Yalanın Meşrulaştırılması ve Irkçılık : Yahudilik ve Şia Örneği

Consensus
Consensus
Published in
6 min readJan 15, 2021

Osman Bulut yazdı

Yazının başlığından anlaşılacağı gibi bu yazının temel önermesi, yalanın meşrulaştırılmasının ırkçılığa giden bir yol olduğu iddiasıdır.

Irkçılığa teşvikle suçlanan Yahudi Gücü Partisi’nin lideri Michael Ben-Ari

Dünya üzerinde yalanı meşru gören bazı topluluklar, inanışlar var; Yahudilik ve İslam içerisinde Şiilik gibi… Bu husus hayli dikkat çekicidir zira hiçbir ahlak dikte eden, ahlakı korumayı hedefleyen inancın, yaşam tarzının yalanı meşrulaştırması beklenmez. Burada Yahudilik ve Şiiliğin de yalanı meşrulaştırmadığı söylemi karşı cevap olarak gelebilir. Ancak bu itiraz, kendi içerisinde haklı bir itirazdır aslında zira ne Yahudiler ne de Şiiler “kendi içlerinde” yalanı meşru görür. Onlar yalnızca kendileri dışındakilere yalan söyleyebilmenin hatalı bir durum olmadığı düşüncesindedirler. Dolayısıyla içlerinde gerek homojen bir yapı tesis etmek gerekse bu yapının devamını sağlamak için kendilerini, kendilerinden gelebilecek sahtekarlıklara karşı korumaya almışlardır.

Yahudilerin, daha doğrusu katı Yahudilerin, Yahudi olmayanlara bakışı malumdur. Gohim diye adlandırdıkları gayrı Yahudi topluluklarda bir Yahudi’nin hırsızlığı meşru olduğu gibi kendi kârına yalan söylemesi de meşrudur. Bu onların, milli tanrı inanışından kaynaklanmaktadır temelde. Yahudilere göre tanrı, onları kayırmaktadır. Onlar tanrının çocukları yani bir diğer deyişle sevgili kullarıdır. Temelde tanrının bir topluluğu diğer topluluklardan ayrı gördüğü inancı aslında bütün dinlerde neredeyse vardır. İslam’da da Allah, Müslümanların velisidir. Kendisine inananlara, düşmanlarına karşı yardım eder. Hıristiyanlarda da durum böyledir, her ne kadar Tanrının sevgi olduğu, tüm insanlığa eşit mesafede olduğu iddia edilse de Hıristiyanlar tarih boyunca kendilerini Tanrı üzerinden desteklemişlerdir. Zaten bu, gayet tabii bir olgudur. O zaman Yahudilerin inanışlarındaki temel problem nedir? Yahudilerin problemi, Tanrıyla bağ kurmak isteyen kendileri dışındaki topluluklara imkan tanımamalarıdır. Yani hakikatin yalnızca bir topluluğa, soy bağının esas olduğu bir topluluğa hasredilmesi görüşüdür sıkıntılı olan. Bir Yahudi’nin Yahudi olmayanları, tıpkı Müslümanların hayvanları kendi hizmetlerinde görüp onları kullanabildikleri gibi, kullanabilmesine dayanak sağlaması zor değildir. Kendi parametreleri açısından düşünüldüğünde bu tutarlı bir zemine oturabilir. Yani şöyle bir önerme zinciri kurulduğunda kendi içinde tutarlı bir neticeye ulaşmış olunur: Tanrı yalnızca Yahudilerin tanrısıdır> Yalnızca Yahudilerin tanrısı, yalnızca Yahudileri üstün kılmıştır > Yahudiler diğer milletlerden üstün olması dolayısıyla tüm Yahudi olmayanlar Yahudilerin hizmetçileridir, çünkü tanrının dileği bu yöndedir. Bu önermenin hatalı oluşunun kaynağı, ilk öncülün doğru olmamasıdır.

Şii inanışında önemli bir yeri olan Kerbela Matemi

Şiilere gelince Şiiler de yalanı, yani kendi terminolojileriyle ifade edecek olursak takiyyeyi meşru görürler. Tabi ki bu yazıda değinilen inançlar, galip inanç üzerinden ele alınmaktadır. Yoksa Zeydiyye gibi Şia’nın Sünni’liğe yakın kolları da vardır. Pekala yalanın ahlaka muğayir olduğu gerçeğini Şia bilmemekte midir? Elbette durum bu kadar basit değildir. Aslında yukarıda zikredildiği gibi Şiilerde yalan, kendi aralarında olmak kaydıyla meşru değildir. Peki ama neden?

Müslümanlar ilk etapta birlik üzereyken Hazreti Peygamberin vefatıyla irtidat hareketleri başlamıştır. Fakat tekrar birliğin sağlanması gecikmemiş, İslam hızla yayılmaya devam etmiştir. Bu hızlı yayılışın neticesi olarak birçok cahil insan İslam’a girmiş, beraberinde eski yaşam şeklini de getirmiştir. Bu da normal bir hadisedir. Fakat ilerleyen dönemlerde İslam ile doğrudan haşır neşir olmayan insanların taraftarlıkları İslam’a zarar verecektir. Mesela Hariciler bu topluluklardandır. Onların arasında hiçbir sahabe olmadığı söylenir. Müslümanlar arasındaki siyasi dengelerin değişmesiyle birlikte tebaanın tabiliği de keskinleşmiştir. Şiiler başlangıçta kendilerini Ali taraftarları olarak sunmuşlarsa da zamanla bu keskinlik, (zira karşınızdakini öldürmek üzere yola çıkabilmeyi meşru kılmanız gerekmektedir) artmıştır. Öyle ki Ali’nin tanrılığını iddia edenler dahi olmuştur. Bugün dahi Şiilerin mushafa ve onun korunmuşluğuna bakışı Sünnilere nazaran çok daha farklıdır. Her ne kadar kendilerinden bu durumun reddi sadır olsa da kabulü de sadırdır. Şiilerin bir grubu aşırı yüceltmeye dayalı anlayışları onları, hatasız insan kabulüne götürmüştür. Ehl-i Beyt Sünnilere göre de çok değerli olmakla beraber asla masum değillerdir. Oysa Şiiler bu takdis kültürünü oluşturmuş, Ehl-i Beyti masum addetmiş ve Ehl-i Beyte karşı tavır sergileyenleri din dışı saymışlardır. Halihazırda Şiilerin durumu budur, takdis kültü ve tabiilik, Şiiliğin temellerindendir. Hal bu iken tarihi gerçekler Şiilerin itikadi anlayışlarından uzaktır, en azından uzak görünmektedir. Şiiler bu durumun halli için birtakım çözümler geliştirmeye çalışmışlardır.

Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki Sıffin Muharebesini gösteren bir minyatür

Hazreti Ali ve Hazreti Muaviye’nin mücadelelerinden sonra hilafeti kısa bir süreliğine Hazreti Hasan almıştır. Hz. Ali’nin oğlu olan Hz. Hasan, Şiilere göre Ehl-i Beyt’ten olmaklığı ve imamlığı hasebiyle masumdur. Hata işlemesi mümkün değildir. Yine Şiilere göre Hz. Muaviye’ye biat etmek, onun hilafetini kabul etmek dinden çıkmaktır. Dinden çıkmak demesek dahi en azından çok büyük bir hatadır. Dolayısıyla masum biri asla böyle bir hataya düşemez. Fakat tarih bize, Hz. Hasan’ın tıpkı diğer birçok sahabe gibi Hz. Muaviye’ye biat ettiğini söylemektedir. Hatta hadis-i şerifte bildirildiği üzere Hasan (r.a) iki Müslüman topluluğu barıştırandır. O halde Şiilere göre tam da burada büyük bir sıkıntı patlak vermektedir.

1. Hasan ehli beyttendir. Ehli beyt masumdur. Öyleyse Hasan masumdur.

2. Muaviye’ye biat etmek hatadır. Hasan Muaviye’ye biat etmiştir. Öyleyse Hasan masum değildir.

Bu önermelerin Şiileri içinden çıkılmaz bir çelişkiye sürüklemesi kaçınılmazdır. Birinci şık, Şiilerin itikadını, ikincisi ise tarihi gerçekliği belirtir. Dolayısıyla Şiiler, itikatları ile tarihi vakıayı birleştirmek durumunda kalmışlardır. Bundan dolayı da Hasan’ın biatını takiyye olarak isimlendirmişler, öyle yapmak zorunda kalmışlardır.

Şiilik örneğinde olduğu gibi, tarihi gerçeklerden uzak ön kabuller kişiyi vahim neticelere ulaşmaya sürükleyebilir. Tarihi gerçeklerden de değil, gerçeklerden uzak ön kabuller kişinin gözünü kapatmaya yeterlidir. Yazının temel iddiası olan yalanın ırkçılıkla bağı da bu bağlamda gündeme gelir. Burada dini bir grubun inanç esaslarına yalanı meşru olarak yerleştirmenin ırkçı anlayışın yeşermesindeki etkisini görebiliriz. Şöyle ki kişi, birtakım ön kabullere sahipse ve karşılaştığı sabit gerçekler ona bu kabullerini değiştirtmiyorsa o kişi yalan söylüyordur. Yalanının kendi içinde tutarlı olması bir şeyi değiştirmez, vakıaya mutabık olmadıktan sonra. Batıda Müslümanların cani katiller olduğu ön kabulü, Türkiye’de Suriyelilerin pislik insanlar olduğu ön kabulü, Kürtlerin hain olduğu, Ermenilerin şerefsiz olduğu gibi ön kabuller gerçeklikle bağı olmayan kabullerdir. Tekil olay veya kişilerden genel hükümler çıkartmak kişiyi hatalı sonuçlara ulaştırır. Bir tarafa göz kapamak kişiye, kendini temize çıkarma imkanı verir. Karşı tarafı kötüleyenler, sürekli başkalarının hatalarıyla uğraşanlar aslında alttan altta kendilerini temize çıkarırlar. Zira kendisine isnad etmediğiniz hataları başkalarında bulmak bir nevi psikolojik bir rahatlama sağlatır kişiye.

Mesela Türkiye’de Türklerin Müslüman olmadan önce de medeni bir topluluk olduğuna dair görüşler de buna dahildir. Burada bir şeye dikkat çekmeden edemeyeceğim. Prof. Dr. Osman Turan “Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi” adlı kitabında tam da bahsettiğim şeyi uyguluyor. İbn Fadlan Seyahatnamesini tarihi bir vesika olarak kabul ediyor ve bu vesikada Türkler lehine ne varsa kitabına alıyor. Türkler aleyhinde var olanları ise görmezden geliyor. Çünkü Türklerin tarih boyunca adeta kutsal oldukları, hep medeni oldukları ön kabulüne sahip. Bunun aksi bir veri gelince veriye uymak yerine kendi görüşünü terk etmemeyi tercih ediyor. Bu, temelde belki ulus devletlerin tarih yazımında görülen problemlerden sayılabilir. Tıpkı güneş dil teoremi, Hz. Nuh’un bir oğlunun Türk olduğu, oradan da Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in soyunun da bir yerden Türklere bağlandığı, Oğuz Kağan’ın peygamber olduğu gibi iddiaların teşkil ettiği sorunlar da buna dahildir.

Genel olarak birçok yapıda görülen bu vakıayla çelişen ön kabullere sahip olma durumu toplumun önemli bir kesimini kapsayan calib-i dikkat bir problemdir. Öyle olmalıdır, gündeme öyle gelmelidir. Hakikatin, vesikanın ölçüt olmadığı her yerde yalan, var olan boşluğa konacak, insanları boş fanatizme sürükleyecektir.

Yazıyı noktalamadan önce bir başka fikir daha ortaya atmak istiyorum. O da yine hakikatin gölgelenmesi, üstünün örtülmesi ile alakalı olduğu için yalanın meşrulaştırılmasına müteallık ele alınabilir diye düşünüyorum. Şöyle ki: Pozitif ayrımcılık yalanın meşrulaştırılmasına, yalanın meşrulaştırılması ise ırkçılığa götürür. Örneğin siyahilerin ötekileştirilmesi problemi, aynı zamanda beyazların pozitif ayrımcılıkla öncelenmesi problemi de değil midir? Değildir cevabı, pozitif ayrımcılığın ne olduğunun sınırlarını keskin hatlarla çizmeye ihtiyaç duyar. Bu ise uzun bir tartışma konusu olup bu yazının vüsatını aşar. Hasılı, pozitif ayrımcılık üzerine de iyice düşünülmesi gerektiği kanaatindeyim. Sonuçlarının o kadar da iyi olamayabileceğine dair zannım kuvvetli. Zira yukarıda belirttiğim gibi, herhangi bir topluluğa kendilerinde olmayan avantajları sağlamak bir yerde yalanı meşrulaştırmaktır. Bunun sonuçları da vahim sonuçlardır. Bu vahim sonuçlar bazen karşı tarafın öldürülmesini meşru görmeye kadar gidebilirken bazen de karşı tarafın tahkirine, ezilmesine sebebiyet verir. Burada pozitif ayrımcılık ile kastettiğimin hukuki anlamda ezilenin haklarının artırılıp maruz kaldığı sıkıntıların giderilmesi adına kendisine uygulanan olumlu ayrımcılık olmadığını belirtmem gerek. Daha detaylandırmak gerekirse, bir engelliye uygulanan pozitif ayrımcılığı veya bir hususta yetersiz kişiyi desteklemeye neden olan olumlu birtakım toplumsal refleksleri kastetmiyorum. Burada ulaşmak istediğim nokta, çeşitli sosyal gruplara gerekliliğin haricinde ve ötesinde çeşitli haklar veya öncelikler tanınmasıdır.

Yazıyı noktalarken söyleyebiliriz ki bir şey ne ise odur. Hakikat, çıplak olmalıdır. Gönlümüzün meyli, bir şeylere karşı duyduğumuz muhabbet bizi bunun aksini düşünmeye sürüklememelidir.

Yazar Hakkında

Osman Bulut, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi İslami İlimler bölümünde okuyor.

--

--

Consensus
Consensus

Hukuk, politika, tarih ve sanat gibi alanlarda; bugün ve yarın değer taşıyan konular özgün yazılar ve çevirilerle ele alan fikir penceresi / Fikrini Güçlendir.