Yaklaşan İklim Krizi Ve Türkiye Özelinde Değerlendirmeler

Consensus
Consensus
Published in
10 min readMar 7, 2021

A. Furkan Okçin yazdı

2020 yılını COVİD-19 küresel salgınının gölgesinde geride bıraktık. 2021 yılında da ana gündem maddesi yine COVİD-19 olacak gibi duruyor. Fakat geri planda daha aşina olduğumuz ancak önlemek adına pek de çaba sarf etmediğimiz bir sorun var: İklim Krizi.

Yaşanan iklim krizinin tarihçesi çok eski olmakla birlikte, iklim üzerinde insan etkilerinin Sanayi Devrimi ile başladığı biliniyor. Sanayi devrimiyle birlikte artan fosil kaynak tüketimi, arazi kullanımındaki değişiklikler ve ormanların tüketilmesi gibi insan etkinlikleri, atmosferdeki sera gazı birikimlerini hızla artırdı. Bu nedenle, 19. yüzyılın ortalarından itibaren dünya tarihinde ilk kez, iklimdeki doğal değişebilirliğe ek olarak, insan etkinliklerinin de rol oynadığı yeni bir döneme girildi.

Bu yeni dönemde gelinen noktada artık dünyanın dengesi altüst olmuş durumda. Bir yandan COVİD-19 küresel salgını ile mücadele verilirken bir yandan da iklim krizine dair kamuoyu çalışmaları yapılıyor. Artık durumun ciddiyeti ifade edilişine de yansıdı. Önceleri küresel ısınma olarak duyduğumuz sorun daha sonra iklim değişikliği olarak anılmaya başladı. Son kertede ise artık iklim krizi deniliyor. Bu krizin dünyada çok büyük değişikliklere yol açacağı hatta etki alanının güncel COVİD-19 salgınından daha fazla olacağını tahmin etmek güç değil. Ancak yine de olası etkinin büyüklüğünü göstermek adına birkaç örnek vermekte fayda var.

Dünyanın Isısının Artması İnsanlar İçin Ne Anlam İfade Ediyor?

Yapılan örnekler ve ölçümlerden alınan değerlere bakıldığında dünya geneli deniz seviyesi yüksekliği son yüzyılda 10–20 cm artmışken son 20 senede deniz seviyesindeki yıllık artış 3,2 mm. Bu son yüzyılın ortalamasının neredeyse iki katına denk geliyor. Bu matematik hesabının anlamı şu: deniz seviyesine yakın yerlerde yaşayan insanlar için yaşadıkları yer artık uygun değil. Evlerini, düzenlerini bozmak zorunda kalacaklar.

Bir diğer sorun ise nerede, ne zaman, hangi doğa olayı ile karşılaşacağımızı tahmin etmek güçlük çekmemiz. Çok soğuk geçen bir senenin ardından çok sıcak geçen seneler; bahar ayında yağmur yerine karın yağması; sonbahar ve kış aylarında aylarında termometrelerin normallerin çok üzerinde olması… Yani, kısacası iklimde ve yağışlardaki belirsizlik ve öngörülemezlik hali tarım sektörünü bir hayli etkilemekte. Düşen tarımsal üretimin yanı sıra iklim değişikliği temel gıdaların besin değerinin de olumsuz etkiliyor. Konuya dair RTI İnternational ve ABD Çevre Koruma Ajansı gibi kurumlarda ABD’li bilim insanlarınca yapılan araştırmalar sonucunda, buğday, pirinç, mısır, bezelye, darı, soya fasulyesi, patates ve arpada bulunan besleyici değerler yani çinko, protein ve demir miktarları ortalama yüzde 3 oranında kaybolacak. Bunun ise 2050 yılında küresel düzeyde beslenme sorunlarına yola açacağı belirtiliyor. Öyle ki çinko eksikliğinin, her yıl beş yaş altı 100 bin çocuğun ölümüne sebep olduğu tahmin ediliyor. Protein eksikliği de çocukların gelişimini önlerken, anne ölüm oranlarını artırıyor. Yine her yıl 2.2 milyon civarında beş yaş altı çocuğun ölümüne neden oluyor. Demir eksikliği ise yılda yaklaşık 200 bin kişinin doğrudan ölümünden sorumlu. 1950 yılında yenilen bir muzdan aynı besin değerlerini almak için bugün 60 adet muz yemek gerek.

Besin ve mineral değerlerindeki bu düşüş ve bunun yanı sıra biyoçeşitliliği yok olması, bağışıklık sistemine de darbe vuruyor. Bugün COVİD-19 ile mücadele de değerini daha çok anlaşılan bağışıklık sistemi, artık virüslere dayanıklılıkta daha az başarılı olacak.

Öte yandan, su kaynakları meselesi de artık yakın geleceğin küresel çapta kriz teşkil edecek sorunlarından birisi. Mevcut büyüme hızı ve su tüketim alışkanlıkları gibi nedenler halihazırda su kaynakları üzerinde önemli bir baskı oluşturdu. Su sorunu artık dünyanın dörtte birini etkiliyor. İklim krizinin hidrolojik döngü üzerindeki etkisi ile yağışlarda ve su akımlarında daha fazla değişkenlik görülecek, aşırı hidrolojik olayların yoğunluğu artacak. Bu durumda su kaynaklarının temininde ve kalitesinde önemli değişiklikler ortaya çıkacak. Bu değişikliklerin suyun hayati öneme sahip olduğu başta içme-kullanma ve tarımsal üretim dâhil olmak üzere, enerji, sağlık, turizm, ulaşım, taşkın ve kuraklık olayları ile ekosistem bütünlüğü üzerine olumsuz etkileri olacak. Yapılan çalışmalardan elde edilen öngörülere göre 2100 yılına kadar, sıcaklıkların artışına da bağlı olarak kış yağışlarının daha çok yağmur şeklinde düşmesi ve kar örtüsünün daha hızlı bir şekilde eriyerek yüzeysel akışa katılması söz konusu. Aynı zamanda yağışların yıl içerisindeki dağılımının yani şiddet ve sıklığının da değişmesi veya kayması gözlenecek. Yağışın kar yerine daha çok yağmur şeklinde düşmesi ve kar yükünün daha hızlı bir şekilde erimesi, özellikle kentsel ve tarımsal su ihtiyaçları yıl boyunca yüksek rakımlardaki kar yükü tarafından regüle edilen bölgelerde suya en çok ihtiyaç duyulan zamanlarda sıkıntı duyulmasına neden olacak.

Her şeyin kıt olduğu bir süreç bizi bekliyor. Kıt kaynakların savaşa konu olması büyük olasılık. Kriz dönemlerinde gelir dağılımlarındaki dengesizlik daha da artar. Gelir dağılımdaki adaletsizliklerin ise ayaklanmalara ve toplumsal tepkilere dönüşeceği kaçınılmaz. İnsanlar çatışma ve afet bölgelerinden uzaklaşmayı tercih edecek. Sonuçta ortaya çıkacak kitlesel göç, bugünkü beklentilerin çok ötesinde gerçekleşecek.

Krizin Temelinde Ne Yatıyor?

Peki Gezegenimizin dengesini alt-üst eden ve insanlık için büyük risk teşkil eden iklim krizinin sebebi ne? İklim krizinin temelinde karbon salınımına dayanmakta. İki oksijen bir karbondan oluşan karbondioksit, doğallar yollarla oluşuyor. İnsan ve hayvanlar nefes verirken karbondioksiti de doğaya salgılıyor. Normal şartlarda tamamen zararlı bir gaz değil. Bitkiler karbondioksit sayesinde gelişiyor. Hatta bu gaz, Güneş’ten gelen ısının bir kısmını atmosfere hapsederek gezegenimizin ısısını dengeliyor. Karbondioksit sayesinde dünya aşırı ısı düşüşlerinden korunuyor. Ancak terazi hassas. İnsan etkisi atmosferdeki karbondioksit miktarını da artırdı. Artık, Güneşten gelen ısısının daha büyük kısmı Dünya’da kalıyor. Bu da gezegenimizin ısısını artırıyor. Bunun temeli ise artan karbon salınımı. Dünya’da santrallerin, fabrikaların, uçakların, arabaların, endüstriyel tarımın, kısacası, karbon salınımına sebep olan her durumun sayısı sürekli artış halinde. Hepsi de fosil yakıt kullanıyor: petrol, kömür, gaz. Tüketilen enerjinin %81’i bunlardan oluşmakta.

Bitki ve hayvan fosilleri karbon bakımından oldukça zengin. Artan orman yangınları karbon salınımını iyice tetikliyor. Soluduğumuz oksijenin sadece %0,4’ü karbondioksit. Dünyadaki yaşamımızı sürdürebilmemiz için karbon salınımını önlememiz gerekiyor. Birleşmiş Milletler dünyanın, iklim değişikliğini, sanayi üretimine geçilmeden önceki dönemin ortalama sıcaklıklarının 1,5 santigrat derece üzeri ile sınırlaması gerektiğini söylüyor. Fakat bilim insanları ısı artışını bu düzeyde tutabilmek için insanlığın, toplumsal yaşamın her alanında çok hızlı, çok kapsamlı ve daha önce örneği görülmemiş değişiklikler yapması gerektiği uyarısında bulunuyorlar.

Dünya İklim OHAL’i İlan Etmeli

Bilim insanlarının bu çağrıları, son 10 yıldaki çalışmalara bakıldığında, yankı uyandırmış gibi görünüyor. Bu kapsamda yapılan çalışmalardan birisi de Paris İklim Antlaşması. Geçtiğimiz yılın son günlerinde, Paris İklim Antlaşması’nın beşinci yıldönümünde gerçekleştirilen toplantı COVİD-19 salgını nedeniyle sanal ortamda yapıldı. BM, İngiltere ve Fransa’nın organize ettiği zirvede 70’ten fazla lider söz aldı. Toplantının en çarpıcı çıkışı ise BM Genel Sekreteri tarafından yapıldı. Kaynakların, gelecek kuşaklara, bozulmuş bir gezegende borç dağı yüküyle bırakılacak politikalarla kullanılamayacağını belirten Genel Sekreter Guterres, tüm ülkelere iklim olağanüstü hali ilan etmeleri çağrısında bulundu.

Ancak, bu çağrıların ve konuşmaların somut adımlara pek de etki etmediği oldukça açık. Zira, Dünya Meteoroloji Örgütü WMO’ya göre Paris İklim Anlaşması’ndan bu yana geçen beş yıl, kayıtlara geçen en sıcak yıllar oldu ve karbon emisyonları atmosferde birikmeye devam etti.

Öte yandan, Avrupa Birliği, Aralık 2019’da AB Komisyonu tarafından açıklanan Avrupa Yeşil Mutabakat ile 2030’a kadar karbon salınımını yüzde 50 azaltmayı, 2050 yılına kadar sıfır karbon salınım hedefine ulaşmayı amaçlamakta.

Yeni bir büyüme stratejisi olan Yeşil Mutabakat, sanayiden tarıma, ulaştırmadan enerjiye karbonun etkisinin sıfıra indirildiği bir ekonomik modeli getirmekte. Bu yeni model ticari hayata da fazlaca etki edecek gibi görünüyor.

Bu hedef doğrultusunda 1 trilyon Euro’luk kaynak ayrıldı. Bu yatırım ayrıca ekonomik dönüşümü de gerçekleştirecek. Bu doğrultuda çevre dostu teknolojilere yatırım yapılması, sanayide inovasyonun desteklenmesi, özel ve toplu taşıma sektörlerinde ulaşımın temiz, ucuz ve sağlıklı alternatifler ile sunulması, enerji sektörünün karbonsuzlaşması ve %100 yenilenebilir enerji kaynaklarına geçiş, binaların enerji verimli hale getirilmesi gibi durumlara öncelik veriliyor.

Türkiye’deki Durum

Peki Türkiye’de durum ne? Durumun vahameti Türkiye’den de bariz bir şekilde görülüyor. Türkiye bugün kuraklıkla karşı karşıya. Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün son verilerinde sorunun büyüklüğü gözler önüne serilmiş.

Aslına bakılırsa Türkiye yarı kurak bir ülkedir. Yağışların azalması ise kuraklığa geçişimizi hızlandırıyor. Yağışların azalmasıyla barajlarındaki su seviyesinde en bariz düşüş görülen şehir İstanbul. Son on yılın en düşük baraj doluluk oranının yaşandığı kentte, dar alanda yoğun yerleşimin olması da kuraklığı tetikliyor. Arz ve talep dengesindeki orantısızlığın bir noktadan sonra sistemi kilitlemesi kaçınılmaz.

Geçtiğimiz aylarda Çanakkale’de çekilmiş bir fotoğraf

Türkiye geneline bakarsak, baraj doluluk oranının %34,6 olduğu görülüyor. Bu oran ise büyük çoğunlukla karların erimesi ile oluşmakta. DSİ verilerine bakarak bugünden suyun yetersiz olduğunu söylemek doğru değil. Ancak yağışlardaki düşüş ve yeterli önlemlerin alınmaması durumları devam ederse durum geri dönülmez boyut kazanabilir.

Türkiye şu an meteorolojik bir kuraklık içerisinde. Yağış olmadığında kuraklığın boyutu artar. Faka bu durum evlerden pek hissedilmez. Musluklardan su kesintilerinin olması nadir görülür. Ancak bu meteorolojik kuraklık uzun süre devam ederse Türkiye artık bir hidrolojik kuraklık sorunu ile karşı karşıya kalacak. Artık bu durumda kuraklığı hissetmek kaçınılmazdır.

Bu durumun toprağı etkilememsi düşünülemez. Topraktaki nem yavaş yavaş yok olur. Bu aşamada da tarımsal kuraklık safhası başlar. Biyoçeşitlilik azalırken bazı ürünlere erişim imkansızlaşır. Hayvancılıkta da işler istediğimiz gibi gitmeyecektir. Son aşamada ise sosyo-ekonomik kuraklık safhası başlayacaktır. Sosyal yapıyı tekrardan dizayn etmek durumunda kalabiliriz. Durum tarım çevreleri tarafından da endişe verici görülüyor. Sorunun sürmesi bir gıda krizini tetikleyebilir.

Tarım ve Orman Bakanlığı’nın hazırladığı Kuraklık Eylem Planı çerçevesinde, 2023 yılına kadar 150 yeraltı barajının yapımı, su tasarrufu, suyla alakalı kayı-kaçağın önlenmesi ve tarım- hayvancılıkta farklı sulama yöntemlerinin üzerinde durulduğu görülüyor. Önümüzdeki dönemde tasarruf çağrılarının artacağı aşikâr.

Dünyayı Doyuran Dünyanın Lideri Olacak

“Dünya artık güllük gülistanlık değil ama enseyi karartmayacağız.” Bu sözler Tarım ve Orman Bakanı Bekir Pakdemirli’ye ait. BM verilerine göre, Türkiye, tarımsal hasılada Avrupa’da 1. Dünya genelinde ise 7. Sırada bulunuyor. Yaşanan olumsuzluklar kapıdaki felaketin habercisi. İleride bu durum büyük yoksulluklara ve gıda-su savaşlarına yol açacak.

Dünya 20 yıl içerisinde 10 milyara varan bir nüfusa, yüzde 55 kentleşmeden yüzde 70 kentleşmeye ulaşacak. Yüzde 50 daha fazla gıda ihtiyacı olacak. Bunun yanında, çölleşme ve iklim değişimi yaşanıyor. Türkiye’de de buna benzer bir tablo var. Türkiye’nin nüfusu belki 100 milyon olmayacak ama 98 milyon olacak bir nüfus söz konusu. Türkiye’nin yüzde 80 kentleşme ve yüzde 50 daha fazla gıda artışına ihtiyacı var. Bu verilerle hareket eden Türkiye uluslararası alana açılarak Sudan’dan toprak kiraladı. Uzun vadede yaşanacak gıda sorununu az hasarla karşılamak hedefleniyor.

Türkiye Küresel Gelişmelere Ayak Uydurmak Zorunda

Bakıldığında Türkiye Paris İklim Anlaşması’na imza atmasına rağmen bunu parlamentosundan geçirmeyen tek G20 ülkesi konumunda. Türkiye, 2016 yılında imzaladığı anlaşmayı onaylamayan dünyadaki 7 ülkeden birisi. Çünkü, Türkiye bu anlaşma kapsamındaki yerine itiraz ediyor. Ülkeleri gelişmişlik düzeylerine göre dörde ayıran anlaşmaya göre “gelişmiş ülke” grubuna sokulan Türkiye’nin hem gelişmiş ülkelerin sorumluluklarını yüklenmesi hem de finansal yardım alamaması söz konusu olacak. Türkiye’nin Yeşil İklim Fonu’ndan ya da yoksul ve küçük ada devletlerine yapılacak olan yardımlardan bir pay beklemediği, ancak emisyon azaltımı ve yenilenebilir enerji için gerekli kredileri de alabilmesi gerektiğini vurgulanıyor.

Ayrıca, Avrupa Birliği’nin Yeşil Mutabakat ile başlattığı dönüşüm de Türkiye’yi oldukça ilgilendirmekte. Zira, Avrupa Birliği, Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı. Avrupa Yeşil Mutabakat Çağrısı 1 milyar Euro’luk bütçesiyle Türkiye için son derece önemli bir hibe kaynağı olarak görülebilir. Bu çağrı Türkiye’deki işletmelere ve araştırmacılara hibe sağlamakla kalmıyor, aynı zamanda Avrupa Komisyonunun yeni kabinesinin hedeflerinden biri olarak belirlediği karbonsuz ekonomiye geçiş konusunda da Avrupalı Birliği ile birlikte çalışma imkânı sunuyor.

Çağrı kapsamında enerji başlığında toplam 128 milyon Euro, binalarda enerji verimliliği için 60 milyon Euro, çevreci havalimanları ve limanlar için 10 milyon Euro, Birliğin Tarladan Sofraya stratejisine destek olacak projeler için 74 milyon Euro kaynak ayrılmış durumda. Bu durum Türkiye’de enerji, inşaat, tarım, ulaştırma ve daha pek çok alanda faaliyet gösteren işletmeler ve araştırmacılar için önemli fırsatları barındırıyor.

Hem Paris İklim Antlaşması hem de Avrupa Yeşil Mutabakatı çerçevesinde bakıldığında karbon salınımının en büyük sebebi olan ülkelerin artık bunun önüne geçilmesi için yapıcı projeler hayata geçirmeye çalıştığı ve bu bağlamda da ekonomik bir dönüşüm sergilediği görülüyor. Bu dönüşümün tüm ticari ortaklarla birlikte meydana getirilmesi için hibe desteği de verilmekte. Ekonomisi gelişmekte olan her ülke gibi Türkiye’de bu dönüşümü takip etmek zorunda. Aksi takdirde, küreselleşmenin zirvede olduğu bu dönemde en büyük ticaret ortaklarında yaşanan dönüşüme ayak uyduramamak, bu dönüşüm bağlamında çalışmalar ve yasal düzenlemeler yapmamak iklim sorununun beraberinde getireceği ekonomik neticeyi daha da ağırlaştıracaktır.

KAYNAKÇA

https://dsip.org.tr/images/stories/kutuphane/enternasyonal-sosyalizm-sayi-6-nisan-2020.pdf#page=60

http://www.mfa.gov.tr/data/kutuphane/yayinlar/ekonomiksorunlardergisi/sayi33/nursel_berberoglu.pdf

Yazar Hakkında:

Ahmet Furkan Okçin, İstanbul Üniversitesi Hukuk fakültesinde okuyor ve İktisat bölümü ile çap yapıyor.

--

--

Consensus
Consensus

Hukuk, politika, tarih ve sanat gibi alanlarda; bugün ve yarın değer taşıyan konular özgün yazılar ve çevirilerle ele alan fikir penceresi / Fikrini Güçlendir.