düzen ve uygulanan politikalar neticesinde kutuplaşma şiddetini kaybetse bile, AKP’nin muhafazakârlaşan söylemleri, uygulamaları ve muhalefet partilerin bunlara sert tepkileri, toplumda kutuplaşmanın daha vahim bir hal almasına sebep olmuştur. Bu, daha çok AKP-CHP arasında gibi görünse de kutuplaşma, partilerin temsil ettiği muhafazakâr/dindar kesimle laik/seküler kesim arasında yaşanmaktadır.
Partilerin rekabeti ve liderlerin zaman zaman takındığı kaba üslup, halkın arasındaki tahammülsüzlüğü arttıran önemli bir diğer faktördür. Buna, yukarıda bahsedildiği gibi, siyasal duygusal kutuplaşma diyoruz. Duygusal olarak, her iki tarafın da, bazen komplo teorisi denebilecek fikirlere sahip olduğunu söyleyebiliriz. Bunun nedeni ya direkt olarak iletişim kurulmaması ya da kendi düşüncelerinin doğruluğuna kati bir güven duymalarıydı.
2013 yılında gerçekleşen Gezi Parkı olayları kutuplaşmanın derinleşmesinde etkili bir payı vardır. Başlangıçta çevreci bir amaç ile başlayan, ancak polis müdahaleleri sonucu büyüyen olayda, muhalefet partilerinin ve STK üyelerinin de destek vermesi ile olaylar ufak protestoların önüne geçti. Hem siyasi hem ekonomik hem de kültürel kampta aktif çatışmalar yaşanmaya başladı. Erdoğan’ın çığırından çıkan olayları terör girişimi olarak adlandırması ve parktaki ağaçların bahane olduğunu iddia etmesi muhalefet kanadı ile iletişim zemininden uzaklaşılmasını sağladı.
Gezi olayları ertesinde vuku bulan 17/25 Aralık operasyonları ile Cemaat-Hükümet çekişmesi tam olarak görünür bir hal aldı. 15 Temmuz 2016’da FETÖ tarafından gerçekleştirilen darbe girişiminden sonra hükümetin milliyetçi/muhafazakâr politikaları ve söylemleri arttı. Çeşitli yeni sembol ve bayramlarla adeta tarih inşasına girişen iktidar sınır ötesi operasyonlarla ve elde ettiği askeri başarılarla hamasi siyaset tarzını sürdürmeye devam etti. CHP’nin başını çektiği muhalefet kanadı ise darbe girişiminin sebebini AK Parti’nin Fetullah Gülen ile eskiye dayanan ilişkilerine ve devlet kademelerinde verdiği imtiyazlara dayandığını söyleyerek ortaya çıkan enkazın sorumlusunun iktidar olduğunu savundu.
AK Parti’nin keskin söylemleri ve katı icraatleri, muhalefet partileri tarafından sert eleştirilere tabi tutuluyor. Fakat Muhalefet kanadı içerisindeki aydınların sıkça dillendirdiği görüşlere göre yönetimdeki adaletsizliklerin temel sebebi ideoloji. Yani başka bir Milliyetçi yahut İslamcı parti iktidara gelse de benzer sorunların yaşanacağı, bahsedilen görüşlerin rasyonel düşünmeye kapalı ve adaletsizliğe sebep olan fikirler olduğu iddia ediliyor. Bu görüş aydınların halkın genelinin benimsediği sağ eksenli ideolojileri hakir görmelerini sağlıyor ve halk ile iletişim kurmaktan yoksun bir entelektüel sınıfı oluşturuyor. Entelektüellerin itham eden söylemleri ve toplumun dışından, genellemeci analizleri kutuplaşma zeminindeki tansiyonu yüksek tutan temel etkenlerden bir diğeri. İktidar yanlısı çeşitli medya guruplarının ve parti mensuplarının kendilerine yöneltilen eleştirilerin sahiplerini “hain, terörist” gibi ağır ithamlarla eleştirmesi de iletişim zeminini kullanılamaz hale getiren söylemler.
Toparlama Mahiyetine
Kutuplaşma Türkiye’de hayatın bir gerçeği. Farklı görüşlerin usulünce tartışılması ile toplumun ve ülkenin gelişebilmesi fırsatı ne yazık ki çoğu zaman -yoğunlaşan kutuplaşma ile suistimal edildi ve edilmeye devam ediyor. Farklı fikirlere sahip olmak, kendini diğer görüşlerden ayırmak ve diğer görüşleri eleştirmek düşünsel gelişimi sağlayan eylemler. Ancak iletişimden kaçınıp genellemeci ithamlarla olaylara yaklaşmak fikri bir kısırlığa sebep oluyor. Hakaret, şiddet ve tahammülsüzlükten kurtulup ahlaki müştereklerimiz zemininde fikir üretebildiğimiz günlere ulaşmak dileğiyle.
Kaynakça
1 Prof. Emre Erdoğan: Covid-19 salgını kutuplaşan Türkiye’de farklılıkları unutturur mu? | Görüş | Euronews
2 KALAYCIOĞLU, Ersin, SARIBAY, Ali Yaşar, Türk Siyasal Hayatı Türkiye’de Politik Değişim ve Modernleşme, Sentez Kitap, Ankara, 2014, s.118
3 AHMAD, Feroz, Bir Kimlik Peşinde Türkiye, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2006, s.140
4 A.g.m. s.161
HEPER, Metin, SAYARI, Sabri, Dünden Bugüne Türkiye Tarih, Politika, Toplum ve Kültür, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2016
Yazar hakkında:
Melike Nur Koçak, İstanbul Prof. Dr. Mümtaz Turhan Sosyal bilimler Lisesinden mezun oldu. Türk-Alman Üniversitesi siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler bölümünde okuyor.