Tyler Durden, Jordan Peterson ve InCel’ler

Çağımız kimlik bunalımlarına bir kaç örnek

Ali DURŞEN
Düzensiz
9 min readJun 26, 2018

--

Modernite ve Erkeklik

1960 feminist hareketinin, yakınlarda bizim sahnelere de ulaşmış bir sloganı: “Özel olan politiktir.” İyi bir sloganın olması gerektiği şekilde tartışmaya açık, böylece kendinden söz ettirebiliyor. Bu sloganın gölgesinde kaldığı için pek dile gelmese de hayatın içindeliğiyle tartışılmaya gerek duymayan bir başka söylem, neredeyse bir hakikat var: Cinsellik de politiktir. Elbette feminizm gibi cinsiyet politikalarının varlığı buna bir işaret ancak burada kastettiğim daha evrensel bir durum. Eğer ülke liderleri seçmene en az üç çocuk yapmasını salık verebiliyor ya da “toplum bekası için homofobi”yi popüler bir zemine oturtuyorsa* yatak odasındaki etkinliklerimizin o dört duvarın dışında da toplumsal bir karşılığı olduğunu görebiliriz.

Meseleyi sıklıkla yaptığımız gibi modernite ve demokratikleşmeye getireceğim: politik arenanın sıradan halka da açılmasıyla sıradan halkın ilgisini daha çok çeken konular da politikleşti. Kitlelerin tek afyonu din olmak zorunda değil. Buna geçtiğimiz yüzyıl çeşitli itkilerle yaşanan kadın hareketi de eklendiğinde karşımızda elinde hiç bir dayanak noktası kalmamış erkek kitleleri buluyoruz: Din, modern aydınlanma çağının saldırısı altında yitip gitmiş; politik alan aslında hiç bir zaman onların olmamış; üretim ve tüketim ilişkilerinde gitgide sıkılaşan bir kıskacın pençesinde; en sonunda evin reisi konumları dahi ani bir darbeyle yıkılmış. Toplumsal anlatıların erkekleri şiddete yönlendirdiğinden daha önce söz etmiştik. Şimdi bu şiddetin Kuzey Amerika sivil siyaset sahnesindeki etkilerine bakacağız.

  • Söz edilen ülke Rusya.

“Sahip oldukların, sonunda sana sahip olur.”*

(Bir bakıma) Edward Norton, 1999 [Kaynak: Fight Club Wikia]

Chuck Palahniuk’in 1996 tarihli romanından uyarlanan Dövüş Klubü filmi, sonraki onyılın -özellikle de anaakımın sınırındaki- kültürünü önemli şekilde etkileyecekti. Film, yerleşik düzenin reddini faşist* terörist bir örgütlenmeyle gerçekleştirmeye çalışan bir akıl hastasının dünya ve kendisiyle olan kavgasını incelemekte.

Böyle söyleyince çok trajik bir hikaye izlendiği düşünülebilir, ancak anlatı-içi kimi söylemler anlatı-dışı aktörleri de cezbetmiş olacak ki filmde odaklanılan “sinirli ve çaresiz erkek”lerin gerçek dünyadaki izdüşümleri tarafından bir kahramanlık hikayesine dönüştürülmüş durumda. Neyse ki kimse gerçekten ilk kuralın ondan söz etmemek olduğu dövüş klüpleri kurmuyor (ya da bu kurala çok iyi uyuluyor da ben duymuyorum) ancak bu kısmın başlığındaki sloganı ironiden uzak bir şekilde kullananları* görmek bugün bile mümkün.

Kahramanın içsel trajedisinin ihmal (ve belki de inkar) edilmesinin bir nedeninin, benzer bir içsel çelişkinin (“kazanın doğurduğuna inanıp da öldüğüne inanmamak”) seyircide de bulunması olduğunu düşünüyorum. Her ne kadar arzulanan maskülen gücün ideal* yapısından ötürü erişilemez olduğundan söz etmiş olsak da, öfkeli-erkekler bununla yüzleşmek yerine materyal dünyayı kafalarındakine döndürmek için yerleşik anlatıları reddediyorlar. Pekâlâ, zaten her devrimci hareket varolanı reddecektir ancak çelişki şurada: bu erkek-üstünlükçülerin yerleşiğin yerine önerileri olabildiğince ilkel, aslında hiç bir modern karşılığı olmamasının haklı nedenleri olan bir fikriyat. Film üzerinden örneklendirelim: karakterimiz bağlanma sorunları yaşıyor ve bunun çaresini sanal acıları paylaşmakta arıyor, bu artık yetmediğinde de fiziksel şiddetin ve acının yüceltilmesine yönelik bir tapınç yaratıyor. Profesyonel yaşamın bağları tarafından boğuluyor ancak kendi çemberini formaliteleri redderek değil, farklı formaliteler kurarak yaratıyor. Filmdeki erkeklik, kısırlık, hadım edilme ve fallik sembolizmlerin tartışmasını daha ehil eleştirmenlere bıraksak dahi karakterin her adımının özünde anlamsızlığını görebiliriz: destek grupları ve dövüş klüpleri bağlanma sorununu çözmez, farklı bir üniforma iş yerinin üniformasını telafi etmez, bankacılık sistemini yok ederek varolan dünyayı yerle bir etmek seni bir anda yeni dünyanın efendisi kılmaz.

Durum gerçekte de böyle: vadedilen güç konumundan reddedilen erkekler (“çünkü sen evin reisisin, direğisin, ekmek getirenisin”: güç olduğu kadar sorumluluk konumu aynı zamanda) gene de bunun cazibesine kapılıp reddin nedenlerini ve doğasını yapısöküyor. Bunu yaparken güç vaadine aynısını yapmamak düşünsel tembellik veya bencillikten başka türlü açıklanamaz: “Benim kimliğimde tüm erkekleri güçlü kılın da gerisi önemli değil.”

Ancak geçen onyılın öfkeli-erkeklerinden yeterince söz ettik, şimdi daha güncel bir figüre dönelim.

  • Yazının bu kısmında Dan Olson’un video-makalesinden ilhamlanmalar bulunabilir.
  • Bir ideoloji olarak faşizmin incelikleri üzerine tartışmak mümkün ancak burada temel olarak kastedilen örgütsel tektipçilik.
  • Modern-muhafazakar bir kişisel gelişim sayfası.
  • Maddeler değil, fikirler dünyasında yaşaması.

Jordan Peterson: Modern Muhafazakarlığın Mesihi

Doğanın hiyeraşik yapısının sarsılmaz kanıtı (ayrıca yapay şekilde lüks bir ana yemek) [Kaynak: Lindy’s Landing]

Bu kısma kimi açıklamalarla başlamak zorundayım: öncelikle, Jordan Peterson çoğu okuyucumuz hatta kimi yazarımız için ilk kez karşılaştıkları bir isim olabilir, normaldir. Ancak kendisinin “Batı dünyasının en etkileyici* entelektüeli olduğu” gibi argümanlar The New York Times’da yer bulabiliyor. Açıkça söylemeliyim ki elimizdeki vakanın uçan bir şeyhten ziyade müritlerince uçurulan biri olduğunu düşünüyor ve kendisini kendi başına pek ciddiye almıyorum. Batı dünyasını böyle etkileyebilmiş olması ne Peterson’ın entelektüel zenginliğinden, ne karizmasından ama ancak ve ancak Batı dünyasının böyle acınası bir şekilde kolayca etkilenmeye açık oluşundandır. Yanlış anlaşılma olmasın, bu sözlerim kişisel politikalarımızın uyuşmamasından değil. Örneğin büyük tepkici*-gerici kanaat önderi monarşist Mencius Moldbug’la da politika olarak hiç uyuşmasam da karizmatik bir kişilik olduğunu takdir edebiliyorum (onunla ilgili sıkıntılarıma ise yazıyı bulandırmamak için girmeyeceğim.)

Peki kimdir bu Peterson ve ne söylemektedir? İlki kolay, ikincisi zor sorular. Dr. Peterson Kanada, Torontolu bir psikoloji hocası ve kişisel notlarıma baktığımda kendisi hakkında 2016 ekiminde laf arasında bir şeyler karalamışım. O zamanlar benim gündemime “bu politik doğrucular da iyice abarttı!” diye şikayet ettiği bir konuşmasıyla* düşmüş.

Bu yazıyı daha sağlıklı yazabilmek için söz konusu konuşmayı tekrar dinledim, halka mal olmasından öncesinden kaldığı için de kendisini daha iyi temsil eden bir eser olduğunu düşünüyorum çünkü bir kere karşıda belli bir izleyici kitlesi bulunca söylem onlar tarafından şekillenmeye daha açık olacaktır. Ne de olsa bugünkü Peterson kişisel gelişim kitapları satıp seminerler düzenleyen biri, neredeyse bir rock yıldızı.

Öyleyse şimdi daha zor olan ikinci soruya dönebilirim: ne söylemektedir? İşte bu, adamın müridi olmayanların onu kendi başına ciddiye almasını zorlaştıran kısım. İyi bir peygamberin yapması gerektiği şekilde isteyenin istediği şekilde yorumlamasına açık şeyler söylüyor. Örneğin bu kısım başındaki ıstakoz resmi kendi çevresinde artık bir mîme dönüşmüş bir argümanın sonucu: “Hiyeraşik örgütlenmeler sosyal yapılanmalardır deseler de bakın ıstakoz toplulukları hiyeraşik bir şekilde örgütleniyor.” (Bu argümanın saçmalığını göz önüne sererek okuyucularımıza hakaret etmeyeceğim, ancak bu mîm sonucu ıstakoz desenli kıyafetler giyen Peterson hayranları ve Peterson’ın plastik ıstakozlarla pozları olduğunu söylemekle yetineceğim.) Hayır, röportajı yapan kadının önerdiği üzere toplumumuzu ıstakozlarınkine benzer bir şekilde örgütlememizi salık vermiyor ama bu, argümanı daha sağlıklı kılmıyor. Öte yandan bu öylesine uçuk ve nasıl tepki verileceği bilinmez bir açıklama ki sabırsız münazaracıları sinirlendirebilir bile.

Düzen Istakozu, Kaos Ejderhası’nı alt ederken.

Gene 2016 ekim konuşmasına dönelim: Kuzey Amerika siyasi sahnesindeki saldırganlaşan politik doğruculuk ekolünün eleştirilecek çok yönü bulunabilir; ben bunu büyük ölçüde kamp içindeki kritik düşünce pratiğinin eksikliğine bağlıyorum. Ayrıca muğlak terimlerle yazılmış bir yasanın sıkıntıları da olacaktır, bu konuda da hakkını veriyorum. Öte yandan Peterson bu konuda özel bir uzmanlığa sahip biri gibi konuşmuyor, o da o sırada hepimiz gibi iyi eğitimli, kimi sebep-sonuç ilişkileri kurabilecek birinden ibaret. Bu bir yasayı tam anlamıyla ele alıp alarm çanları çalmaya yeter mi? Ben hukukçu değilim, Kanadalı da değilim, ancak gene de vaziyetin bir derece hukuk uzmanlığı gerektirdiğini takdir edebilirim. Bazı konularda onun eğitim düzeyindeki birinin yapmaması gereken hatalar dahi yapıyor. Her akademisyenin Marksist olması gerektiğini söylüyor değilim ama trans birey hakları savunusunun Marksizmin içsel bir öğesi olmadığını bu konuda konuşan her akademisyenin bilmesini beklerim; birinden kendi dilediği zamirlerle söz etmenin veya etmemenin inceliklerini anlayabilmesini ve bu konudaki tasarrufun asimilasyon itkili olduğunu kavrayabilmesini de.

Ancak bunlar sağlıklı bir tartışma ortamında dile gelecek şeyler. Şeyh Peterson’ın müritleri bunun peşinde değil, onlar kendi toplumsal öfkelerini daha eğitimli bir ağızdan tekrar duymak istiyorlar. İşin kötüsü bu konuda çok agresifler, interneti Peterson hakkındaki eleştiriler için arayıp “evet ama şu 10 saatlik konuşmaları dinlediniz mi? Dinlemediyseniz sözlerini bağlamından çıkartmaya utanmıyor musunuz?! Hayır, ben de dinlemedim ama mühim olan seni onu eleştirmemen!” diye savunuyorlar*. Bunlar uçuk saman-adam* örnekler değil, gerçekten yaşanmış şeylerin belki biraz abartılmış bir versyonu. Öyle ki benim bir Medium platformunda Jordan Peterson yermeye cesaret edebilmem büyük ölçüde aradaki dil bariyerine güvenmemden.

Peterson’un, hayranlarını daha da heyecanlandıran daha güncel açıklamalarına hızlı bir bakış attıktan sonra bu modern öfkeli-erkekliğin en zehirli yüzlerinden birine bakacağız. Peterson’un (dediklerine göre Türkiye’deki yabancı kitap sıralamalarında dahi) çoksatan kitabı “Yaşamın 12 Kuralı: Kaosa Bir Panzehir”de önerilen 12 kuralla başlayalım:

Omuzların geride bir şekilde dik dur.
Kendine, yardım etmekle sorumlu olduğun biriymişsin gibi davran.
Senin için en iyisini isteyenlerle arkadaşlık kur.
Kendini bugünkü başka biriyle değil, dünkü seninle kıyasla.
Çocuklarının, onlara sevgini azaltacak şeyler yapmasına müsaade etme.
Dünyayı eleştirmeden önce evini mükemmel bir düzene sok.
Anlamlı olanların peşinde ol (hızlı ve kirli olanın değil).
Doğruyu söyle — ya da, en azından, yalan söyleme.
Dinlediğin kişinin senin bilmediğin bir şeyler bilebileceğini varsay.
Konuşmanda ve sözlerinde kesin, hassas* ol.
Kaykay yapan çocukları rahatsız etme.
Sokakta kedi gördüğünde onu sev.

İyi, hoş; kiminin ne amaca hizmet edeceği ve Kaos’u nasıl önleyeceği bir çırpıda belli olmasa da (örneğin kediler ve kaykaycı çocuklar?) kitabın bölümlerinde bunu açıklayacağını tahmin edebiliriz. Öyleyse sıkıntı nedir? Sıkıntı(m) Peterson’ın bir apolojist olmasında yatıyor: Sartre’ı çileden çıkartacak şekilde yaşamda bulunabilecek anlamı dış kaynaklara atamayı tercih ediyor. “Hikayelerde bir bilgelik vardır” diye başlayıp “ve en hakiki hikaye de İsa’nınkidir,” diye bitiriyor. Çizdiği, varlığın inanılmaz sınırlı bir portresi, sanki her insan bir ada da bu kendi-içindelik çerçevesinde kendini geliştirdiğinde iş sonuçlacak. Geçtiğimiz yüzyılın tüm sosyal bilimlerini, kendi de bir sosyal bilimci olduğu halde, bu kadar rahatlıkla elinin tersiyle itmesi şaşkınlık uyandırıcı.

Ama artık, merceğimizi Jordan Peterson’ın geçenlerde “zorunlu tek eşlilik” savunarak selam çaktığı, öfkesinin hiç bir şekilde pazarlanabilir bir yanı kalmamış erkeklere döndürelim.

  • İng: Influential.
  • İng: Reactionary.
  • Meraklısı buradan dinleyebilir: Professor against political correctness.
  • Türkçe gibi cinsiyetsiz bir dil için çok dışsal bir tartışma olsa da İngilizce’deki s|he ikilisi üzerinden trans bireylerin otonomisini reddeden bir ekol mevcut.
  • Bu tür saldırgan tartışmacılığa yabancı internet çevrelerinde bu karikatürden ilhamla “deniz aslanlığı” (İng: Sealioning) deniyor.
  • Saman-adam (veya korkuluk): söylenmemiş sözleri ağzına yerleştirip sonra da karşı çıkabileceğimiz kurgusal kişi, retorik bir araç.
  • İng: Precise.

InCel’ler, ya da mizojinik terör örgütü*

Bataklık [Kaynak: Wizards of the Coast, Ressam: Mike Bierek]

Sağda solda açıkça konuşamadığı için internetin sohbet odalarına sürülen “(kadınlarla) seks yapamadığı için sinirli erkekler” iki ana gruba ayrılıyor: biri, bu durumla barışmış numarası yaparken aseksüellik deneyleri yapıyor (MGTOW*), diğeri ise bu çileyi(!) küresel kadın cephesi(?)nin kendilerine karşı bir komplosu sanıp “devlet bize kadın atasın” diye sosyal politika önerileri geliştiriyor (InCel*). Erkeklerin (ve kadınların) kendi yoluna gitmesi buna kıyasla çok daha barışçıl bir tutum olduğu için odağımız InCel’ler olacak.

Anaakımın dikkatine 2018 nisan sonunda Toronto’da arabasıyla 10 kişiyi öldüren saldırganla gelen bu akım, ülkemizde de “eski eşini öldüren koca” örneğiyle gördüğümüz, kadına sahip olmanın bir hak olduğunu düşünen ekole mensup. Belirtmek isterim ki, üniversiteyi teknik üniversitede okumuş bir birey olarak yeterince ilgilenilen cinsle başarısız iletişim kurma hikayesine tanık oldum, bir kaçının yazımında rol oynamış bile olabilirim. Tabii hakikat şu ki bu hikayeler cinsiyet gözetmeden yaşanıyordu, bekarlıktan şikayet eden kadınlar da hiç de azımsanamayacak miktardaydı. Zaten dünya böyle değil midir, aşk her zaman zorlu bir macera olmuştur da şairler bunca senedir bunun ekmeğini yiyebilmiştir!

Ancak InCel’ler gerçeklik denilen acımasızlıkla yüzleşmektense kendi hayal dünyalarında yarattıkları anlatıları tercih ediyorlar: bu komploya göre InCel’ler dışındaki tüm insanlar durmadan seks yapan manyaklar, seks yapan kadınlar en aşağılık ahlaksızlar, seks yapan erkekler de onlardan daha iyi durumda değil. Sahiden de bu kadar çelişkili bir düşünüşü ben kurgu olarak dahi hayal edemezdim; eğer seks bu kadar iğrenç bir şeyse neden bunun peşinden koşuyorsunuz? Ama işte, bir sonraki adım daha da şaşırtıcı: bu bakış açısına göre Damızlık Kızın Öyküsü (The Handmaid’s Tale, Margaret Atwood, 1985) bir ütopya: “Sonunda! Devlet yakarışlarımızı duydu ve hak ettiğimiz kadınlar bize tahsis edildi!” (Bu noktada “kızlar biz AKP’li erkeklere bakmıyor, Reis bizi reklam et!” diyen genç arkadaşı hatırlatmak faydalı olacaktır.) Ama tabii, seks yapan bu iğrenç kadınlar bir insan gibi davranılmayı dahi hak etmiyor, planlarında da bu yok zaten. Zaten, tekrarlamak adına, gündeme gelişleri 10 kişinin ölümü ve 14 kişinin de yaralanmasıyla sonuçlanan bir terör eylemiyle oldu.

InCel’lerden daha sinsi bir tehlike var: bunu normal görenler. Ben kendi çevremde -belli bir eğitim seviyesinin de etkisiyle- bu kadar açıktan gösterilen bir nefrete tanık olmadım, ama şuna oldum: “Aman yahu, bu ‘beta* ayaklanması’ndan yıllardır söz ediliyor, bir şey yapacakları yok.” Böylesi bir nefreti, sadece beceriksizliklerine dayanarak, ihmal etmek ciddi bir hata: bir gün ya becerilerinin ya da cesaretlerinin kritik bir eşiği (Toronto’da olduğu gibi) geçmeyeceğinin garantisi var mı? Dahası, bu kadın nefreti bizim sanal sohbet odalarımıza da sızmaya başladı (internetin genel mizojinisine dair eski bir yazımız), Ekşi Sözlük’teki red pill* başlığı bunun örnekleriyle dolu, meraklısına bırakıyorum.

  • Bu kısmı yazarken ben rahatsız olduğuma göre okuyucular için bir içerik uyarısı koymam iyi olabilir: Bol miktarda mizojinik söylem içermektedir.
  • Men Going Their Own Way, Kendi İşine Bakan Erkekler.
  • Involuntary Celibate, Rızası Dışında Bekaret Yemini Ettirilmişler.
  • Alfa-Beta: İnsan erkeklerini, kurt sürülerinde olduğu sanılan (ancak aslında olmayan) bir hiyeraşik yapıya göre yerleştirip alt/üst-erkek sıralaması yapmak için kullanılan anlatısal bir araç.
  • Kırmızı hap: The Matrix’teki kırmızı/mavi hap sahnesine referansla kendisinin “aydınlanmış ve hakikati görmüş”lerden olduğunu ileri süren erkek-üstünlükçüler. Fark edilmelidir ki bu “hakikatin ardındaki hakikat” söylemi özünde oldukça post-modern bir yöntemin manipülasyonudur.

Sonunda…

Peki ama tüm bu tartışmaların bizimle ilgisi ne? Aslında haklı bir endişe, zira bizim gerici eğilimlerimiz hala modern-öncesi ekolleri takip ediyor. Bizim için kadın düşmanlığı, yukarıda da dediğim gibi, yolda eski eşini öldürmek kadar inceliksiz bir iş; yukarıdaki gibi pazarlanabilir sözlere ihtiyacı yok kimsenin. Ayrıca kimlik siyaseti gibi daha rahat siyasetlere gelene kadar çok daha öncelikli görünen ve çok daha çarpışmalı siyasetlerimiz de var.

Sanırım bu yazının temel itkisi modern ve tam parmak basamadığı bir öfke hisseden erkekleri, bunun temeline inmeye yönlendirmek ve bunu yaparken de (yukarıda detaylıca yazdığıma benzer) yanlış yollara sapılmasının önüne geçmek. Modernite bize her gün barışılması gereken bir sürü savaş yarattı, ancak bunda ne yalnızız, ne de yanlış hedeflere saldırmakla harcayacak vaktimiz var.

--

--