Modern Fizik Bir Kopma mı yoksa İlerleme mi?
Yakın zamanlarda bir araştırma amacıyla sosyolojide yüksek lisans yapan bir insanın görüşme talebini kabul ettim. Kendisi Snow’un İki Kültür’ünü takiben doğa bilimcilerinin sosyal bilimler algılarına dair bilgi edinme amaçlı sorular soruyordu, bu sorulardan birisi de klasik fizikten modern fiziğe geçişi bir kopma mı yoksa süreklilik olarak mı ele almak gerektiğiydi. Bunun elbette bir süreklilik olarak ele alınması gerektiğini belirttiğimde şimdiye kadar görüşme yaptığı her fizikçinin bu cevabı verdiğini ancak sosyal bilimler alanındaysa tam tersi olarak bunun ‘bilimin süreksizliğine’ bir örnek olarak verildiğini belirtti. İşte tam olarak bu mesele sosyal bilimcilerin (Türkiye’de ve dünyada) doğa bilimlerinin işleyişine karşı olan bilgisizliklerine dair ne kadar ilgisiz olduklarının yerelde bir yansımasıydı. Bu yazı kapsamında modern fiziğin klasik fiziğe kıyasla farklarından ve sosyal bilimcilerle doğa bilimcilerinin aynı süreçlere dair nasıl kökten ayrı düşüncelere sahip olabildiklerini tartışacağız.
Klasik Dünyaya Karşı Modern Dünya Algısı
Daha önceki bir yazımızda bu konuya değinmiştik. Ancak kısaca üstünden geçecek olursak Klasik Fizik Algısı diye tabir edebileceğimiz görüş zamanın ve mekanın mutlak (ve düz) olduğu, maddenin (parçacıkların ve dalgaların) sürekliliğe sahip olduğu ve evrende deterministik bir düzen olduğu varsayımlarına dayanır. Modern Fizik Algısı ise zamanın ve mekanın göreli (ve eğimli) olduğu, maddenin (ve ışığın) hem parçacık hem dalga özelliği gösterdiği üstüne üstlük süreksiz (kesitli) olduğu ve evrenin deterministik değil olasılıksal bir doğası olduğu varsayımlarına dayanır. Ek olarak klasik fizikte evren durağanken modern fizikte evren genişlemektedir (hatta revize edilmiş modern fizikte evrenin genişleme hızı da giderek artmaktadır). Pek doğal olarak birbirine neredeyse zıt görünen bu iki dünya algısı ve varsayım temellerini gören herhangi bir insan için bunun bir kopma hissi uyandırması normaldir. Eğer evren olasılıksal ise deterministik olamaz, bu nedenle de evrenin olasılıksal olduğunu gösteren tek bir deney bile deterministik tüm kuramların çöpe gitmesine sebebiyet vermelidir değil mi? Hayır değil.
Doğa Bilimlerinin Felsefesi
Galileo, zamanında ortaya çıkan ve kökenleri kilisenin altındaki üniversite eğitimine dayanan klasik doğa felsefesinin amacını ‘hakikate ulaşmak’ olarak ele alır. “Doğa Kitabı”nı okumak ve doğanın değişmez kanunlarını elde etmektedir doğa filozofunun gayesi. Bu nedenle 18inci ve 19uncu yüzyıllar hem bilimin Altın Çağı olarak ele alınır hem de bir nevi ‘yasalar’ dönemidir. O dönemin doğa filozofları nasıl ki ilahiyatçılar Tanrının yasalarını kutsal kitabın sayfalarını okuyarak keşfediyorlar ise aynı şekilde Doğanın yasalarını doğa kitabının sayfalarını okuyarak keşfetmeyi amaçlarlar. Bu dönem Newton’un 1687’de “Doğa Felsefesinin Matematiksel Prensipleri” (Philosophiae Naturalis Principia Mathematica) adındaki kitabı yayınlandığında esas heybetini göstermiştir. Tarihin o ana kadarki herhangi bir noktasında öngörüleri bu kadar tutarlı ve geniş hiçbir ‘büyü’ kitabı yazılmamıştır. Aslında hedeflenen de tam olarak budur.
Fizikçiler fiziksel dünyanın işleyişini anlayabilmek istediklerini söylerler, ancak bu bir sosyal bilimci tarafından duyulduğunda çok farklı anlaşılır. Bir sosyal bilimci için anlamak sosyal örgülerin arkasındaki itici sosyal kuvvetleri görünür kılabilmek ve kuramsallaştırabilmek ile alakalıdır. Marksist teorinin bu kadar geniş etki alanına sahip olmasının nedenlerinden birisi budur, kapitalist toplumun ‘arkasındaki’ itici sosyal kuvvetleri (sınıf mücadelesi ve sömürü düzeni) görünür kılmış ve çalışılabilir hale getirmiştir. Ancak öngörü meselesi sosyal bilimin amacı değildir, öngörü yapmaya çalışmayı sosyal bilimlerin eski ve ‘doğa bilimlerine öykünen’ halinin bir kalıntısı olarak görürler. Sosyal bilim anlamaya yöneliktir. Doğa bilimcileri (mesela fizikçiler) de amaçlarının evreni ‘anlamak’ olduğunu söylediklerine göre benzer bir iş yapıyor olmalıdırlar diye düşünmeleri oldukça doğaldır.
Bu yaklaşım kendisini en çok Kuhn’un 1962’de yayınlanan “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” isimli eserinde belli eder. Kendisi de fizik çıkışlı olan Kuhn daha sonra alan değiştirmiş, bilim felsefesi ve bilim tarihi alanlarına geçiş yapmıştır. Bu alanlarda büyük etki uyandıran ve aslında oldukça başarılı bir çalışma olan ‘Bilimsel Devrimlerin Yapısı’ysa sosyal bilimcilerin doğa bilimlerini anlayabilme konusunda kullandıkları başlıca yaklaşımlardan birisinin kurucu kitabı olmuştur. Kısaca özetlemek gerekecek olursa Kuhn bilimin kendisini bilim yapan insanlar üzerinden ele alıp onların pratiklerindeki ve dünya görüşlerindeki devrimsel dönüşümleri incelemeyi amaçlamıştır. Temel bulgusu ve önerisi tarihsel olarak ‘bilimsel paradigmalar’ denilen ‘düşünme ve iş yapma’ biçimlerinin var olduğu ve bunların devrimsel kopmalarla başka paradigmalara yer bıraktıklarıdır. Yukarıdaki klasik fizik — modern fizik dönüşümünde değişmiş olan varsayım miktarını ele aldığınızda bu görüşe katılmamak neredeyse elde değildir. Dolayısıyla bu kitabı okuyan ve içselleştiren bir insan bilimin aslında süreksiz olduğunu, çeşitli farklı paradigmaların tarihsel olarak o ya da bu iş yapma biçimlerini içerecek şekilde düzenlendiğini düşünecektir. Bunu post-yapısalcı kuramla birlikte gelişen ‘hakikatin çokluğu’ kavramıyla da birleştirecek olursanız paradigmaların hangisinin daha iyi hangisinin daha kötü olduğuna karar verecek hiçbir mekanizma da kalmayacaktır. Dolayısıyla aslında doğa bilimcilerinin ‘bilim’ diye uğraştığı şeyler tarihsel süreçler içerisinde belirli ‘paradigma’lara indirgenmiş iş yapma biçimleridir. Modernizmin en büyük silahı olan doğa biliminin gücünü çöpe atabilmişsinizdir, aferin size.
Doğa Bilimciler ne yapar
Elbette yukarıdaki görüş bazı interdisipliner alanlarda çalışan bilim insanları hariç genel olarak doğa bilimcilerinin dünyasına nüfuz edememiştir. Nedeniyse açıktır, profesyonel olarak marangozluk yapan bir insana aslında en iyi sandalyenin sudan yapılacağını bu nedenle tahta kullanmayı bırakması gerektiğini söyleyen bir kitap su sporları yapanların arasında ne kadar popüler olursa olsun marangozluk camiasına etkisi sınırlı olacaktır. Benzer bir şekilde bilimin aslında sürekliliği olmadığı, kopmalarla ilerlediği ve ortada bir ‘gelişme’ olmadığını söylemek bilfiil önündeki işle uğraşan ve gelişmeyi bizzat deneyimleyen bir insan için saçmalık olarak göz ardı edilmeye mahkum bir ‘iddia’ olacaktır. Bunun en basit nedeniyse bir doğa bilimcinin ‘anlamak’tan kastettiğiyle bir sosyal bilimcinin kastettiğinin tutarsız olmasıdır.
Doğa bilimci bir anlayışın en temelde dayanağı öngörü yeteneğidir. Doğa filozofları orta çağ ve sonrasında saraylarda astrolog olarak çalıştırılmışlardır. Gezegenlerin hareket yasalarını ortaya koyan Kepler’in hocalarından ve 16. yüzyılın en büyük astronomlarından olan Tycho Brahe aynı zamanda Danimarka kralının bireysel astroloğuydu. Kralın yeni doğan oğlunun talihini saray erkanına ‘müjdeleyen’ de Brahe’ydi. Hatta astrolojinin sayısallaştırılması gereğine, ancak bu yolla ‘ürettiği öngörülerin’ kesinliğinin arttırılabileceğine dair tartışmalar ve hatta yayınlar dahi yapmıştı. Kepler’in kendisi de okült ve büyüyle ilgiliydi, hatta bir rivayete göre gezegenlerin hareket yasalarını annesini bir cadılık duruşmasında ‘kara büyü’ suçlamasından kurtarmak için geliştirmişti. Kısacası doğa felsefecilerinin öncül amacı ve onlardan beklenen şey öngörü yapabilmeleriydi. Daha sonrasında Newton’la birlikte ‘fizik’ adını alacak olan alanın tarihi astrologlarla, kimya adını alacak olan alanın tarihiyse simyacılarla bezelidir. İşte bilimsel yöntem dediğimiz gözlem-hipotez-tahmin-deney süreci böylesi bir geçmişten doğmuştur. Esas amacı öngörülerini mükemmelleştirmek olan insanların tarih içerisinde kendilerine engel olan yüklerden, yanlış varsayımlardan ve dogmalardan kurtularak giderek daha da ‘kesin’ öngörülerde bulunmalarını sağlayabilme çabasıdır doğa biliminin özü.
Bu bağlamda elbette mantıkçı filozoflar, rasyonalistler veya empirisistler pek çok farklı yaklaşım geliştirmişlerdir (bilimi düşünme biçimlerine dair bir yazımız için). Fakat işin en temelinde indiği nokta eldeki kuramın öngörü yapabilmesi ve yaptığı öngörülerin gerçekte olan hadiselerle tutarlılığıdır. Bu nedenle de ‘mutlak zaman’ gibi inanılmaz önemli bir varsayım özel görelilikle ortadan kalktığında veya tüm evreni sardığına inanılan ulu ether’in varlığı Michelson-Morley deneyinin sonuçlarıyla tutarsızlık gösterdiğinde bu bilime içkin bir sürecin parçası olarak kabul edilir (elbette muhafazakar ve ilerici bilim insanları arasındaki tartışmalar ve kuramların revizyonu önemli araçlardır ancak bunlar için yine yukarıdaki yazıya bakılabilir). Oysa bu gelişmeleri gören bir bilim felsefecisi kendince bunu bir kopma olarak okuyacaktır ve haklıdır da, ortada felsefi temelde bir kopma vardır. Ancak doğa bilimcileri bilim felsefesine uygun bilim yapmak zorunda değillerdir, aksine bilim felsefesi kendisini insanların bilim icra etme biçimine uydurmak zorundadır. Ve doğa bilimi özünde öngörüde bulunabilmek amacıyla yapılır. Bir doğa bilimci ‘doğayı anlamak’ derken onu öngörebilmekten bahsediyordur. Zaten öngörebilmenin ötesinde bir ‘anlayış’ doğa biliminin sınırları dışında, tam olarak metafizik alanında yer alır.
Toparlarsak
Sonuç olarak modern fizik klasik fizikten bir kopma mıdır sorusuna evet cevabını verecek fizikçi bulmak zordur. Newton’un tüm ‘yasaları’ hala geçerlidir, gezegenler hala (bazı ek terimlere ihtiyaç duymakla birlikte) Kepler yasalarına uygun hareket ederler ve Bernoulli’lerin denklemleri ve fikirleri hala pek çok mühendise ekmek kapısı, pek çok insana da refah sağlamaktadır. Bu bağlamda klasik fiziğin ‘yanlış’ olduğunu iddia etmek herhangi bir fizikçinin kolayca ağzından çıkaracağı bir bakla değildir. Bir bilim felsefecisi herhangi bir alanı zemininde yatan varsayımlara dayandırır, bir sosyal bilimci anlayabilmesine, bir doğa bilimci ise öngörüler üretebilmesine. Bu nedenle felsefeci “ama varsayımlarınız yanlışmış” dese de, sosyal bilimci “fakat her şeyi yanlış anlamışsınız” dese de bunlar doğa biliminin icrasında fazla anlam ifade eden itirazlar değillerdir çünkü esas mesele her zaman dönüp dolaşıp öngörülerin tutmasına gelir. Yaklaşık 15 metre yükseklikten aşağıya bıraktığınız herhangi bir sert cisim aşağı yukarı 1.7 saniyede yere çarptığı sürece klasik fizik çalışıyor demektir. Ortada kopma yoktur, ilerleme vardır ve bilim tarihinin başka türlü herhangi bir okuması doğa bilimcilerinin ilgisini muhtemelen hak edemeyecektir.