Büyük Sıfırlanma, Servet Transferi, Yanlış Bilgi ve Yeni Küreselcilik İdeolojisi
Son zamanlarda sosyal medyada vakit geçirdiyseniz bir şekilde ‘The Great Reset’ kavramı karşınıza çıkmıştır. Şu an pek çok komplo teorisyeni tarafından da yoğunlukla içi doldurulan bu kavram aslında ilk bakışta iklim değişikliği ve sürdürülebilirlik meseleleri üzerine odaklanan, pandeminin bize gerekli değişiklikleri yapmak için bir fırsat aralığı doğurduğunu iddia eden bir önerme. Hatta Dünya Ekonomik Forumunun (WEF) başkanı Klaus Schwab’ın bunun üzerine 2020 Temmuz’unda yayınlanan bir kitabı dahi var. Peki madem bu mesele iklim ve sürdürülebilirlikle alakalı, tüm bu komplo teorileri neden? Sahi, bu elitler tam olarak neyimizi sıfırlayarak iklim krizinin önüne geçebileceğimize inanıyor? Çeşitli örnekler ve ilgi çeken başlıklarla ele alalım.
Hiçbir Şeyiniz Olmayacak ve Mutlu Olacaksınız
Yukarıdaki görsel 2016'da yayınlanan WEF 2030 öngörülerinden alınmıştı. Sosyal medyada çok dolaşıma girdiği için özel olarak bu görseli kaldırdılar, ama öngörülerin kalanı hala erişime açık. Büyük Sıfırlanmanın öngördüğü 2030'da insanlar bir şeylerin sahibi değiller, neye ihtiyaçları varsa kiralayarak yaşamlarını sürdürüyorlar. WEF uzmanları bunun hem daha verimli (dolayısıyla iklim için daha faydalı) olacağını hem de aslında atıl kalma sürelerini azaltacağı için araba, ev, elektronik eşya gibi şeyler için erişilebilirliği arttıracağını savunuyor. Yani herkesin bir arabası olması yerine ortak bir araba havuzu olup ihtiyacınız olduğunda oradan bir araba alıp kullanmanızı salık veriyorlar.
Neden Böcek Yemiyorsunuz?
Geçtiğimiz günlerde Evrim Ağacı’nda bu konuya dair güzel bir yazı çıktı. Aslında böcek yemenin iklim ve sürdürülebilirlik açısından ne kadar faydalı olabileceğini, fakat ne gibi riskleri de olduğunu okumak isteyenlere tavsiye edilir. Bu konu elbette WEF’in de gündeminde. Böcekleri neden beslenmemizin bir parçası yapmamız gerektiğine dair bazı açıklama ve iddiaları buradan inceleyebilirsiniz. Konuya dair şuradaysa yine kapsamlı bir yazı var. Vejeteryan veya vegan beslenmenin tüm dünya tarafından benimsenmeyeceği bir gelecek senaryosunda böcek proteininden üretilen ürünlerin kırmızı ve beyaz etin yerini alması sürdürülebilirlik açısından en olası çözüm olarak ele alınıyor.
Çocuklar Geleceğimiz mi Yoksa İklim Katilleri mi?
İklim değişikliğinin getirdiği korkuların insanların çocuk sahibi olma kararlarını etkilediği zaten bir süredir biliniyordu. Örneğin şuradaki haberde çevre ve iklim hassasiyeti konularında öncülerden olan Almanya toplumunda bu alandaki bir araştırmacı kendisine genç kızların “çocuk yapmak hala kabul edilebilir bir şey mi” diye sorduklarını söylüyor. Elbette bu şaşırtıcı değil, dünyadaki karbon ayakizimizi metrik ton bakımından nasıl azaltabiliriz diye baktığımızda aşağıdaki tablo karşımıza çıkıyor.
Arabasız yaşayıp, evinizi tamamen yeşil ısıtmaya geçirip, hiç uçmayıp, vegan beslenip, tüm ışıklarınızı LED’e çevirseniz bile bir çocuk az yapmanın yaratacağı karbon ayakizi indirimine yaklaşamıyorsunuz. Bu da, gelişmiş dünyada zaten görece düşük olan doğurganlık oranlarının iklim ve sürdürülebilirlik lehine daha da aşağı çekilmesi için bir argüman ortaya sunuyor.
Bu liste böyle devam edip gidiyor. Ama genel olarak trendi anlatmak için bunlar sanırım yeterli. Eviniz arabanız olmasın, çocuk yapmayın, böcek yiyin, çünkü iklim. Burada “peki haksızlar mı” diye sorulabilir. Dünya ciddi bir iklim krizine doğru gidiyor gibi görünüyor ve bunu önlemek için elimizden geleni yapmamız gerekmiyor mu? İşte tam burada küçük bir nüans devreye giriyor. “You’ll own nothing”, yani sizin hiçbir şeyiniz olmayacak deniyor, ama sonuçta birilerinin bu ‘şey’lere sahip olması gerekiyor değil mi?
Büyük Servet Transferi — Kimlerin Evlerinde Oturacağız?
Pandeminin başladığı dönemden bu yana yalnızca Amerika’daki milyarderlerin serveti 2.000.000.000.000 $’dan fazla artmış durumda. İki TRİLYON dolar öyle bir sayı ki insanın bunun boyutlarını anlayabilmesi gerçekten zor. Bu nedenle bunu net bir örneğe indirerek anlatmak faydalı olabilir, ev sahipliği meselesi.
Büyük 2008 krizi sonrası 2009–2011 arasında Amerika’da en zengin %7'nin toplam hanehalkı ederi 5 TRİLYON dolar artarken kalan %93'ünkü düşmüş.
Evet ama 2008 krizi bir ev piyasası kriziydi, bunun günümüzle ne ilgisi var diyebilirsiniz, ama ne yazık ki elbette var. Geçtiğimiz iki sene içerisinde pandemi önlemlerinden ötürü çalışamayan, ekonomik varlıklarını yitiren ve bu nedenle mortgage’ını ödeyemediği için evlerinden olmakta olan milyonlarca insan var. Peki bu evleri kimler mi satın alıyor, Wall Street’teki yatırım firmaları!
Bloomberg’in bu haberinde bir Harvard raporuna dayanılarak pandeminin başından bu yana yalnızca Amerika’da 7.1 Milyon mortgage sahibinin bankaya olan borçlarında gecikmelerden ötürü sorun yaşadığı ve borç erteleme süreçlerini devreye soktuğu söyleniyor. İyimser bir senaryoda bunların üçte ikisinin geri toplanabileceği öngörülüyor, bu da üçte birinin (yani yaklaşık 2.3 Milyon ev) bankalara aktarılma riski olduğunu gösteriyor. Karşılaştırma olarak, bir mortgage krizi olan ve dünyadaki pek çok düzeni yerinden oynatan 2008 krizi tamamlandığında bütününde bankaların 6 Milyon eve el koymuş olduğunu biliyoruz. Bu evlerin bir kısmı o dönem de yatırım firmalarına gitmişti, şimdi de gidiyor. Üstüne üstlük bu yatırım firmalarının bankalara evler için talep edilenin %20–50 arası daha üstten fiyat vererek evleri alabilecek normal ailelerin de ev sahipliği imkanlarının önüne geçtiklerini ve ev piyasasını tekrar şişirmeye başladıklarını görüyoruz.
Yani bu kısım için özetlersek, gerek 2008'de gerekse de 2019'da küresel olarak yaşanan krizler yalnızca Amerika özelinde bile milyonlarca orta ve alt-orta sınıf ailenin evlerinin ellerinden alınıp büyük yatırım firmalarının eline geçmesine olanak sağladı. Hatta bu yalnızca yatırım firmalarının kendi kaynaklarıyla değil aksine kamu kaynaklarından aldıkları paralarla yapıldı. 2008 krizini kucağında bulan Obama’nın aceleyle yürürlüğe soktuğu kurtarma (bailout) mekanizmaları ile bankalara ve yatırım firmalarına kamu kaynaklarından trilyonlarca dolar aktarıldı. Tam olarak aynı mekanizmalar şu an pandemi önlemleri kapsamında da işletiliyor. Üstüne üstlük, 2008 krizi sonrası olduğu gibi 2019 krizi sonrası da firmalar rekor karlar açıklıyorlar. E ama hani tüm piyasa batmıştı, tedarik zincirleri kırılmıştı?
Büyük Servet Transferi — Kimlerin Ürünlerini Alabileceğiz?
Tedarik zincirinin kırılması ve artan enerji fiyatlarının yarattığı enflasyonun körüklediği fiyat artışlarının hepimiz farkındayız. Elbette üretimin sekteye uğramasından dolayı azalan üretim (yani arz) ve benzer kalan talep enflasyona sebebiyet veriyor. Peki hikaye bundan mı ibaret?
Geçtiğimiz iki sene içerisinde büyük firmaların yalnızca karlarının değil kar marjlarının da arttığı meselesi bir süredir Amerikan siyasetinde tartışılmaya başlandı. Yani firmalar yalnızca girdi ve operasyon maliyetlerinin artmasından ötürü fiyat arttırmıyorlar, ek olarak fiyatları bilinçli şekilde yukarı çekiyorlar. Özellikle enflasyonun son 40 yılın en tepe noktasına gelmesiyle birlikte halkta buna ciddi bir tepki oluşmaya başladı. İlk başta insanlar bozulan tedarik zinciri ve artan enerji fiyatları açıklamalarını kabul etmiş olsalar da son birkaç ay içerisinde “madem durum böyle, sizin sadece karlarınız değil kar marjlarınız da nasıl artıyor” sorusu gittikçe daha yaygın şekilde sorulmaya başlandı. Üstüne üstlük bu durum, tam da daha çok orta sınıfın sahip olduğu küçük ve orta boyutlu işletmelerin (KOBİ) pandemi önlemlerinden ötürü büyük zorluklarla karşılaştığı dönemde gerçekleşti.
McKinsey’nin 2020 sonunda yaptığı bir anket çalışmasında Avrupa’daki KOBİ’lerin yarısının pandemi önlemlerinden ötürü neredeyse kapanma noktasına gelecekleri öngörülüyordu. Amerika’da ise KOBİ’lerin üçte birinin dükkanlarını pandemi sürecinde kapatmaları gerekti. Peki buna merkez bankalarının çözüm önerisi ne oldu, faiz oranlarını düşürüp piyasaya ucuz kredi pompalamak (ECB, FED)!
KOBİ’lerin işlemesine pandemi önlemleri kapsamında izin verilmezken büyük üreticilerin ve Amazon gibi merkezi dağıtım mekanizmalarının işlemesine izin verildi. Hatta Amazon ve benzeri firmaların pandemiden güçlenerek ve daha karlı çıktıklarını biliyoruz. Dolayısıyla aslında pandemi önlemleri efektif olarak KOBİ’lerin işlemesini engellerken merkezi üreticilerin ve merkezi dağıtım mekanizmalarının işlemesine imkan sağladılar. Amiyane tabirle, esnaf kan ağlarken büyük firmalar yalnızca karlılıklarını değil kar marjlarını da arttırarak pandemi döneminden çok daha güçlü çıktılar. Üstüne üstlük bu yalnızca öylesine bir güçlenme değil, yine Amerika özelinde bakacak olursak firma karlarının GSYİH’e oranı ikinci dünya savaşından beri görülmüş en yüksek noktaya ulaştı.
Peki merkezileşme kötü bir şey mi, bakkallar yerine süpermarketlere geçmek bizim için de daha iyi olmamış mıydı, hem rekabet eden pek çok küçük firma yerine merkezi birkaç devin olması verimlilik açısından da daha anlamlı değil mi?
Büyük Servet Transferi — Kimlerin Doğru Bilgisini Tüketeceğiz?
Burada yavaş yavaş vites değiştirip konunun pandemi önlemleri, komplo teorileri ve ‘The Great Reset’ taraflarına giriş yapmaya başlayacağız. Yazı kafamda oluşurken özellikle bu kısmını yazma motivasyonumun dayandığı videoyu aşağıda paylaşmak istiyorum.
Jon Stewart Amerikan liberal solu tarafından oldukça sevilen, politik hiciv (satire) televizyon şovlarını bir nevi var eden isim. Kendisi bu camiada özellikle 11 Eylül sonrası Müslümanlara yönelik ayrımcılığa karşı sergilediği duruş ve Irak işgaline karşı Bush yönetiminin öne sürdüğü propagandaları sürekli sorgulaması ile dünyada pek çok kişinin övgüsünü kazanmış birisi. Yakın dönemde kendisi de bir podcast programı başlatmasından ötürü Joe Rogan — Spotify meselelerine dair Harvard’da yanlış bilgi (misinformation) üzerine çalışmalarını sürdüren ve “Shorenstein Center on Media, Politics and Public Policy” araştırma direktörü Dr. Joan Donovan’ı konuk ediyor. Konu, yanlış bilgiyle nasıl etkileşime geçmeliyiz. Stewart burada taraflar arası aktif etkileşimi öncelemeyi ve insanların özgürce paylaşım yapmasını, eğer algoritmalar insanları sürekli uçlara itecek şekilde çalışmazsa bunun bir şekilde daha doğru bilgilerin ve fikirlerin yayılmasına katkı sunacağını savunuyor.
Dr. Donovan ise yanlış bilginin yayılmasını önlemek için bilginin hızlı yayılmasını yavaşlatmamız ve ‘kontrol edilebilir’ hale getirmemiz gerektiği argümanını savunuyor. Üstüne üstlük bunun kişiler tarafından değil merkezi bir kontrol mekanizmasıyla yapılması gerektiğini dile getiriyor. Böylece ‘yanlış’ bilgi daha zor yayılacak ve olumsuz etkilerinden toplum korunmuş olacak. Jon Stewart ise Irak işgali dönemi kendisinin anaakıma ters düştüğünü, ortada kitle imha silahları olmadığını ve Amerika’nın Irak işgalinin haksız olduğunu dile getirdiğini, bu nedenle de aslında ‘yanlış’ bilgi yaymakla suçlanmasının çok doğal olduğunu dile getiriyor. Burada Dr. Donovan basitçe, eh yapacak bir şey yok minvalinde konuyu geçiştiriyor. O zaman yanlıştı, bilmiyorduk, sonra doğru oldu. Yani mesele yayılan bilgilerin doğru-yanlışlığından ziyade, anaakıma uygun olup olmadığına gelip dayanıyor. Burada ise soru, anaakıma uygunluğun ölçüsünü kim belirliyor?
Yanlış Bilgi — Pandeminin Kökeni
Muhtemelen çoğumuz pandeminin başını hatırlarız. Çin’de bir virüs, hem de tam olarak bu virüsler üzerine araştırma yapılan askeri bir laboratuvarın olduğu bir şehirde ortaya çıkmıştı. Bu virüs hakkında insanları uyarmaya çalışan Çinli doktor Li Wenliang hapse atılmış, bir süre sonra (Şubat 2020) kendisi de bu hastalıktan ötürü vefat etmişti. Zaten bundan yaklaşık bir ay sonra da tüm dünyada neredeyse eş zamanlı olarak kapanmalar başladı.
Şubat 2020'de son derece prestijli bir tıp dergisi olan Lancet’te alanında öncü akademisyenler bir mektup yayınladı. Bu mektupta hastalığa karşı Çin’de mücadele eden meslektaşlarını övüp, bunun laboratuvardan kaçan bir virüs olduğu fikrini kökten bir şekilde reddediyorlardı. Mart 2020'de de yine çok prestijli Nature Medicine dergisinde bu virüsün hiçbir şekilde laboratuvardan çıkmamış olduğu tekrar vurgulandı.
Sonrasındaki süreçte, ben de dahil pek çok sıradan vatandaş ve akademisyen bu çalışmalara gönderme yaparak virüsün laboratuvar değil doğa kökenli olduğuna ikna oldu ve konu burada kapandı. Lab sızıntısı teorisi (Lab Leak Theory) Trump tarafından dile getirilen ve pandemiyle kendi beceriksiz mücadelesini aklamak için kullandığı ırkçı bir yalan olarak lanse ediliyordu. Ta ki işe başkaları dahil olmaya başlayana kadar.
2020'nin ortalarından itibaren alandaki bazı isimler “neden lab sızıntısı teorisi düzgünce araştırılmıyor” diye sorgulamaya başladılar. Bunlardan birisi Jamie Metzl’dı. Kendisi de Dünya Sağlık Örgütü’nün (DSÖ) komitelerinden birisinde yer alan ve içerideki işleyişe hakim olan Metzl Nisan 2020'den itibaren kendi web sayfasında “Origins of SARS-CoV-2” isimli bir blog tutmaya başladı.
Trump’ın seçimleri kaybedip Biden’ın gelmesinin ardından lab sızıntısı teorisinin araştırılmaya değer olduğu fikri nedense bir anda kabul gördü ve DSÖ bir ekip kurup Çin’e giderek bunu araştırdı. Sonuçta yayınladıkları raporlardaysa bunun “çok düşük ihtimal”e sahip olduğunu vurguladılar. Çinli diplomatlar ise takip eden süreçte bu rapora saygı duyulması gerektiğini özellikle vurguladı.
Bunun ardından Metzl’in ortaya sürdüğü bilgilerden birisi yukarıda bahsettiğimiz Lancet mektubunda da imzacılardan birisi olan ve DSÖ’nün lab sızıntısı teorisini araştıran ekibinde yer alan Dr. Peter Daszak’ın aslında Wuhan’daki araştırmaları fonlayan bir STK’nın kurucusu olduğu ve araştırmalar için kamudan fon aldığı, bunu da ne ilk mektubunda ne de DSÖ raporunda dile getirmediği oldu.
Bu arada Lancet mektubunda imzacı olan bazı bilim insanları öne çıkıp mektubun yazımı ve imzalanması sırasında Dr. Peter Daszak’ın kendilerine baskı yaptığını dile getirdi. Yapılan başka bazı çalışmalarla da lab sızıntısı teorisinin pandeminin başında yapıldığı gibi kolayca görmezden gelinemeyecek bir teori olduğu dile getirilmeye başlandı. Üstüne üstlük bu arada sızan bazı belgelerde DARPA’nın Daszak’ın bazı başka araştırmalarını “çok tehlikeli” bulduğu için fonlamadığı ortaya çıktı.
Peki tüm bu süreçte ne oldu, lab sızıntısı teorisi üzerine konuşan pek çok yayıncı yanlış bilgi yaymakla suçlandı. Yayınlarına erişim engelleri getirildi veya platformlardan kaldırıldı. Dünün yanlış bilgisi bugünün olabilir’i oldu, belki yarının doğru bilgisi olacak. Bu hikaye halen devam ediyor. Amerika’da pandemi önlemlerinden sorumlu Dr. Fauci’nin Wuhan’daki araştırmayı fonlayan kurum adına Amerikan Kongresine yalan söylediği sıklıkla dile getiriliyor. Bu konuda araştırma yapan gazetecilerin hukuka uygun talepleri ısrarla oyalamayla karşılaşıyor (örneğin yasalarla korunan bilgi alma taleplerine tamamı redakte edilmiş 292 sayfa gönderdikleri haberi daha geçtiğimiz hafta yayınlandı).
Merkezi medya kuruluşları anaakım anlatıya uyumlu sunum yaparken alternatif yayın mecraları anaakıma ters bazı argümanların araştırılmasını savunuyordu. Bu kişiler yanlış bilgi yaymakla itham edilerek önce gelirlerinden sonra da erişim haklarından oldular (örneğin YouTube önce sizi demonetize ediyor, ardından uyumsuzluğunu sürdürürseniz de platformdan atıyor). Aynı dönemlerde Amerikan merkez medyası lab sızıntısı teorisinin çürütülmüş ve ırkçı, Çinli kaynaklar ise yalan olduğundan bahsediyordu. Bugün anaakım anlatı kısmen değişmeye başladı, ama artık başka şeyler yanlış bilgi olarak adlandırılıp cezayı hak eder hale geldi.
Yanlış Bilgi — İlaç Firmalarının Sorumlulukları ve Aşıların Yan Etkileri
Bu ayın başında Pfizer hisse senetleri yaklaşık 30 milyar $’lık bir değer kaybına uğradı. Bunu anlamlandırmak kısmen zordu, sonuçta Pfizer aşı satışlarından neredeyse 40 milyar $’lık bir gelir sağlamıştı. Hatta Amerikan kaynakları Pfizer’ı savaş vurgunculuğu (war profiteering) ile bile suçlamıştı. Moderna CEO’sunun da bu gelişmeleri takiben yakın dönemde Twitter hesabını kapatıp bir kısım hisse satışıyla firmadan çıkış yapmaya başladığına dair gelişmeler var. Peki sebebi neydi?
İddialardan birisi Moderna ve Pfizer’ın aşı yan etkilerinden ötürü açılabilecek davalardan ciddi olumsuz etkilenme risklerine vurgu yapıyor. Aslında aşıların yan etkileri olduğu uzun süredir biliniyordu, örneğin Amerika’da Gıda ve İlaç Dairesi (FDA) Pfizer ve Moderna aşılarının üstüne olası bazı yan etkileri 2021'in ortasından beridir yazdırıyor. Ayrıca aşıların miyokardi ve lenf şişmesi gibi etkileri olduğu da bir süredir biliniyor. AstraZeneca aşısının ise ölüme sebep verebildiği yine uzun süredir biliniyordu ve aşıların bir kısmı bu yüzden toplatılmıştı. Firmaların bu konularda sorumlu tutulabilecek olması ihtimaliyse şu an hem hisse sahiplerini hem de yöneticileri ürküten bir düşünce.
Aşılara dair not: Burada aşıların etkili olup olmadığına dair bir tartışmaya girmeyeceğim. Kişisel olarak üç aşımı oldum ve olmayı kabul eden herkesin de kamu desteğiyle aşı olabilmesi gerektiğini savunuyorum. Ancak aşı-karşıtı tanımlaması altında toplumun belirli kesimlerine yapılan saldırıların demokrasinin zeminini oymaya yönelik ne kadar zararlı olduğu da aşikar (bu konudaki yazımı okumak için).
Burada yakın dönemden bir örnekle devam edelim, Johnson’s bebek pudrası hikayesi. Johnson & Johnson bir süredir devam eden bir krizin içerisinde, bebek pudraları ve benzeri bazı ürünlerinin kanser yaptığı iddiasıyla haklarında açılmış 38.000 dava bulunuyor. Reuters’ın J&J’in davacılara tazminat ödemek yerine tüm sorumluluğu bir alt firmaya aktarıp ardından bu firmayı batırarak J&J’in ana firmasının bu işten sıyrılmayı planladığına dair bir haberini ise durdurmak için federal hakimlere gittiği biliniyor. Üstüne üstlük sonrasında öğreniyoruz ki daha geçtiğimiz günlerde başka bir mahkeme kararıyla sorumluluğun alt firmaya aktarılması konusundaki davalarını kazanmışlar!
Johnson & Johnson ayrıca aşı da üretiyor, hatta daha geçtiğimiz aylarda J&J aşılarının kan pıhtısına bağlı ölümlere (çoğul) sebebiyet vermesinden ötürü kullanımı tartışmaya açıldı. Uzmanlar ölüm oranının milyonda yaklaşık 4 olduğunu öne sürüyor. Bu da tüm Amerikan nüfusunu J&J’le aşılasalar bile yalnızca 1200 ölüm olacağı anlamına geliyor. Oysa COVID’den Amerika’daki ölümlerin yaklaşık 1 Milyonu geçtiğini ve bu nedenle daha büyük risk olduğu dile getiriliyor.
Aşıların olası yan etkilerinin ölüm olabileceği açık bir şekilde yanlış bilgi olarak addedildiği zamanlar vardı, sonrasında gerek AstraZeneca gerekse J&J ölümleri bu tabunun yıkılmasını sağladı ve artık bunu konuşabiliyoruz. Oysa yan etkileri arasında ölüm olabilecek aşılara dair hala ‘zorunlu aşılama’ konusu Almanya gibi ülkelerde ciddi şekilde tartışılıyor. Siyasetçiler kamu yararı için insan vücuduna gerekirse ölümcül olabilecek müdahelelerde bulunma hakkını, insanlara bu konularda danışmadan kendilerinde görüyorlar. Peki mesele sadece insanların bedeni mi, yoksa daha geniş bir plan mı var?
Yanlış Bilgi — Terörizm
Bu ayın başında Amerika’daki Ulusal Güvenlik Bakanlığı (Department of Homeland Security) bir duyuru yaptı. Burada yanlış bilginin Amerikan ulusal sınırları içerisindeki terörü destekleyen elementlerden birisi olduğu vurgulandı. Aslında bu kurumun yanlış bilgiyle mücadelesi yeni başlamadı, WikiLeaks üzerinden bu mesele seneler önce dillendirilmeye başlanmıştı. Pandemi sürecindeki aşı tartışmaları ise bu meseleyi daha da alevlendirdi.
Aslında benzeri bir argüman daha önce Pfizer CEO’su tarafından da dile getirilmiş, aşılar hakkında yanlış bilgi yayan herkesin suçlu ilan edilmesi gerektiğini savunmuştu. Yeni yaşam tarzımızla aramızda duran tek şeyin aşılara karşı tereddüt olduğunu dile getirmişti.
Peki tüm bu tartışmaların yukarıda dile getirdiğimiz servet transferi ve ‘The Great Reset’le alakası ne diye sorabilirisiniz? İşte bu da bizi Özgürlük Konvoyuna getiriyor!
Ocak ayında başlayıp geçtiğimiz hafta sonlanan Kanada’daki eylemler medyada elbette ki oldukça taraflı yansıtıldı. Yüzde 90'ı aşılı olan kamyoncuları aşı-karşıtı olarak lanse eden medya kuruluşları bu grupların nasıl da aşırı sağcılara hizmet ettiğinden ve QAnon ve neo-Naziler tarafından yönlendirildiğinden bahsedip durdular. Trudeau ise ilk başta ciddiye almadı, ardından saklandı, sonrasındaysa OHAL ilan edip önce bu protestolara yapılan bağışlara el koydurdu, sonrasında bu insanların banka hesaplarını dondurdu, en son olarak da üstlerine atlı polisleri gönderdi ve yüzlerce kişiyi tutuklattı.
Tüm bu hikayeyi gerçekten acıklı kılan ise, geçtiğimiz iki sene içerisinde çok zor koşullarda çalışmak zorunda kalmış, kendi birikimlerinin yükselen enflasyon ve büyük firmalara çekilen peşkeşler karşısında eriyip gitmesini izlemiş, yakın dönemde işleri kendi kendilerini süren kamyonlar tarafından ellerinden alınacak olan (ve bu herkes tarafından heyecanla beklenen) bir grubun, her gün geçmek zorunda oldukları bir sınırda “turist”lerle aynı muameleye maruz kalmak istememesine dünyanın en liberal demokrasisi olduğu iddia edilen bir devletin verdiği tepkinin at toynaklarıyla ezdirilmek olması. Trudeau’nun bu insanlara sanki bir Orta Çağ feodal beyinin tebâsına yaklaşır gibi yaklaşması.
Üstüne üstlük, insanların banka hesaplarına direk müdahalede bulunacak kadar da ileriye gidilmesi ve bu yetkilerin devlete kalıcı olarak tanınıyor olması muhtemelen önümüzdeki süreçte bu silahlaştırılmış finansal araçlarla daha sık karşılaşacağımızın bir göstergesi. Bunların hepsinde şaşırtıcı olan noktalardan biriyse bu eylemlerin insanların materyal koşullarından ve siyasetteki aşırı yozlaşmaya tepkilerinden değil yanlış bilgi yayan bazı sosyal medya hesaplarından kaynaklanıyor olduğunun iddia edilip, anaakıma ters bilgi paylaşımlarının terörle iltisaklı hale düşürülmesi. Peki neden?
Sıfırlanma Zamanı (mı?)
Trudeau’nun ‘The Great Reset’ videosu aslında bu meselenin temeline dair bir fikir veriyor. Ama Kanada’yla bunun ne alakası var diyebilirsiniz. Bu videoda WEF kurucusu ve başkanı Klaus Schwab özellikle Trudeau, Macron ve Ardern (Yeni Zelanda başbakanı) gibi WEF Küresel Genç Liderlerinden gururla bahsedip nasıl da bu ülkelerin kabinelerine ‘penetre’ ettiklerini anlatıyor. Aslında WEF’in kendi The Great Reset videosunda yalnızca buradaki isimlerden çok daha fazlasını görmek mümkün. Snowden’ın deyimiyle, komploların en kötülerinin açık açık ve gözümüzün önünde yapılanlar oldukları bir kere daha karşımıza çıkıyor.
İşte tam da bu nedenle aslında Büyük Sıfırlanma diyebileceğimiz bu sürecin pejoratif bir şekilde komplo olarak ele alınması ve komplo teorisyenliği sınırları dahilinde değerlendirilmesi oldukça yanlış. Büyük Sıfırlanma açıkça belirli bir zümrenin savunduğu, manifestosu yazılmış olan, hedefleri ve planları kamuya (kısmen) açık şekilde duyurulmuş küreselci bir ideolojik ajanda. İklim ve sürdürülebilirlik söylemlerini içten veya iki yüzlü bir şekilde benimsemiş elit bir zümrenin, dünyanın her yerindeki orta ve alt-orta sınıfların tüketim alışkanlıklarını kökünden değiştirmeyi kendilerine misyon edindiği bir dava. Bunu gerçekleştirebilmek için de pandemiyi bir fırsat olarak kullanmak istediklerini açık açık, henüz pandeminin ilk aylarında, borazanla duyurarak dile getirdikleri bir konu.
Burada bir adım daha geriye çekilip bu pandemi önlemlerini hangi kurumların, hangi sivil toplum oluşumlarının ve kapı gibi vakıfların karar alıcılara ‘tavsiye’ ettiklerini düşünmek önemli. Hangi kurumların ve kişilerin tavsiyeleri sonucu KOBİ’ler 2008'den bu yana yaşanan en büyük ekonomik fakirleşmenin içine atılırken büyük firmalar karlılık rekorları kırdılar? Kimlerin desteklediği ve fonladığı siyasilerin yürüttüğü politikalar acaba küresel olarak bir enflasyon dalgası tetiklerken belirli ve elit bir zümrenin servetini TRİLYONLARCA dolar arttırdı. Ve de daha ötesi, bu politikalardan aktif olarak TRİLYONLARCA dolar çıkarı olan grupların süreç üzerine hiçbir dahiliyeti olmadığını, pandemi önlemlerini manipüle etmeye çalışmadığını, pandeminin kaynağı, aşıların etkinliği, kapanmaların gerekliliği gibi konularda ellerindeki devasa kaynakları kullanmadıklarını varsayıp da bir grup ırkçı sağcının veya Rus istihbaratçının bu işleri TRİLYONLARCA dolar kazanmış olanlardan daha rahatça koordine edebileceğine neden bu kadar kolay inanıyoruz?
Buraya ek olarak bir not daha düşmek gerekiyor ki son dönemde pandemi esnasındaki kapanmaların aslında hastalığa bağlı ölümleri çok az azalttığı ancak çok büyük toplumsal ve ekonomik yıkıma sebebiyet verdiğini öne süren çalışmalar çıkmaya başladı. Oysa Bill Gates henüz birkaç gün önce çıkıp yüzsüzce pandemilerle başa çıkmanın en iyi yolunun Avustralya gibi davranmak olduğunu öne sürdü. Hani şu maske takmadığı için kendi vatandaşını polislere dövdüren ve karantinaları uygulatabilmek için askeri yüz tanıma ve takip teknolojilerini insanlara zorunlu tutan Avustralya.
Böcek Yemeyeceğim, Pod’da Yaşamayacağım (mı?)
Dünyada yükselen bir slogan var, “Böcek Yemeceğim, Pod’da Yaşamayacağım.” Bu ilk bakışta komik, komplocu ya da iklim düşmanı gibi gelebilir. Oysa bir adım derine indiğinizde insanların yükselen küreselci ideolojinin kendilerine layık gördükleri yaşama olan tepkilerini dile getiriyor. Çünkü burada mesele “kimsenin bir şeyi olmayacak ve herkes böcek yiyecek” değil, sizin hiçbir şeyiniz olmayacak ve bundan mutlu olacaksınız.
Herkesi evlerine zorla kapattıktan sonra Boris Johnson’ın ve ekibinin partiden partiye gezmesi, en sıkı pandemi önlemlerini savunan Alexandria Ocasio-Cortez’in kalkıp tatile gitmesi, insanlara uçaklara binmeyin veya et yemeyin diyenlerin her sene Davos’a özel jetleriyle gidip milyonlarca dolarlık partiler düzenlemesi ve daha nicesi.
Daha önce dünyada yükselme riski olan eko-faşizme dair bu sitede bir şeyler yazmıştık. Ayrıca küreselleşen sermayenin yerel orta sınıflarla siyasi mücadelesi üzerine ve bunun populist liderler üzerinden nasıl tecessüm ettiğine dair de Trump özelinde yazmıştık. Hatta populizm kavramı ve bunun Türkiye’de bir örneği olarak Muharrem İnce meselesine bile değinmiştik. İklim krizini (haklı veya haksız) bahane göstererek küresel bir dönüşüm yaratmanın peşinde olanlara halkların ciddi bir tepkisi var ve tepedeki bu yozlaşmışlık (partiler, tatiller, uçaklar ve ötesi) da bu tepkiyi öfke boyutlarına itiyor.
Üstüne üstlük Trudeau gibi bu yeni küreselci ideolojinin vitrin çocukları kalkıp “daha eşit ve adil bir düzen için bunu yapıyoruz” derken izledikleri ekonomik ve toplumsal politikaların sonuçlarının bu kadar yıkıcı ve eşitlik getirmekten uzak olması işi çok başka boyutlara taşıyor. Anlatıyı ne kadar kontrol altında tutmaya çalışıyor olsalar da, tepkileri ne kadar bastırıyor olsalar da bazı alanlarda mızrak çuvala sığmıyor. Milyonlarca aile evlerini kaybederken, yüz binlerce KOBİ kepenk kapatırken, daha birkaç sene önce kendi aile işletmesi olan insanlar artık daha kötü koşullarda devasa firmaların çalışanları haline gelirken ve bu firmalar tarihlerindeki en yüksek karları hem de yüksek kar marjlarıyla elde ederken söylenen yalanların inandırıcılığı git gide azalıyor.
Peki ne olacak?
Açıkçası hiçbir fikrim yok, bu yazıyı yazma sebebim de olacaklara dair bir öngörü ortaya koymak veya ahlaki bir duruş sergilemek değil. Kendi açımdan ve anlayabildiğim ölçüde dünyadaki bir trende dair fikir yürütme çabamdı. Bu yazıya ve bağlama entegre edemediğim kriptopara piyasasının rolü, küresel hareketli yeni laptop (işçi) sınıfı, Epstein meselesi, programlanabilir dijital para, İslam medeniyeti, Rusya ve Çin gibi etmenler de var. Ama tüm bu Büyük Sıfırlanma hikayesinin “çevreyi çok seven bir grup hayırseverin güzel yarınlar hayalleri” olduğuna inanmak, hele de kendi siyasi aktörleri üzerinden hayata geçirdikleri politikalarla orta sınıftan yağmaladıkları milyonlarca evi, kapattırdıkları milyonlarca KOBİ’yi, fakirleştirdikleri yüz milyonlarca insanı düşününce oldukça güç. Fakat dediğim gibi, bunu basit bir komplo olarak ele almanın oldukça hatalı olduğunu düşünüyorum. Bu, yükselen bir küreselci ideoloji. Adına günün birinde yaygın şekilde Schwabism denir mi bilemiyorum, ama bazıları tarafından denmeye başlanmış bile.
*Bitirirken Not: Klaus Schwab’ın ikinci kitabı ‘The Great Narrative’ geçtiğimiz ay çıktı. Hakkında bilgiye ulaşmak için buraya tıklayabilirsiniz.
Düzensiz Dergi olarak yeni içeriklerden haberdar olabileceğiniz bir e-posta bültenimiz var: Üye Olmak İçin Tıklayınız