İptal Kültürüne Rağmen

Affetme ve Affedilme İhtiyacı

Ali DURŞEN
Düzensiz
Published in
7 min readSep 24, 2020

--

(Bulabildiğim en eski kaynak, sanatçıyı Na Kim olarak belirtiyor.)

Hayattan Bir Kesit

Tanıdık bir sahne: birisi sosyal medyada belki pek de katılmadığımız bir şey söylüyor, bir başkası ise sosyal medyayı kullanarak onu rezil etmeye çalışıyor. Bu rezil etmeye özel bir ismi hakedecek kadar sık tanık olanlar “iptal kültürü”¹ diyebilir, hatta kimileri bu fenomeni karşı tarafın düşünsel yozluğuna bir kanıt olarak görerek bir propoganda malzemesine döndürebilir. Tabii bunu yaparken de birilerini sosyal medya aracılığıyla rezil etmenin aynı süreci devam ettirdiği çelişkisini görmezden gelelim.

Öyle veya böyle, birey ve kurumları iptal etmek artık ideolojilerden bağımsız bir araca dönüşmüş durumda. Bir vaziyeti ortaya çıkaran şartlar ne olursa olsun, eğer yeterince yaygınsa onun içinde ideolojiden bağımsız olarak yer alırız. Antikapitalist insanların da yaşamlarını idame ettirmek için maaş karşılığı çalışması ve bunda bir çelişki olmaması gibi, sosyal medya üzerindeki kitlesel ve bireysel öfke gösterileri de internet üzerindeki davranışlarımıza dahil oldu.

Öyleyse, bunun üzerine düşünmek de yaşam kalitemizi arttıracaktır.

¹: İng. cancel culture.

Farklı Kültürler

Elimizdeki talihsizliklerden biri, birbirine ancak yüzeysel bir şekilde benzeyen iki şeye aynı adı vermemiz. İlki kurumlara veya kurumsallaşmış kişilere yönelik olan tepkinin dile gelmesindeki iptal. Diğeri, herhangi birine yönelik tepkiye verdiğimiz isim. Bunların mekanikleri benzese de sonuçlarının benzer olduğunu düşünmek bizi yanlış bir noktaya götürür.

Kurumsallaşmış Kişiler

Öncelikle, internet-öncesi dönemin alışkanlıklarını edinmiş kişilerin fark etmekte zorlanabileceği bir paradigma kaymasını ortaya koymalıyız: artık şöhret çok tesadüfi bir şekilde kucağımıza düşebiliyor. Meşhur dediğimizde aklımıza, örneğin Cem Yılmaz gibi, eski medya pratikleri aracılığıyla gündemimize girmiş kişilerden daha büyük bir küme gelmeli. Bu yazıda, kurumsallaşmış kişiler’e örneğin Twitter veya Instagram’da onbinlerce takipçisi ya da YouTube veya Twitch’te yüzbinlerce abonesi olan eğlence ve fikir üreticilerini de dahil ediyorum. (Burada önemli olan takipçi sayıları değil. Anahtar nokta çok sayıdaki takipçileriyle, bu hacim farkı nedeniyle kaçınılmaz bir şekilde asimetrik bir ilişki kurmaları.)

Medya kurumları, ortaya çıkardıkları içerikten sorumludur. Bunun büyük itirazlar yaratmayacak bir önerme olduğunu umuyorum. Bunu takiben, örneğin internette iş arayan Hintlere $5 karşılığında “Yahudilere ölüm” pankartı taşıtmayı kim yaparsa yapsın utanç verici bir eylem olur ancak bunu 105 milyon aboneli birinin² yapmasını NBC veya Disney’in yapmasına eşdeğer bir hassasiyetle ele almak gerekir.

Bu sorumluluğun devamında da izleyicilerinin o kurumu protesto etmesini normal ve anlaşılır bulmak gerekir. Mesele beğenmiyorsak kanalı değişebileceğimiz kadar basit değil, bu kurumsal kabahate kitlesel bir yanıt vermekle ilgili. Boykotların bir protesto yöntemi olarak verimliliği tartışmalıyken daha kesin protestoların kullanılması da benim adıma anlaşılabilir bir şey.

Bunun kimi imalarını görmek çok zor değil. Örneğin Düzensiz de modern bir medya platformu ve ben de yazılarımı okuyanlarla simetrik olmayan bir ilişki içindeyim: benim, onların yazılarını okuma şansım yok. Bu, örneğin zehirli erkeklik hakkındaki görüşlerim yüzünden okuyucuların editöryal ekibi posta yağmuruna tutmasına razı olduğum değil, ancak söylemek isteyebileceğim her şeyi Düzensiz aracılığıyla dile getirme hakkım olmadığını kabul ettiğim anlamına geliyor. Bir de, elbette, protesto ve taciz arasındaki fark da önemli bir nokta ki ona ileride değineceğim.

Kurumları iptal etme konusunu son bir gözlemle bitireceğim: işler kurumsallaşma ölçeğine girdiğinde kurumların güç kapasitesi kasalarıyla orantılı olduğundan, çok büyük kurumları zaten gerçek anlamda iptal edemiyoruz. Örneğin tüm bu kavga gürültüye rağmen J.K. Rowling hala sözü dinlenir, kitabı okunur biri olarak kalmaya devam edecek; yukarıdaki örnekte andığım YouTube yayıncısı şu anda 100 milyondan fazla aboneye sahip. Boykotlar işe yaramıyor demiştim, belki iptal dahi — temel amacını karşıdakini değiştirmek olarak düşünüyorsak — işe yaramıyordur. Yok eğer amacı bunu yapanlara kendini iyi hissettirmek dersek, o zaman iş başka bir biçim alıyor.

Kişisel İlişkiler

Kurumsallaşmış ya da kurumları temsil ediyor olsa da bunlar birer kişi ve bir kere kişileri protesto etmeye başladıktan sonra bunu bir alışkanlık, söz gelimi bir kültür haline getirmiş kişiler de oluştu. Öyle ki artık fikir önderi ve medya aracı olmakla uzaktan yakından ilgisi olmayan kişiler, yani insanların çoğu da iptal edilebilmeye başladı. Tamam, belki medyayla ufak bir bağları var: onlar da sosyal medya kullanıyor, ki bu günümüzde neredeyse kaçınılmaz bir şey.

İki, üç veya beşyüz kişi tarafından takip edilen birisinin ayıpları insanlık namına daha az utanç verici olmasa da, eğer bu bir kitlesel meseleye dönüşmüyorsa (veya yasalarca belirlenmiş suç sınırlarını ihlal etmiyorsa, ki bu ayrı bir tartışma) bunu “düzeltmek” bizim sorumluluk alanımızda mı? Dahası, beceri alanımızda mı?

Eğer sosyal medyayı hala temel olarak simetrik ilişkiler için kullanan biriyseniz tanımadığınız birinin size karşı çıkması bir tartışma, tanımadığınız kitlelerin size karşı çıkmasıysa bir taciz ve saldırı olarak algılanabilir. Bu açıdan bakıldığında, kişileri iptal etmenin kişinin fikrini değiştirmeye yönelik en ufak bir etkisi olacağından şüpheliyim. Bilakis kişinin fikrine savunmacı bir şekilde sıkı sıkıya sarılmasına dahi yol açabilir. Belki gözle görülebilir tek etkisi fikirlerini o platformda açıkça dile getirmemesidir.

Bence bu arzulanabilir bir hedef değil: zaten ortam içindeki erimi sınırlı birini radikalleştirmek pahasına susturmak, az şey kazandırıp çok şey kaybettirecek bir stratejiye benziyor. Fikrini söyleyemediği için fikrini değiştirdiğini sanmak kafamızı kuma gömmekten çok farklı bir davranış değil.

Bu itirazıma rağmen yukarıdaki “bunu düzeltmenin bizim sorumluluğumuz olup olmadığı” sorusuna yanıtım öyle olduğu yönünde. Peki kişisel olarak ne yapılabilir? Enerjimizi, söylediklerimizi düşmanca değil iyi niyetli bir şekilde dinleyebilecek kişilere vakfetmek daha doğru olacaktır. Eğer çevrenizde bir tanıdık veya arkadaşınız sizi veya baskı altındakileri incitecek şeyler söylüyorsa bunu onunla tartışmak bence doğru bir davranış olacaktır. Mühim olan bunu bir tür ahlaki sefere döndürmemek çünkü fazla katı tutumlar nadiren iyi bir tartışma ortamına zemin oluşturur. Buna ek olarak, benim şu anda da yaptığım gibi, eğer medya araçlarına erişiminiz varsa (medya araçlarının laneti ve nimeti olan asimetri sayesinde) bu fikirleri kişisellikten biraz daha uzaklaştırarak aktarabilirsiniz.

²: Felix Kjellberg.

Bu görüntüleri sosyal medyada değil sokaklarda görmek isteriz.

Ahlaki Seferler ve Mutlak Haklılık

Esas endişem insanların kendilerini insan-ötesi nitelikler sahibi olmaya zorlaması. Yazılarımda değindiğim ana konulardan biri olan zehirli erkeklik erkeklere gerçek olamayacak bir davranış modelini salık verirken, buradaki iptal kültürünün ardında yatan itkinin daima haklı olmak arzusu olduğundan endişeleniyorum. Bu kısmı spekülasyon veya düşünce deneyi olarak, sık sık tekrarlayacağım haksızlık’ı da “iptal edilmeye layık olmak” olarak okuyabilirsiniz.

İnsanlar tabii ki haklı olmak ister, tabii ki dostları ve akranları tarafından takdir edilmek ister. Bunlar sosyalleşmemizin doğal sonuçları. Öte yandan bunu özcü bir şekilde ele almaya başlarsak, yani haklılığı yaptıklarımız ve söylediklerimizin bir sonucu değil bizim kimliğimizin bir parçası olarak görürsek bunun sonunda ortaya kimi felsefi problemler çıkıyor. Hemen görülebilir bir sonuç haklı olmadığımız ilk anda haklılık özünden uzaklaşarak ebedi haksızlığa mahkum olduğumuz. İkinci sonuç, tüm hataların eşit olduğu. Eylemleri değil kişileri yargılıyorsak alkollüyken taşkınlık yapmak ve protesto eden işçileri tekmelemek arasında temel bir fark yok: iki kabahat de yapanı haksız kılıyor. Ancak bu kültür bundan ibaret olsa, kişiyi sonsuz bir kalp kırıklığına mahkum etmesine rağmen zararlar bireysel seviyede kalırdı.

Sıkıntıları şiddetlendiren ve bunu ahlaki bir sefere dönüştüren yaklaşım, aslında özsel yaklaşımdan bağımsız bir düşünsel tembellik olarak, haklılığımızı başkalarının haksızlığı üzerinden ispatlamaya çalışmak: “ben onlar gibi olmadığım için haklıyım.” Kaldı ki ilk madde yüzünden “onlar” dediklerimizin geçmişte bir anlığına dahi haksız olması, onları da haklılıktan uzaklaştırıp haksızlığını daimi kılıyor. Sadece bununla da sınırlı değil, haksızlık hem zaman hem de (sosyal-)uzay içinde serbestçe hareket edebiliyor: “senin haksızlara hak vermen, senin de haksız olduğunun işareti.” Böylece insanlığı katî bir şekilde iki kampa ayıran ve kamplar arası geçişi tek yönlü olmaya mahkum eden bir görüşle karşı karşıyayız.

Bir insan bunu neden yapar?

Aklıma, haklı olmanın hazzından başka açıklama gelmiyor. Bu hazza duyulan ihtiyacı bir nebze anlayabiliyorum, maddi olarak güçsüzleştirilmiş insanların manevi olarak güç edinmek istemesinin farklı bir şekli gibi geliyor. Ancak bu bir noktada yıkıma götürecek bir yaklaşım.

Affedilmek

İnsanların yaptıkları hatalardan ders çıkartıp pişman olup özür dilemesi bir karakter gelişimidir. Bu zaten psikolojik olarak zor bir süreç olduğu için çoğu insan, özellikle erken gençlik döneminde, hatayı karşı tarafta görmeye eğilimli oluyor. Üstelik pişmanlık tüm dertlerin çözümü değildir. Özür diledikleri taraflar onları affedebilir veya etmeyebilir, bu kişisel bir mesele.

Böylesine sancılı bir süreçte insanlara daha iyiye gitmeleri için gerekli araçları toplumca sunmalıyız ki bunların başında da pişman olabilme şansı geliyor. Oysa haklılığın özcü ele alınması affa yer bırakmıyor. Bir kişi, yaptığı o veya bu eylem çerçevesinde değil ama iliklerine kadar haksızsa dilenecek hiç bir af bunu değiştiremeyecektir. Eğer insanlara affedilemelerine imkan olmadığını söylerseniz, değişmesine gerek olmadığını da söylemiş, onları hatanın karşıda olduğu fikrini bütünüyle benimsemeye yönlendirmiş olursunuz. Bu durum ilişkilerimizde hedeflenen sonuçlar arasında yer alamaz.

Affetmek

İptal, edenler için de zararlı bir süreç. Hayatımızı doğrudan etkilemeyen, belki bizi hedef bile almayan kişilerin ayıpları için bitmeyecek bir öfke taşıyoruz. Üstelik, bu kişileri tanımadığımız için önce tekil hataları tüm kimliğine eşitliyor, üzerine zaman geçtikçe de isimsiz bir haksızlar yığınına dönüştürüyoruz. Anlık bir haklılık hazzı uğruna taşınan büyük bir yük.

Bir diğer zararı mutlak haklılık yalanına inanmayı gerektirmesi. İptal edenler dahi iptal edilmekten muaf değil, üstelik bu mekanizmanın çalışmasını yakından gördükleri için bu daha gerçek bir tehdit. Bu da, hiç kimseye öfke duymuyorsak bile, bir başka gerçek yük.

Sonunda

Toplum olarak “hata”nın tanımı ve sonuçları üzerine tekrar düşünmeliyiz: neredeyse her şeyin bir hata olduğu, sonuçlarının ise ahlaki sürgün olduğu bu iptal düzeninin sürdürülebilir olmadığı ortada. İnsanların kimi konularda birbirine hak vermemesi, alternatifi olan herkesin her konuda anlaşmasına kıyasla, çok doğal bir vaziyet. Mühim olan tepkimizi ne ölçekte, ne amaçla ve hangi anlaşmazlık kaynağına yönelttiğimizi tartabilmek. Bu faktörlerin her biri anlamlı farklar doğuracaktır. Büyük medya üreticisine “baskı altındaki insanları hedef alan sözlerin yanlıştı” demekle 70 yaşındaki bir maraton koşucusuna hile yaptığı iddiasından ötürü kendini öldürmesini söylemeyi aynı kefeye koyamayız.

Koymamızı talep edenler, bize mutlak haklılık hayalleri satarken mutlak yalnızlığa mahkum etmek istiyordur.

--

--