Sivil Toplum Meselesine Devam: Yasaklanan Sadece LGBT’ler mi?

Ankara valiliği geçen hafta düzenlenecek Alman LGBT Filmleri Festivalini yasakladı. Çeşitli sivil toplum örgütleri ibareleri ile Türkiye’de aktif olan LGBT derneklerine mesaj verildi. Ancak genel çerçeveye baktığımızda, konunun önemli bir noktasının da sivil topluma yönelik bir hamle olması olduğu görülüyor.

Özgür Özer
Düzensiz
3 min readNov 24, 2017

--

Osman Kavala’nın gözaltına alınması ve tutuklanması ile başlayan süreç hakkında daha önce yazmıştık. Sivil toplumun ne olduğu, ne işe yaradığı hakkındaki tartışmamızın sonrasında Türkiye Devletinin yöneldiği yeni istikamette Batı ile ilişkilerin mümkün olduğunca koparılması için sivil toplumun baskılanmasının beklenebileceğini tarihe not düşmüştük.

AKP ve LGBT

Türkiye’de bir zamanlar Onur Yürüyüşü İstanbul’da huzur içinde yapılır, dünyaya çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde de demokrasi, hoşgörü, bireysel özgürlükler gibi batılı değerlerin yaşanabileceği mesajı verilirdi. Hatta bir kaç yıl önce Erdoğan’ın bir mitinginde en önde LGBT bayrağı açıldığında kendisinin “Hoşgelmişler” diyerek karşıladığı basında yer aldı. Ayrıca yakın zamanda gerçekleştirilen yasal değişiklik ile zorunlu askerlik muayenesinde gay bireylerin maruz kaldığı insanlık dışı uygulamaların sonu getirildi. Özetle, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde LGBT hareketinin en rahat ettiği günlerin AKP iktidarı döneminde olduğunu iddia etmemiz siyasi tarihe uygun bir yorum olacaktır.

Eşcinsellerin de kendi hak ve özgürlükleri çerçevesinde yasal güvence altına alınması şart. Zaman zaman bazı televizyon ekranlarında onların da muhatap oldukları muameleleri insani bulmuyoruz — Recep Tayyip Erdoğan (2002)

Türkiye’de Siyasi İktidar

1950 sonrası Türkiye siyasi tarihinde darbe dönemleri dışında her zaman seçilmiş bir hükümet olsa da iktidarı bürokrasi ve ordu ile paylaşagelmişlerdi. AKP hükümeti ile başlayan süreçte ise bir denge politikası takip edilmişti. Ordu ve bürokrasinin iktidardaki gücüne karşı hükümet Batı normlarının yılmaz bekçisi haline gelmiş, iktidar odakları arasındaki dengenin gözetildiği yıllarda Türkiye’de siyasi reformlar, ekonomik kalkınma dönemi yaşanmıştı. Adeta dünyanın gözü önünde model bir demokrasi yeşerdiği imajı oluşturulmuştu. Aynı dönemde Avrupa Birliği Parlementosundaki vekiller ellerinde “evet” yazan afişlerle Türkiye’nin birliğe katılmasını destekliyordu. Askerin iktidarının kırılması ve bürokraside cemaatin hakim kılınması ile birlikte siyasi atmosferde gözle görülür değişiklikler iktidar paylaşımındaki yeni dağılım ile birlikte kendisini göstermeye başladı. Gezi direnişi ile kendisini çok net göstermeye başlayan bu iktidar paylaşımında özgürlükçü bir yaşam tarzı arzulayan gençlere çok net bir mesaj verilerek otoriter dönemin başladığı devlet tarafından kesin bir şekilde deklare edildi.

Bandı biraz ileri sarıp günümüze gelirsek; bu yıl 10 Kasım törenlerinde ve devletin günün anlam ve önemine yaptığı vurguda göreceğimiz üzere Türkiye’deki iktidar paydaşları yeniden değişmiş görünüyor. Erdoğan’ın İslamcı tabanı ile Eski Türkiye’nin Ulusalcı güvenlik bürokrasisinin nadir ortak noktalarından birisi olan Batı karşıtlığı günden güne kendisini göstermeye başlıyor. Rusya ile S-400 füze pazarlıklarıyla birlikte başlayan süreç Norveç’te yaşanan olay ile birlikte NATO ile iplerin koparılmasının dillenir hale gelmesi noktasına vardı. NATOcu subayların tamamen tasfiye edildiğinin geniş kabul gördüğü bugünlerde NATO üyesi olmanın önemini savunan pek kimse kalmadı, Batı ittifakının bir parçası olmanın önemine değinecek kalemler ise çoktan gündemden silinmişti. Yeni koalisyon Batı karşıtlığında birleşmiş gibiydi.

Sosyalist ve trans kadın aktivist olan Demet Demir’in “LGBTİ derneklerinde fon icat oldu, aktivizm bozuldu; LGBTİ mücadelesi şirketleşti!” sözünü ilk gördüğümde şaşırmış, mücadelenin görünürleşmesine katkı sağlayan bu gelişmeye karşı negatif yaklaşmasını biraz garip karşılamıştım. Bu görüşe paylaşan birçok sol görüşlü muhalif ile tanışmamdan sonra kafamda bir şeyler canlanmaya başladı: Çoğunlukla sol liberal, ve benim de dahil olduğum ve azınlıkta kalan klasik liberal kesimlerle özdeşleşmiş bu aktivizm yöntemi sosyalist bakış açısından büyük problemlere sebep oluyordu. Bu kişilere göre otellerde yapılan konferanslar, kapasite geliştirme toplantıları için gidilen seyahatler vb. şeyler mücadeleyi daha sosyetik bir hale getiriyor, aktivistlerin radikalize olmasını engelliyor ve sistemin güvenlik subabı gibi işliyordu. Neoliberal fonlar aslında tehlikeliydi; hedeflerine bakıp yanınızda hissettiğiniz insanlar yaptığınız işi şeytani olarak nitelendirmeye vardırıyordu işi.

Özetle, sol-sosyalist çevreler dahi sivil toplumculuğu Sorosçuluk olarak görüyor. Osman Kavala içeri alındıktan sonra kendisine destek olan insan sayısındaki azlık da bunu anlatır gibi okunabilir.

Sivil Toplum: Düşmanı Çok, Dostu Yok mu?

Etliye sütlüye dokunmayan, hayır hasenat için değil devletten bağımsız olarak siyasi saiklerle hareket eden sivil toplum kuruluşunun bir elin parmağını geçmediği ülkemizde sivil toplumun günden güne bastırılması artık devlet politikası haline gelmiş gibi görünüyor. Sivil toplumculuğun Türkiye’de muteber bir siyaset aracı olarak görülmesi hepimizin ihtiyacı var. İnsan hakları savunucuları, LGBT hareketi, dijital aktivistler ve diğerleri teker teker hedef alınıyor gibi görünürken aslında belirli bir ajandanın uygulanmasında birer alt madde oldukları günden güne daha fazla ortaya çıkıyor.

Sonuç olarak kendi alanımıza yapılan saldırılara odaklanırken, birlikte durduğumuz zemine de sahip çıkmayı unutmamamız gerekiyor. Kürt Sorunu, LGBT gibi konularla ilgilenen sivil toplum kuruluşlarına yapılan baskının karşısında durmak, çalışma alanları bizi ilgilendirmese bile öncelikle zeminimizi savunmaktır.

--

--