Cumhuriyet’teki “İç Savaş” Üzerine

Can Beysanoğlu
Düzensiz
Published in
5 min readSep 10, 2018

Önümde Hasan Cemal tarafından yazılmış bir kitap: Cumhuriyet gazetesindeki "iç savaş"ı anlatıyor. Yayınlandığı dönemde büyük fırtınalar koparmış, köşe yazarları arasında polemiklere yol açmış, Cumhuriyet kitaptaki iddialara karşı cevap niteliğinde agresif bir yazı dizisi başlatmıştı. 2005 tarihli bu kitabın adı: "Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim!"

Hasan Cemal'in anlattığı, gazetenin tarihindeki üçüncü "iç savaş". İlki 1964'te vuku bulmuş, Yunus Nadi'nin varisleri arasında Nadir Nadi'ye dönük tepki oluşmuş, gazetenin çizgisini sola çektiği isnadına muhatap olan başyazar Nadi bir süreliğine uzaklaştırılmıştı. İkinci "iç savaş"ın yaşandığı 1971'de ise yine diğer varisler Nadi'ye hücum etmiş, gazeteyi aşırı solun yayın organı kisvesine soktuğu belirtilen yazarların bir kısmı Nadi dahil yönetimce gönderilmiş, bir kısmı kendileri ayrılmıştı. Bu ayrılık okurlarca hoş karşılanmayıp satış rakamları tepetaklak olunca İlhan Selçuk'un başı çektiği "solcu" ekip, Nadi'yle beraber geri dönmüştü.

Üçüncü "iç savaş"ı, Cemal kendi zaviyesinden anlatıyor. Onun çizdiği tabloda "sol-demokrat" Hasan Cemal, "arkaik Kemalist" İlhan Selçuk'un, Uğur Mumcu'nun, Ali Sirmen'in, Oktay Akbal'ın gazabına uğruyor. Satır aralarından anlıyoruz ki Hasan Cemal gazete-içi iktidarını, o sıralarda sağlık sorunlarıyla boğuştuğu için idarî görevlerini yerine getiremeyen Nadir Nadi'yi "idare etmeye", bir yandan da içten içe öfke beslediği İlhan Abi'sinin manevî hegemonyasına sırtını yaslamaya borçlu. Hasan Cemal'e göre yaratmaya çalıştığı gazete aslında Nadi'nin Atatürkçü çizgisine aykırı değil, fakat yalnızca Atatürkçülüğü çağdaş bir içerikle yorumluyor; öyleyse sözkonusu olan kesinlikle Cumhuriyet'in ana çizgisini değiştirmek değil, sadece günün icaplarına göre revize etmek. Öte yandan bu değişimi hayata geçirirken hızlı ve radikal bir liderlik sergilemiyor, hatta daha ilginci, kafasındaki modeli somut biçimde ifade etmeye ve bunun kavgasını vermeye de gözü kesmiyor; bilâkis İlhan Selçuk'un himayesinden olabildiğince istifadeye çalışıyor. Yol ayrımına yaklaşılırken dahi "testi kırılmasın diye" iktidarını -kendi deyişiyle- "şeker abilerle" paylaşmaktan geri durmuyor. Zaten onun hayalindeki Cumhuriyet, çizgisini revize ederken bir yandan da ismi markalaşmış yazarlarını tutmayı sürdürecek; lâkin o isimlerin gazetenin yayın politikasına zerre kadar müdahil olması da istenmiyor. Onlar "80 öncesinin arkaik sol-Kemalizminin yadigârı" olarak köşelerinde yazıp çizmeye devam edecekler ama yazı işlerinin etlisine sütlüsüne karışmayacaklar. Gelgelelim bu ip üstünde cambazlık dahi yetmiyor Cemal'in mutlak iktidarını korumaya; münakaşalı bir yönetim kurulu toplantısından sonra testi kırılıyor, İlhan Selçuk'lar "yeni" Cumhuriyet'e karşı dışarıdan taarruza geçmek üzere gürültü patırtıyla istifa ediyor. Ondan sonra aylar süren "Cumhuriyet okumuyorum çünkü Cumhuriyet okuruyum" kampanyası; sol-demokrat yazarlarla donanmış "yeni" Cumhuriyet'in okurdan teveccüh görmemesi ve satışların üçte iki oranında düşmesi; nihayet iflâsın eşiğine gelen geminin kaptanının "Benden bu kadar" diyerek ceketini alıp çıkması...

Bugünlerde de dördüncü "iç savaş" taraflardan birinin zaferiyle neticelendi. Taraflar birbirlerini ağır ithamlarla suçluyor. Aslında Cumhuriyet'in bu son "iç savaş"ı tıpkı bundan öncekiler gibi, siyasal konjonktürden ayrı ele alınamaz. 91'deki yol ayrımı, gerçekte '80 sonrasında solda doğan fikrî ayrışmaların gazete-içi izdüşümüydü: Apolitikleşmeye tepki olarak halk kitlelerinin siyasete ağırlığını koymasının yolunun "bürokratik devlet geleneği"nin gevşetilmesinden geçtiğini savunan, bunun için de ekonomide piyasalaşmanın, siyasette demokratikleşmenin ve ademimerkezileşmenin yegâne çıkar yol olduğunu belirten sol-demokratlık ile, apolitikleşmenin panzehirinin aktivist bir bürokrasiyle sivil aydınların (ve ona bağlı sınıfsal-toplumsal grupların) ittifak etmesiyle oluşacağına inanan sol-Kemalizm çarpışmıştı bir bakıma. Siyasal ve entelektüel alandaki bu çarpışma Cumhuriyet gazetesine de sirayet etti. Tabii bu iki çizginin birbirinden keskin biçimde ayrıldığını öne süremeyiz; aradaki sınırlar çoğu zaman flu oldu ve aktörler iki pozisyon arasında melez roller benimsediler genellikle.

Peki bugünkü kavganın tarafları kimler? 2010 sonrasında merkez solda yaşanan değişim sadece Cumhuriyet'te değil CHP'de de etkisini gösterdi; 90'lara ve 2000'lerin ilk bölümüne damgasını vuran ulusalcılığın papucu dama atıldı, onun yerine kerâmeti kendinden menkul bir "sollaşma" ikâme edildi. CHP'deki "sollaşma", AKP muhalifi bütün kesimlere açık kapı politikasında cisimleşti; siyasal yelpazenin en solundan en sağına kadar "demokratlık" ortak paydası altında biraraya getirme stratejisi izlendi; öte yandan, genel merkezden yerel teşkilâtlara ve gençlik kollarına inildikçe aşırı sol akımların ve radikalizmin söylem düzeyinde de olsa giderek trend hâline gelmesine şahit olduk. Cumhuriyet'in "sollaşması" da ağırlıklı olarak solun her çeşidini kucaklama anlamında bilhassa sol-demokrat aydınları gazeteye transfer etmekle karakterize olurken, bir yandan da haber ve yorum yelpazesi sol olmayan çevrelere dahi alabildiğine açıldı. Bu açılımlar, 2013-15 dönemecinde siyasetin ekseninin millî-gayrımillî dikotomisine kaydırılmasından itibaren giderek sıkışmaya ve zorlanmaya başladı; CHP ve Cumhuriyet hem rejimin boy hedefi oldu, hukuken kriminalize edildi, hem de iç kavgalar ve bölünmeler nedeniyle içeriden zayıfladı.

Bu aşamada Cumhuriyet'teki açılım karşıtları, AKP'nin millîlik söyleminden yararlanmayı, buradan bir meşruiyet alanı kazanmayı ve rejimi Atatürkçülüğe doğru arkadan ittirerek millîliğin içini doldurmayı istediler. AKP'nin millîlik tarifinde inkılapların Atatürk'ü yok, ulusal kurtuluş savaşının Gazi Mustafa Kemal'i vardı; Meclis'i dualarla açan, camide hutbe okuyan Gazi imgesi, AKP nazarında Türkiye'nin "asıl" kurucu ilkelerinin bir temsilcisiydi. Kemalistlerin Atatürk'ü ise kurtuluş savaşının başkomutanı ile cumhuriyetin büyük inkılapçısı arasında mantıksal devamlılık görüyordu; bu yüzden yapılması gereken, AKP'ye bir adım daha attırıp, 1925 sonrasındaki Atatürk'ü de içeren bir millîlik tanımını kabul ettirmekti... Cumhuriyet'teki açılımcılar da aslında reddetmiyordu Atatürk'ü; fakat onların Atatürk'ü ve Atatürkçülüğü, kendi döneminde ilerici, bugünün koşullarında ise liberal demokrasiyle, sosyal mücadeleyle, ılımlı bir çok-kültürlülükle harmanlanması gereken bir akımdı. Bu, sol-Kemalistlerin arzuladığından farklı bir Atatürk anlayışıydı; kavga da bu iki anlayıştan hangisinin Cumhuriyet'e egemen olacağı noktasında patlak verdi. Bu evrede "zamanın ruhu"nun sol-Kemalistlerden yana olduğunu söylersek yanlış olmaz.

Gidenlerle gelenler üzerine yorum yapmak istemiyorum. 2016 Kasım'ında başlatılan soruşturma kapsamında aylarca tutuklu kalan çalışanlarına vefa borcu var yeni yönetimin: Kadri Gürsel, Musa Kart, Güray Öz, tutuklanmayan Aydın Engin, Hikmet Çetinkaya vs. korkunç bir haksızlığa uğradılar, mağduriyet yaşadılar. İşin kötüsü, onlara bu muamele reva görülürken bugünkü yeni yönetimin mensuplarının iyi bir sınav verebildiğini söylemek pek zor. Gerçi arkadaşlarının tutuklanmasına karşı olduklarını ısrarla vurguladılar, fakat gazete-içi iktidar kavgasının gazete dışına taşmasına, testinin 91'dekinden beter kırılmasına, AKP rejiminin mevzuya el atmasına vesile olmaları da kendileri nâmına gurur verici olmasa gerek. Bununla birlikte, gazetenin AKP yanlısı bir çizgiye, yahut en azından Aydınlık benzeri bir konuma kayacağını öne sürmek için de henüz erken. Öteden beri takip ettiğim bu kadro, en az ayrılanlar kadar AKP muhalifidir. Şöyle bir endişe dile getiriliyor: Cumhuriyet 90'ların ve 2000'lerin ilk bölümünün ulusalcı-Kemalizmine geri dönecek. Açıkçası, siyasetin ana ekseninin millîlik-gayrımillîlik dikotomisine taşındığı bir ortamda Cumhuriyet'in sollaşma trendinin tersine çevrilmesi anormal bir durum değil, fakat unutulmamalı ki o eski ulusalcılığı birebir ihya edecek zemin de yok Türkiye'de; bugün ulusalcıların çoğunluğu, sözde "dinci-liboş-Kürtçü koalisyonu"na karşı içe kapanmacılığı benimsedikleri konjonktürün mazide kaldığını görüyorlar; artık reformlar ve demokratikleşme ulusalcıların dahi AKP otokrasisine karşı bayraklaştırdığı talepler hâline geldi. Kaldı ki AKP'nin işlevselleştirdiği Gazi Mustafa Kemal imgesinin, uygulamada, İslamî toplum mühendisliği projesinden cayma anlamına gelmediğini Kemalistler de teşhis etmekteler. Kısacası, Türkiye'nin ve AKP'nin değişimi sebebiyle Cumhuriyet'in Atatürkçülüğü asla 2007'nin ulusalcılığına benzemeyecektir.

Düzensiz Dergi olarak yeni içeriklerden haberdar olabileceğiniz bir e-posta bültenimiz var: Üye Olmak İçin Tıklayınız

--

--