TERF-TRA Kavgasından Kime Ne?

Zeki Seskir
Düzensiz
Published in
9 min readJan 18, 2022

TERF-TRA kavgası, ciddi bir bölümü sosyal medya ve internet bloglarında, ama azımsanmayacak bir kısmı da arkadaş ortamlarında son birkaç senedir güçlenerek varlığını gösteren bir kavga. Çok kaba (ve indirgemeci) olarak bakarsak bu kavga aslında feminist mücadele alanlarında transların hakkı olup olmadığı sorusunun toplumsal olarak tartışılması denebilir. Peki aslında yalnızca doğuştan kadın olanlar için feminist mücadele verenlerle trans hakları aktivistleri arasında bir mikro-iktidar alanı çekişmesinden kalan kişilere ne?

Son birkaç gündür Twitter’da bu konu üzerine çok değerli tartışma odaları açılıyor ve konu Twitter’ın klasik ‘birbirine söverek etkileşim alma’ modelinin dışında bir şekilde tartışılıyor. Bu yazının yazılmasına da bu odalar vesile oldu demek yanlış olmaz. Hadi başlayalım.

Feminizm Kapsayıcı mı Yoksa Dışlayıcı mıdır?

Bu yazıya 2013 Ağustos’unda yazdığım “Feminizmin İkilemi” başlıklı yazıdan bir kesitle başlamak istiyorum:

Feminizm ataerkil yapıyla mücadele eder. Bu, mücadeleye sempati ile bakan herkesin kabullendiği ve saygı duyduğu bir söylemdir. Fakat bunun pratikteki yansıması “Ataerkil yapıya karşı verilen mücadele feminist mücadeledir.” şeklinde tezahür etmektedir. Feminist hareketin başarısı ve istekliliği onu tarihsel süreç içerisinde bu pozisyona yerleştirmiştir. Bu yerleştirme hareketin kitle bulması ve gücünü pekiştirmesi açısından mantıklı bir hamle olsa da feminist harekete içkin olan cinsiyetçi yapıdan ötürü çok büyük bir sıkıntıya sebebiyet vermekte ve tüm erkekleri ya mücadelenin dışına itmekte ya da kendi ajandası altına girmeye zorlamaktadır. Bunu bir ikilem olarak görmeyen kişiler için ise durumu şu şekilde açabileceğimize inanmaktayım: bir erkek feministlerle birlikte hareket etmeye çalışsa bile aslında mücadelede hiçbir şekilde aktif rol alamıyor çünkü zaten ‘düşman’ olarak algılandığı bir yapı içerisinde, fikirleri ancak feminist retoriği yeniden üretiyorsa dinlenilecek, aksi takdirde daha mücadeleye etki etme şansı olmadan dışlanacak kişi olarak iş yapmaya çalışıyor, bu yapıların dışında mücadele etmeye çalıştığında ise “kadın hareketine saygısızlık” veya feminist mücadeleyi söndürmek üzere bir ‘erkek’ hareketi olarak damgalanıyor.

Kadın hakları konusunda mücadelenin rotasını kadınların belirlemesi kadar doğal bir şey olamaz, ancak bazı feministlerin yer yer iddia ettiğinin aksine ataerkil yapının tek sorunu ‘kadın hakları’ değildir ve feminist hareketin en büyük sıkıntısı bu dile getirildiğinde verilen tepkinin ‘erkeklerin sorunları daha az’ şeklinde cereyan etmesi, yani kırmaya çalıştıkları cinsiyetçi yapının direk olarak içine geri çekilmeleridir. Ataerkil yapının dayattığı toplumsal roller bir noktaya kadar fizyolojik cinsiyetleri temel alıyor olsa dahi bunların çok daha ötesinde ve bunlardan bağımsız yapılar olarak vukuu bulurlar ve de bu yapının hiyerarşisinde kadın rolünün erkekten aşağıda görülüyor olması sorumlunun belirli türden cinsel organlara sahip canlılar olduğu anlamına gelmez.

Yazıya bu kesitle başlama sebebim odalarda tartışan bazı arkadaşların iddia ettiği üzere feminizmin kapsayıcılığı meselesinin son 2–3 yılın konusu olmadığını düşünmem. Ben bu yazıyı 8,5 sene önce yazmıştım, konu ise belki de onlarca yıldır tartışılıyor. Tek bir feminizm olmadığı gibi bu konuya tek ve kestirmeden bir yanıt da yok. Bazı feminizmler kapsayıcı, bazılarıysa dışlayıcıdır. Bu konuda bir örnek için İsrafil’in “Feminist ‘Bilinç Yükseltme’ veya Ataerkil Öğrenme Şekilleri” yazısı incelenebilir.

Eskiye bakacak olursak bu tartışma “feminizm kadınların haklı bir iktidar alanıdır ve buna saygı duyulmalıdır” şeklinde bir genel kabule bağlanmıştı diyebiliriz. Fakat sonrasında toplumsal cinsiyet kavramının biyolojik cinsiyeti de yutarak genişlemesiyle birlikte bu genel kabuldeki ‘kadın’ kavramı da tartışmaya açıldığı için tüm bu kavga yeniden alevlendi. Eğer trans-kadınlar ‘kadın’sa ve feminist mücadele kadınların iktidar alanıysa, o zaman trans-kadınların da bu iktidar alanında söz hakkı yok muydu? İşte bu, bir (mikro-)iktidar alanının post-modern yapısökümle nasıl bir iktidar mücadelesi alanına dönüştüğüne dair şahane bir örnek olarak karşımıza çıkar.

‘Privilege’ nedir, tehlikeli midir?

Yine benzer dönemlerde (2013 Ağustos) ‘toplumsal imtiyaz’ kavramı üzerine şöyle bir eleştirel yazı yazmıştım. Açıkçası bu kavramın ‘hep birlikte daha iyi’ hayatlar sürmemiz için değil ‘bazı kesimlerin mücadele alanlarından uzak tutulması’ için geliştirilmiş olduğunu düşünüyordum. Sonrasında fikirlerim değişti ve en azından pragmatik olarak işlevsel bir kavram olduğunu kabullendim. Bu yazıda da bu kavramı işlevsel olarak kullanacağız.

TERF kavramı, transları dışlayan radikal feminist olarak çevrilebilir. Peki, nereden dışlayan? TRA (yani trans hakları akvitisti) camiasının bir kısmının iddia ettiği şekilde TERF tayfa, transları hayattan değil feminist mücadeleden dışlamayı hedefler. Yazının başında da belirttiğimiz üzere, feminist mücadele -özellikle de radikal feministler için- zaten öyle herkesi kapsayıcı, herkesin söz hakkı olan bir mücadele değildir. Oldukça ideolojik bir çerçeve içerisinden bir kadın hakları mücadelesidir (her kadın hakları mücadelesi feminizm değildir, ama radikal çerçeveden her feminizm bir kadın hakları mücadelesi olmalıdır). Feminizm yeri geldiğinde oldukça kavgacıdır, kendisinden zoraki anaçlık bekleyenin ağzına vurmayı da bilir.

Burada aslında bir süredir yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlayan bir meseleye vurgu yapmakta fayda var. Toplumsal imtiyazlar iktidar alanlarıyla ilgilidir, feminizmin kendisi güç kazanıp bir mikro-iktidar alanına dönüştükçe feministler de toplumsal imtiyazlı (priviliged) olurlar. Dananın kuyruğunun koptuğu iki noktadan birisi burasıdır. Senelerce ‘tüm imtiyazlı alanları kadınlara açacağız’ ve ‘kadın olmanın binbir türlü hali vardır’ diyenlerin, kendi açılarından kadın olmanın bir hali olan trans-kadınlara bu imtiyazlı alanı kapatması bu kavganın TRA tarafı için radikal feminizmin ikiyüzlülüğüdür. Eğer tüm imtiyazlı alanlar kadınlara açılacaksa, feminist mücadele alanı (transların bakış açısından) neden kadınların bir kısmının erişimine kapalıdır?

Dananın kuyruğunun koptuğu ikinci noktaysa tarafların birbirine karşı kullandığı söylemlerde yatıyor. Feminist ‘mizah’ı takip edenler bilir ki tüm erkekleri öldürmek, çüklerini koparmak, mezarlarında dans etmek gibi söylemler bu ortamlarda normal ve gülünüp geçilecek şeylerdir. Bu söylem tehlikeli değil mi denildiğinde de “zaten kadınların böyle bir gücü yok” denir, üstü kapanır. Bunun “tüm beyazları öldürelim” diyen BLMci versiyonu ve “tüm zenginleri öldürelim” diyen sosyalist versiyonları da mevcuttur. Yani (bu akımların bakış açısından) ezilen bir kesim, kendisini ezdiğini düşünenlerin hepsinin ölmesi gerektiği üzerine ‘mizahla karışık nefret söylemi’ üretebilir. Peki aynısını feminist mücadele alanına girmeye çalışıp da oradan kovulan translar TERF’ler için yapınca neden problem edilir? Bu mizahı üreten transların gerçekten TERF’leri öldürecek gücü mü vardır?

Bu argümanları anlamakta elbette TERF’ler büyük zorluk çekmekte, çünkü kendilerini (haklı bir şekilde) ezilen en büyük azınlığın hak savunucuları olarak görmekteler. Ve yine (muhtemelen haklı şekilde) “şu kadarcık iktidar alanımıza bile katlanamıyor bu penisliler” diye isyan etmekteler. Ama iktidar alanına sahip herkesin öcü olduğu ve ‘öldürülmeyi’ hak ettiği bu düzende, başarılı bir şekilde kendi iktidar alanlarını kurmanın bedelini ödediklerine bir türlü ikna olamamaktalar. Bu post-modern toplumsal mücadele rejiminde hiçbir başarı ve liyakat cezasız kalmaz! İşte bu da bizi bu yazının esas konusuna getirir, bu kavgadan kalanlara ne? Buna dair küresel ve yerel birer örnekle devam edelim.

TERF-TRA’dan Turuncu Reis’e Ne?

Bu siteyi takip etmekte olanlar bilir ki Trump bizim özel ilgi alanlarımızdan birisiydi. Trump’ın nasıl da 2008 sonrası Obama’nın ilericilik adı altında “azınlıklar ve zenginleri önceleyip alt orta sınıf beyazları yok sayan” politikalar izlediği algısına tepki olarak seçildiğinden tutun, Trump’ın küreselciliğin bir oyunu değil buna bir tepki olmasına ve ikinci dönem seçilemeyecek olsa dahi uyguladığı politikaların bir kısmının sürdürülmek zorunda olduğuna kadar değişik açılardan üzerine yazmıştık. Yakın zamanda Trump 2024 kampanyaları başladı ve ilklerinden olan Arizona’daki mitinginde ele aldığı konulardan birisi de seçilirse trans sporcuların doğdukları cinsiyete ters bir kategoride müsabakalara katılımını yasaklama vaadiydi.

Trans bir sporcunun hangi kategoride ne yaptığı konusunun Trump’la ne alakası var diyebilirsiniz. Yanıt muhafazakar değerlerde saklı. Dünyada orta sınıfla sermaye ciddi bir mücadele içerisinde. Bu bazı durumlarda yerelciler-küreselciler, bazı durumda muhafazakarlar-ilericiler çatışması olarak tezahür etmekte. Trump burada popülist bir aktör olarak yerleşiklerin çıkarını küresel ilerlemeci ajandalara tercih etme sözüyle geldi. Beni seçerseniz karşılığında sizin haklarınızı savunurum dedi. Amerika’nın güney sınırında güçlü göçmen politikaları izlenmemesi için Demokrat partiye finansal destek sunan Meksika kartelleri üzerine daha önce yazmıştık. Örneğin bu alanda Biden’ın bile geri adım atamayacağı bir dönüşüm yaratmasıyla kendisine çok sadık bir taban yarattı (öyle ki tekrar seçilmediğine inanamayıp gidip ülkenin meclisini bastılar).

Peki Trump için bu mesele neden bir politik puan hedefi veya Amerikan muhafazakarları için neden bir mesele? Gelin bunu yakın dönemden bir eyalet seçimi üzerinden inceleyelim. Scott Smith Amerika’daki Loudoun County’de yaşayan transfobik birisidir. En azından bir süre böyle biliniyordu. Kızının okuduğu okula gidip bir toplantıda transların tuvalet kullanımları üzerine şiddetli şekilde tehditkar tepkiler vermişti. Polis kendisini zapt etmek için derdest edip çıkarmıştı. Kendisinin ne kadar da geri kafalı bir transfobik olduğu üzerine pek çok şey yazılıp çizildi. Sonrasında ortaya çıktı ki Scott Smith’in 15 yaşındaki kızı ‘etek giyen bir erkek’ tarafından bu okulun tuvaletinde tecavüze uğramıştı. Smith buna sinirli tepki gösterdiği için toplantıdan çıkarılmış ve okul tarafından kendisine dava açılmıştı. Üstüne üstlük tüm bu süreçte okul, Smith’in kızının başına gelenleri kamuyla paylaşmak yerine saklamış ve Smith’in kızı okulun krizle başa çıkmakta gecikmesi üzerine ikinci kez saldırıya uğramıştı. Peki ne mi oldu? 2020'de Demokrat Parti’nin başkan adayı Joe Biden’ın 10 puan fark attığı Virginia’da, eyalet seçimlerinde Cumhuriyetçi Parti’nin adayı kazandı. Neden mi? Çünkü Cumhuriyetçi Parti adayı bir önceki seçimde Trump’ın alamadığı ‘annelerin oyu’nu almayı başarmıştı! Smith meselesi tek başına belirleyici bir rol oynamasa da tartışmayı ‘çocukların üzerinde okulların mı velilerin mi son sözü söyleme hakkı var’ zeminine çeken önemli etmenlerden birisi oldu ve bu da koca bir eyaleti Amerikalıların deyimiyle maviden kırmızıya geçirmeye yetti.

Siyasetin bir nevi değer sinyalleme oyunu ve estetik kaygıların mücadele alanına dönüştüğü Amerika’da trans hakları meselesi elbette ki büyük tartışma konusu ve üzerine ciddi bir politik literatür oluşmaya başladı. Küresel spor müsabakalarının giderek politik kararlarla iç içe geçmeye başladığı şu günlerde (örnek olarak Novak Djokovic’e bakabiliriz), biyolojik cinsiyet sınırlarının net bir şekilde görüldüğü bir alan da olması nedeniyle spor alanı TERF-TRA kavgasının da aktif bir mücadele alanına dönüştü.

Peki Türkiye’de Bunlardan Bize Ne?

2014 Ağustos’unda AK LGBTİ üzerine şöyle bir yazı yazmıştım. O dönemler henüz Gezi sonrasıydı ve ne AKP ne Türkiye bugünkü rejim karanlığına bürünmemişti ama emareler görünmeye başlamıştı. LGBTİ hareketi genel olarak muhalifti ama alternatifleri de deneyebilecek kadar özgürlük alanı mevcuttu. Bugün geldiğimiz noktadan baktığımızda akla hayale sığmayacak bir dönemdi.

Gezi bir şeylerin ciddi bir göstergesiydi, gelişmeler bir anda yaşanmadı ancak adım adım şehirli seküler hayat tarzı sürenlerin ülke siyasetindeki söz hakkı ellerinden alındı, bu Türkiye’nin seküler muhalefetsizliğinin başlangıcıydı.

Gezi olayları ile eğitimli, şehirli gençler masada bir sandalye istemişti, aldıkları cevap masaya uzaktan bile bakamayacakları bir gelecek oldu.

Bu çerçeveden bakınca AK LGBTİ cılız ama anlamlı bir denemeydi, Türkiye’de LGBTİ haklarının şehirli seküler bir çerçeveden savunulursa asla ciddiye alınmayacağını öngörenlerin denediği bir hareketti denebilir. Elbette başarıya ulaşmadığını söylemeye lüzum yok.

Dünyada ise LGBTİ hakları bir nevi küreselci ajandanın parçası oldu. Bunu bazıları “-‘ay yazık’ siyaseti”ne, bazıları 1900lerin başındaki azınlık hakları üzerinden ülkelerin iç işlerine müdahale dönemlerine, bazılarıysa Batı’daki sol partilerin iç siyaset amaçlı estetik kaygılarla güttüğü hareketlere bağladı. Ne olursa olsun, LGBTİ hakları git gide ‘Batıcılık’ ile eşlenmeye başlandı ve Rusya, Çin, Türkiye gibi ülkelerde devlet mekanizmaları tarafından aktif olarak kazanımları bile ellerinden alınmaya başladı.

İşte tam bu noktada geçtiğimiz gün odaların birisinde söylenen bir şey Türkiye’deki bu TERF-TRA kavgasına dair aydınlatıcı bir fikir verebilir: “Onlar bizden hızlı fon alıyorlar.

Türkiye’de hak temelli mücadele eden muhalif sivil toplum o kadar ciddi bir baskı altında varlığını sürdürmeye çalışıyor ki yurt dışından gelen fonlar bu hareketler için adeta bir can damarı. Ayrıca sivil toplumda LGBTİ hareketleri bu kadar güçlü şekilde baskılanırken, TRA tayfanın bir nevi feministlerin mikro-iktidar alanına dahil olmak istemesi hiç de şaşırtıcı değil. Sonuçta mikro da olsa imtiyaz, hiç imtiyazdan iyidir diye bakıyor olabilirler. Üstüne üstlük bu iktidar alanını ‘daha hızlı’ fon alacak şekilde kullanma şansları varsa belki TERF’lerin bu platformları yeteri kadar etkin kullanmadıklarını da düşünüyor olabilirler.

Elbette tüm bunların yanında bir de iktidar alanının hangi sorunları çözmek adına yönlendirileceği meselesi var ki, o tamamen ayrı bir yazının konusu olması gerekecek kadar derin. TERF’lerin haklı bir şekilde korktukları şeylerden birisi; örneğin ped fiyatları gibi çok gündelik ama elzem bir konuda bile kendi mücadelelerini veremeyecek duruma düşmek, bunu yapabilecekleri platformları başka mücadelelerin önceliğine kaybetmek. Eğer topluma tek bir mesaj ulaştırma veya tek bir konuda gündem yaratma şansınız varsa kadın cinayetlerinin mi yoksa trans cinayetlerinin mi öncelikli olması gerektiği konusunda bile anlaşamayacak olmak, TERF’ler için huzursuzluk verici bir düşünce.

Toparlarsak

Bu TERF-TRA kavgası üzerine yapılan medeni tartışmalar gerçekten de çok değerliler. Ortada yalnızca bir mikro-iktidar alanına kimlerin alınıp alınmayacağı sorusunun ötesinde daha derine uzanan pek çok tartışmanın sinir uçları var. Cancel culture’dan çocuk haklarına, aile kavramının geçirdiği dönüşümden muhafazakar değerlerin işlevine, bir iktidar alanının ‘kime’ ait olduğundan ifade hürriyeti kapsamında hangi nefret söylemlerinin kabul edilebilir olduğuna, küreselci ajandanın yerelde popülizmi tetiklemesinden ileride halkı sopaya çekecek robotların cinsiyetine kadar o kadar fazla konuyu kesen bir tartışma ki, bunun Twitter’da birbirine küfreden bir grup ergenin oyun alanı gibi ele alınmasının ötesinde bir ciddiyete kavuşması gerçekten de mutluluk verici. Bunu mümkün kılan herkese saygılar, selamlar.

Düzensiz Dergi olarak yeni içeriklerden haberdar olabileceğiniz bir e-posta bültenimiz var: Üye Olmak İçin Tıklayınız

--

--

Zeki Seskir
Düzensiz

METU \\ M.Sc. — Physics and STPS \\ Ph.D. candidate — Physics \\ Part-time blogger on http://www.duzensiz.org/.