Doktora Almak Akademisyen Olmak İçin Yeterli mi?

Zeki Seskir
Düzensiz
Published in
7 min readJan 9, 2021

Bir süredir sosyal medyada (özellikle Twitter) düzenli olarak doktora almanın ne demek olduğu, Türkiye’deki akademik sistemin ne hale geldiği, doktoralıların geleceğinden umutsuz olduğu yorumları yaygın dolaşıma girmekte. Bu kapsamda ben de doktorayı yakın zamanda tamamlayacak ve sonrasına dair düşünen bir araştırmacı olarak, yazmayı senelerdir ertelediğim bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. Yazıda Türkiye’den ve Dünya’dan verilerle akademisyen olmakla doktora derecesi arasındaki bağıntıya değineceğim. Ana mesajımız ise basit olacak, doktora almak akademisyen olmanın gerekli koşuludur, ancak yeterli koşulu değildir ve akademisyen olabilmek git gide zorlaşacaktır.

Doktoralılık ve Akademisyen Olmak

Bu yazı kapsamında akademisyen olmak doktor öğretim üyesi, doçent veya profesör olmak olarak kullanılacaktır, öğretim ve araştırma görevlileri aşağıda kullanılan hesaplara dahil edilmemişlerdir. Kullanılan verilerin tamamı https://istatistik.yok.gov.tr/ adresinden alınmış ve herkesin kullanımına açıktır.

Görselin büyütülmüş hali için tıklayınız

Türkiye’de yıllara göre akademisyen, öğrenci ve bunların oranlarındaki değişim yukarıdaki görselde bir arada sunulmuştur. Bu görseller bize seneler içerisinde hem akademisyen hem de öğrenci sayılarında ülke çapında ciddi bir artış olduğunu, ancak 2002 yılından itibaren düzenli olarak akademisyen başına düşen öğrenci sayısının ciddi oranda yükseldiğini göstermektedir. 2002 yılında akademisyen başına düşen öğrenci sayısı 60 iken 2015 yılında bu 90'a ulaşmıştır. Bu bile başlı başına ciddi bir soruna işaret etmektedir.

Bu esnada Türkiye’deki doktoralı sayısındaki değişime bakacak olursak karşımıza aşağıdaki tablo çıkmaktadır.

Burada doktora okuyan sayısında da karşımıza ciddi bir artış çıkmaktadır, doktora okuyan kişi sayısı 1996 yılında 20.000 civarındayken 2019'a geldiğimizde 100.000e ulaşmıştır.

Doktora okuyan sayısıyla mevcut akademisyen sayısı arasındaki orana baktığımızda ise bu oranın aşağı yukarı 1 çevresinde dolandığını görmekteyiz. Yani neredeyse her akademisyen başına bir doktora öğrencisi düşmektedir.

Yıllara göre doktora mezunu sayılarına bakıldığındaysa aynı oranda bir artış tam olarak görülmemekle birlikte mezun sayılarının senede 2000 civarından senede 7000'in üstüne çıktığı görülmektedir. Bunu açıklamak için daha önce yaptığım bir çalışmada elde ettiğim aşağıdaki tablo kısmen işe yarayabilir.

Çalışmanın kendisine erişmek için tıklayınız

Burada en sağdan üçüncü kolonda görebileceğiniz üzere doktorayı bırakma oranları genel olarak %25 civarında seyretmektedir. Bunun seneler içerisinde af veya kanun değişikliği gibi sebeplerle oynamaları da veriye elbette yansımış ve tam bir oranın yakalanamamasına sebebiyet vermiş olabilir.

1996 ila 2020 seneleri arasında ülkemizde yaklaşık 95.000 kişi doktora derecesi almış, aynı zaman aralığındaysa ülkemizde 75.000 civarı yeni, doktora derecesi gerektiren kadro açılmıştır. Ancak bunların yanında 30.000'in üstünde de Öğretim Görevlisi kadrosu açılmıştır. Dolayısıyla, yurtdışından dönen akademisyenleri gözardı edecek olursak, ülkemizde son 25 sene boyunca neredeyse mezun olan her bir doktoralı için bir kadro açılmıştır denilebilir. Aşağıdaki görsel bu durumu biraz daha iyi tasvir edebilir.

Grafikteki büyük dalgalanmanın sebebi 15 temmuz süreci ve ardından gelen OHAL’dir. Ancak bunun ötesinde, son 25 seneye bakıldığında doktoralı mezun sayısıyla yeni açılan akademik kadro sayısının neredeyse baş başa gittiği görülebilmektedir. Ülkemizdeki akademik genişleme sürecinde 1996'da 61 olan üniversite sayısı şu an 209'a yükselmiş durumdadır.

Şimdi gelin akademisyen sayısındaki bu büyümenin lineer olarak süreceğini varsayalım. Bu durumda önümüzdeki 6 sene içerisinde yaklaşık 33.000 yeni akademisyen ve 2.000 civarı da Öğretim Görevlisi kadrosu açılacak dersek toplam 35.000 kişilik yeni istihdamın akademi sektöründe açılacağını öne sürebiliriz. Oysa 2020 itibariyle doktora okuyan öğrenci sayısı 100.000'in üstündedir. Bunların yaklaşık %25'inin doktorasını bitirmeden ayrılacağını düşünsek bile bu sayılar 6 sene içerisinde 75.000 civarı kişinin doktora derecesi alacağına işaret etmektedir. Dolayısıyla, yurtdışından hiçbir akademisyen Türkiye’ye dönmese bile, ülke içinde doktora alan 40.000 kişi kendilerine akademide (Öğretim Görevlisi olarak bile) pozisyon bulamayacak demektir!

Burada okurlarımızın kafası karışabilir. Eğer ortalamada her akademisyen bir doktora öğrencisine sahipse, nasıl önümüzdeki 6 sene içerisinde Türkiye’de 40.000 doktora mezunu akademi dışında kalacak diye sorabiliriz. Bunun yanıtıysa ortalama bir doktora süresiyle ortalama bir akademik kariyer arasındaki farktan kaynaklanmaktadır. Bir akademisyenin yaklaşık 24 sene aktif şekilde doktora öğrencisi yetiştirdiğini varsayacak olursak bu, akademisyen başına 4 doktora öğrencisi demektir. %25 bırakma oranıyla her 4 kişiden 1'inin doktorayı bitirmeyeceğini düşünsek bile bu akademisyen başına 3 doktora mezunu anlamına gelmektedir. Peki şimdiye kadar problem yaratmayan bu durum şu an neden yaklaşan bir krizin habercisi olarak görülmeli diyecek olursak yanıt yukarıda bahsettiğimiz akademik genişleme kavramında yatmaktadır.

Akademik Genişlemenin Sonu

1996 senesinde 16.000 olan akademisyen sayısı 2020 senesinde 90.000'in üstüne çıkmış durumda, yani 25 senede akademi yaklaşık beş katına büyümüş diyebiliriz. Bu genişleme politikası ise şu noktadan sonra bu şekilde devam etmeyecektir.

Bunun ilk sebebi, Türkiye yüksek öğretim sisteminin 1981 yılında %6 brüt okullaşma oranına sahipken şu an %94'ün üstünde bir brüt okullaşma oranına sahip olmasıdır (Günay ve Günay, 2016). Türkiye geçtiğimiz 40 sene içerisinde yüksek öğretimi (kalitesi tartışmalı olsa dahi) neredeyse tüm vatandaşlarına erişilebilir hale getirmiş durumdadır.

İkinci sebepse nüfus projeksiyonu ve genç nüfus oranıyla alakalıdır (bu konuyla alakalı yazımız için tıklayabilirsiniz).

Kaynak haber için tıklayınız

TÜİK verilerine göre Türkiye’de nüfusun içindeki genç nüfus oranı giderek düşmektedir. Düşen oran ve artan nüfus grafiklerini karşılaştıracak olursak ülkedeki genç nüfusun önümüzdeki 6 sene içerisinde yaklaşık %5 büyüyeceği öngörülmektedir. Bu oran, verilen doktora sayıları ve açılan kadro oranlarıyla karşılaştırıldığında çok düşük kalmaktadır.

Son sebepse yükselen üniversite sayılarıdır. Sayıları hızla artan üniversiteler son senelerde ciddi tartışmalara sebebiyet vermiş ve Türkiye de bu hızlı genişleme politikasından uzaklaşmıştır. Dolayısıyla yakın zamanda üniversite sayısında, geçtiğimiz 20 yıldakine benzer bir artış beklenmemektedir.

Yani kısaca, Türkiye’deki akademik genişleme sürecinin sonuna yaklaşıyor denilebilir.

Peki Ne Olacak?

Gazetelerde ve haber sitelerinde “Doktoralılar İŞKUR kapısında”, “Doktora ve yüksek lisans mezunları işsiz kaldı!”, “Doktora ve yüksek lisans mezunları İŞKUR’da iş kuyruğunda bekliyorgibi başlıkları ara ara görmek mümkün. Böylesi haberler her çıktığında sosyal medyada yeni bir tartışma ortaya dökülüyor. Bu gibi haberlerin gelecek yıllarda muhtemelen daha sıklıkla karşımıza çıkacağını ne yazık ki üzülerek kabullenmek gerekiyor, fakat bunların önüne geçebilmek için de şimdiden çabalamak gerekiyor.

Şimdiye kadar bu süreci yaşamış olan ne ilk ne de tek ülke Türkiye değildir, aksine, tüm gelişmiş ekonomiler bu dönüşümü ya tamamlamış ya da tamamlama yolundadırlar. Aşağıda İngiltere’de doktora derecesi alanların takip ettiği mesleki rotalar üzerine sunulan görsel bu kapsamda aydınlatıcı olacaktır.

Kaynak rapor için tıklayınız (sayfa 14)

Bu görsel İngiltere’de doktora alanların yalnızca %3.5'unun akademik araştırma kadrolarında yer bulabildiğini göstermektedir. Yani her 100 doktoralıdan 96'sı özel sektör veya başka kamu kuruluşlarında istihdam edilmektedir! Amerika’daysa bu oran %20 civarındadır, yani her 5 doktora mezunundan yalnızca 1'i kendisine akademide yer bulabilmektedir.

Toparlarsak

Yaşanacak olan bu sürecin doğal olduğunu ve sağlıklı bir şekilde atlatabilmemiz için birlikte çabalamamız gerektiğini unutmamak önemlidir. Bu kapsamda örneğin TÜBİTAK 2244- Sanayi Doktora Programı gibi programlar önemli rol oynayacaktır. Benzeri şekilde TEYDEB’in birkaç sene önce açtığı ancak ilgi görmediği için sürdürülmeyen 1601- Özel Sektörde Doktoralı Personel İstihdamının Desteklenmesi Çağrısı gibi girişimler denenmeye değer çabalar olarak görünmektedir.

Hem doktora öğrencilerini yetiştiren akademisyenler, hem doktora sürecinde olanlar, hem de özel sektörde doktoralı araştırmacıları istihdam edecek olan patronlar (ve İK birimleri) kendilerini bu dönüşüme hazırlamakla yükümlüdür.

Hocaların artık doktora öğrencilerini yalnızca akademiye değil, aynı ölçüde piyasaya da (en azından mental olarak) hazırlaması önemlidir. Aksi takdirde üniversite kantinleri ve Twitter gibi mecralar “mezun olunca işsiz kalacağım, garson bile yapmazlar beni” gibi cümleler sarf eden yüksek kalifiye ama hayata küsmüş pırıl pırıl insanlarla dolmaya devam edecektir.

Doktora sürecinde olan bizlerin ise özel sektörü akademiye girememişlerin itildiği bir yer olarak değil gerçek bir kariyer ihtimali olarak görmeye başlaması bu yapbozun elzem bir parçasıdır. Özellikle Avrupa veya Amerika’da doktora yapmış olanların bildiği ve dile getirdiği şekilde, bu aslında normal bir durumdur. Biz, son 40 senedir akademisi ülke nüfusunun büyüme hızına yetişmekte güçlük çeken bir ülke olarak ciddi bir genişleme sürecinden geçmiş bulunmaktayız ve bu süreç artık bir sona gelmektedir. Eğer ülkeye bir 100 milyon insan daha almayacaksak bu sürecin devam etmemesini sükunetle karşılamamız ve kendimizi buna hazırlamamız gerekir.

Üçüncü olarak da özel sektörün ve özellikle İK birimlerinin doktora sürecini bir ‘öğrencilik’ olarak değil iş tecrübesi olarak görmeye başlamaları önemlidir. Her ne kadar adı öğrencilik olsa dahi doktora yapmak ve başarıyla tamamlamak, yer yer özel sektördeki çoğu işle denk düzeyde yoğunluğa sahip bir süreçtir. Bazı hocaların öğrencilerine çalışma yasağı koyduğu ve TÜBİTAK projelerinde görev alan kişilerin ‘çalışan’ değil ‘bursiyer’ olarak geçmesi ne yazık ki İK birimlerini bu süreçleri eğitimin bir parçası olarak değerlendirmeye itmektedir. Oysa, doktora süreci bir iş tecrübesidir ve bu şekilde kabul edilmelidir.

Son olarak da, yine en büyük sorumluluk YÖK‘e düşmektedir. Akademisyen başına düşen öğrenci sayısını ele aldığımız görselde de açıkça görülebileceği üzere Türkiye akademisi hiçbir şekilde doygunluğa erişmiş durumda değildir. Pek çok üniversitede kadro açıkları bulunmaktadır. Yeni gelişen çok ciddi alanlarda Türkiye’de yetişmiş insanlar olmasına rağmen bölümler veya anabilim dalları mevcut değildir. YÖK, bu geçiş sürecini yönetebilecek yetki ve kapasiteye sahip tek kurumdur. Eğer başa çıkamayacak olursa da en azından üniversiteleri bu konuda hareket edebilecek şekilde donatmakla yükümlüdür.

Üniversiteler kadro konularında ne yazık ki merkeze sıkı şekilde bağımlılar ve kendi finansal özgürlüklerine sahip değiller. Bu bağlamda YÖK’ün son senelerde ciddi girişimleri ve planları bulunmaktadır (YENİ YÖK projeleri için). Ama yine de bu konularda atıl kalınması ve ülkedeki siyasi meselelerin bu yoğun dönüşüm sürecini sekteye uğratması riski her zaman mevcuttur. Bu nedenle de geçiş sürecini esnetecek ve kolaylaştıracak girişimler önem arz etmektedir.

Bitirirken diyebiliriz ki Türkiye akademisi, her şey yolunda gitse dahi önümüzdeki senelerde zor süreçler geçirmeye gebeydi. Şimdiyse koronayla birlikte ayyuka çıkan online kopya çeteleri, sahte diploma tartışmaları, başkasına tez yazdırma sektörü ve üniversitelerin sıralama fetişi gibi meselelerle birlikte işler daha da karışmış durumdadır. Hepimize geçmiş olsun.

Düzensiz Dergi olarak yeni içeriklerden haberdar olabileceğiniz bir e-posta bültenimiz var: Üye Olmak İçin Tıklayınız

--

--

Zeki Seskir
Düzensiz

METU \\ M.Sc. — Physics and STPS \\ Ph.D. candidate — Physics \\ Part-time blogger on http://www.duzensiz.org/.