Ofis savaşları

--

Ofis ortamında çalışanlar az çok bilir bu meydan hiç bir savaş meydanına benzemez. çünkü her şey mübahtır. Doğan Grubu bünyesinde çıkan Elele dergisinde yaptığım 7 aylık stajda iş hayatına değil ofis hayatına kendimi hazırlamam gerektiği gerçeğiyle yüzleştim, işte meraklısına kendi deneyimim üzerinden Taht Oyunları’nın ofis versiyonu…

Elele Dergisi Ağustos 2014

Öncelikle her ofisin bir demirbaşı var. Eğer ofisinizdeki demirbaş henüz paslanmamışsa şanslısınız iletişim kurma olanağınız var. Ama bu demirbaşlar genelde pek çok zorlu mücadeleden geçerek oraya gelmiş olduklarından ve mevki müthiş bir ego getirisi olma özelliği de gösterdiğinden siz küçük tatlı stajyerleri başlarda pek önemsemezler. Selamımı almıyor, herkesle iyi benim yüzüme bakmıyor, neden bana hep ayak işleri veriliyor… diye triplere gireceğinize dergi sektörünü baz alarak anlattığım için büyük çoğunluğu genel yayın yönetmeni sıfatı taşıyan bu demirbaşlarla aranızı iyi tutmaya çalışın. Hatta herkesle aranız kötü olabilir ama genel yayın yönetmeniyle daima ortada duran bir ilişik tutturma çabasında olun. Hele ki benim gibi staj yaptığınız kurumu beğenmiş ve orada kalma isteği içerisine girmişseniz krallığın kapısını size kimin açacağını herhalde anlamışsınızdır.

Genel yayın yönetmenini yazının sonlarına doğru tekrar gündem maddesi yapmak üzere şimdilik köşesinde bırakalım ve işimize bakalım, ama asla unutmayalım o bizi hep izliyor, her hareketimizden nasıl oluyorsa ofiste bulunmadığı zamanlarda bile haberi oluyor ve eline geçen tüm laf sokma, imalı bakış atma, yerini bil sen stajyersin fırsatlarını değerlendirmekten asla vazgeçmiyor, aksine bundan keyif alıyor. Takmamayı umursamamayı ilk haftanın sonunda öğreniyorsunuz.

Büyük bir ulusal dergi ortalama 8–10 kişilik bir ofis ekibiyle çıkıyor. Dışardan destekleyen prodüksiyon, çekim, makyaj, saç, stil, yazar ekibi gibi daha pek çok kişi var ama bunlar figüran olmanın ötesine geçemiyorlar. Unutmayın o figüranlardan biri de sizsiniz, çünkü siz stajyersiniz! İşte bu 8–10 kişilik ekipte hemen hemen her ruh halinden, her telden, her şekilden özenle seçilmiş tiplere rastlamanız mümkün. Krallığa ilk adım attığınızda sizi editörlerden biri insan kaynaklarına yönlendiriyor İK diye kısaltılarak kullanılan bu departman içinde bulunacağınız ortamın tamamen duygusal temalı meseleleriyle ilgilendiği için güler yüzlü bir tek kişi bulmanız imkansız. Çalışacağınız bölüm, kartınız, çalışma süreniz, sigortanız yani krallıktaki yaşam süreniz İK’cılar tarafından belirlenip savunmasız bir kuzu olarak kurtların arasına salıveriliyorsunuz.

Genç, orta ,orta üstü ve emektar kurtlar olarak sıralayabileceğimiz bu durmadan çalışan kitleye ben ve bir kaç diğer stajyer arkadaş bilgisayar moronları lakabını taktık. Neden derseniz tüm günleri bilgisayar başında geçen bu kişiler kafalarını ekrandan ya abur cubur, ya dedikodu ya da üçüncü sınıf çaptan düşme espriler için kaldırıyorlar da ondan. Benim çalıştığım kurumdakiler -demirbaş hariç pamuk gibi kurtlardı. Tam tabiriyle kurtlar kuzuyu kendi sütleriyle besledi diyebilirim. Güzel abiler, ablalar ve arkadaşlar kazandım. Ama herkes benim kadar şanslı olmuyor bilesiniz. Departmanım yazı işleri ve online’dı özellikle bu alanda birlikte çalıştığım iki editör hanımla kolay kolay kopmayacak bağlar kurduk. Pek çok şey öğrendim ve cv’me onlarca referans ekleme şansı elde ettim. Her şey güllük gülistanlıktı da sen bu yazının başlığını neden ofis savaşları attın o zaman kardeşim dediğinizi duyar gibiyim. En basit cevapla çünkü öyle de ondan.

Hiç toplu tüfekli sıcağı sıcağına bir çatışmaya şahit olmasam bile içinden benim gibi idmansızların kolay kolay çıkamayacağı pek çok soğuk savaş gördüm. Sizi dışarıda bırakıp kendi içlerinde çekişen bu ofis sakinlerinin savaş sahasına dahil olmayı inanın bana istemezsiniz. Konum, karakter, tecrübe, kültürel birikim ve geçmiş gibi etkenlerin er meydanında üstünlük sağladığı bu soğuk savaşlarda buzun içine düşüp yitenler de var, üstünde kalıp sakatlananlar da, arkasına bile bakmadan kaçıp gidenler de… Misal derginin bir sayısında yer alan röportajı okuyup beğenmeyen röportaj verenin, demirbaşı yerin dibine sokmasının ardından başta röportajı yapan genç kurt olmak üzere tüm personel bir hafta diken üstünde çalışmıştık. Yine yanlış atılan bir başlık, doğru boyutlandırılamayan bir fotoğraf, ilham alayım derken kopyaya düştüğünüzün anlaşılması ve dahası… hepsi çeşitli şiddetlerde soğuk savaş tetikleyicileri olabiliyor. Burda size düşen aman nede olsa stajyerim yarın bitecek gideceğim onlar düşünsün mantığını bir kenara bırakıp onlardan biriymişçesine direnmek, kılıcınızı asilce kuşanıp en az hasarla kendi zaferinizi göğüslemek için mücadele vermek.

Bu yıl final yapmaya hazırlanan ‘The Newsroom’ isimli dizi medya sektöründeki ofis ilişkilerine gerçekçi bir bakış açısı sunuyor.

Eğer bir dergide stajyerseniz ve de bir kaç ay sonra başarılı bir stajyer olduğunuz anlaşılırsa o zaman vay halinize. Konuştuğunuz kişiden bakıştığınız kişiye, köşe başında kellenizi almak için nöbet tutanından sizi sabote etmeye çalışan diğer stajyerlere bir anda bulaşılacak sürüyle belanın ana malzemesi olabiliyorsunuz. Ben yaptım aynı hatayı siz yapmayın diye söylüyorum: kimseyle tam samimi olmayın, kimseye tam güvenmeyin ve kimseye hedeflerinizden bahsetmeyin! Hedefiniz önce genel yayın yönetmeni ardından da 7 krallığın hakimi yayın direktörü olsun. 7 krallığın hakimi evet çünkü çalıştığım katta çıkan tüm dergilerin başındaki isimdi yayın direktörü. Demirbaşın da üstünde olduğundan birinden biriyle iyi geçinemezseniz mutlaka diğerini kafalayın, yoksa ofis cehennem, yoksa ofis zindan, yoksa ofis işkence odası olur. Verim alayım derken kendinizden verip sıfıra sıfır elde var sıfırınızla baş başa kalıverirsiniz.

Öyle ya da böyle 7 ay geçti ve bu 7 ayın sonunda ofisteki herkesle vur enseye kıvamında olmuştum, olmuştum da demirbaşla aramdaki duvar bir türlü kalkmadı. 7 krallığın hakimini de tahtında yakalayıp iletişimde bulunamadığımdan, üstüne daha okumam gereken bir sene beni beklediğinden, yetmezmiş gibi ofis istanbul okul izmir’de konumlandığından…. efendim anlayacağınız ben dergide kalıcı olma hayallerimi ekmek arasına katık edip afiyetle yedim.

Güzel deneyimler, iyi referanslar ve güçlü dostluklar kurarak şimdilik kürkçü dükkanına dönüş için atımı ofis meydanlarından çektim. Yazının sonunda genel yayın yönetmenini gündeme getireceğim demiştim hemen oraya geliyorum. Dergi ya da gazete gibi mecralarda çalışmayı düşünen arkadaşlar ya da halihazırda çalışanlar ben yaptım siz yapmayın bölüm 2 geliyor iyi okuyun…

  • Genel yayın yönetmeniniz ne kadar kaka, pis, kötü, leş bile olsa o genel yayın yönetmeni. Onu sütten çıkma ak kaşık olarak görmeyi beceremezseniz şansınız yok!
  • Genel yayın yönetmeni her şeyin en iyisini en doğrusunu bilir -yanlış bile olsa! Dolayısıyla ona sormadan girişeceğiniz her işin sonunda yolunuz yine onun tahtına düşecek.
  • Bu nasıl genel yayın yönetmeni kitap okumaz, dizi/film izlemez, müzik dinlemez, sosyal hayatı yok gece yarısına dek ofiste diyerek kendisini yargılamaya her kalkıştığınızda size yazılarıyla, size her ay çıkarttığı 200 sayfalık dergisiyle, size aldığı ödüllerle, size bir sohbet esnasında kurnazca işlettiği genel kültürüyle tokat atacaktır akıllı olun.
  • Ve şunu asla unutmayın o da sizin geçtiğiniz yollardan mutlaka geçmiş, sizin yuttuğunuz tozun belki on katını yutmuş, gururunu ayaklar altına aldırmış da öyle o tahtı hak etmiştir. Elbet pek çok kişiyi sakatlamış pek çoğunu sürgüne göndermiş yanında kalanları da sindirmiştir ama adı üstünde o GENEL YAYIN YÖNETMENİ

--

--