Hiç Bitmemiş Paradigma: Ulus Devlet

Ulus devletlerin döneminin bittiği ve çağın sorunlarına ayak uyduramayacakları uzun süredir siyaset bilimcilerin genel kabulüydü. Brexit ile ilk soğuk duş yaşanmışken Trump’ın seçilmesi siyaset bilimi camiasının kendisini sorgulanmasına sebep oldu. Peki aslında sorun neydi? Ulus devlet paradigması bitmiş miydi ya da paradigmalar nasıl değişirdi?

Özgür Özer
Düzensiz
5 min readApr 15, 2019

--

Photo by Vladislav Klapin on Unsplash

En az 15 yıldır okuduğum ya da dinlediğim siyaset bilimciler ulus devletler devrinin bittiğini söylüyordu. Bu söyleme o kadar çok maruz kalmıştım ki bu görüşün aslında epistemik bir cemaatin yankı odasını tamamen kaplayan lingustik bir olgu olduğundan şüphelenmeye başlamam için uzun bir süreç ve bir kaç şok edici olayın gerçekleşmesi gerekti.

Francis Fukuyama, Tarihin Sonu ve Son İnsan isimli kitabını yayınladığı 1992 yılında, özellikle Sovyetler Birliğinin çöküşü ile birlikte (neo)-liberal demokrasinin mutlak hakimiyet elde ettiğini ve ideolojiler çağının kapandığını salık vermişti. Samuel Huntington ise 1993 yılında Foreign Affairs adlı akademik dergide yayınlanan Medeniyetler Çatışması başlıklı makalesinde Soğuk Savaş ile birlikte biten ideolojik mücadelenin yerini medeniyetler arasındaki rekabetin alacağı görüşündeydi ve yakın geçmişe kadar haksız görülüyordu.

Soğuk Savaş paradigmasının bitmesi ile birlikte adaylardan hangisi yeni paradigma olarak yerini alacaktı? Küreselleşen ekonomi ile birlikte artık siyaset bilimciler ulus devletlerin önemsizleştiğini vurguluyordu: Yeni çağın sorunlarına ulus devletlerin çözüm bulamayacağı düşünülüyordu. Medeniyetler çatışması ise denklemde kendine yer bulamıyordu.

Paradigma Kayması

Thomas Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı isimli kitabında anlattığı Paradigma Kayması kavramı yukarıda anlattığımız dönüşümleri ya da dönüşüm denemelerini anlamamızda katkı sağlayacaktır.

Bu yazı çerçevesinde Paradigma Kaymasını şöyle tanımlamamız uygun olacaktır: Belirli bir bilimsel paradigma, bilimsel cemaatin kullandığı ortak araçları da içerir. Belirli sorunlara yaklaşımda mevcut paradigmanın pratikleri ve onlarla üretilen araçlar kullanılır. Ancak paradigmalar mutlak değildir: Karşılaştığımız sorunları çözmekte yetersiz kaldıklarında adeta paradigmalar içinde arızalar birikmeye başlar. Bir noktada bu arızaların giderilmesinde mevcut paradigma yetersiz kalır ve özellikle bilimsel cemaat üyelerinin nesilleri de değiştiği için farklı paradigmaya kayılır (geçilir). Bu duruma en güncel bilimsel örneklerden birisi de hiç şüphesiz fizikte Klasik Dünya Görüşünün yıkılarak yerini görelilik ve kuantuma bırakması olarak gösterilebilir.

Mevcut paradigmanın yetersiz kalması ve yeni bir padigmaya geçiş fenomenini yukarıda bahsettiğimiz kuantum bilişim alanından bir örnek ile açıklayabiliriz. Günden güne boyutu artan verilerin hızlı ve verimli bir şekilde işlenmesi için daha güçlü donanımlara ihtiyacımız olduğu aşikardır. Intel’in kurucularından G. E. Moore’un kendi adıyla anılan yasasına göre her sene birim alana yerleştirilecek transistör sayısı ikiye katlanıyor. Ancak burada bir problem var: Ortalama bir atomun çapı ortalama 0.1 ile 0.5 nanometre arasında ve Intel’in bu yazının yazıldığı tarih itibariyle piyasada bulunan en gelişmiş modellerinde transistör boyutu 14 nanometre. IBM’in 5 nanometre boyutunda transistör geliştirdiğini açıklamasıyla birlikte bu alanda fiziksel sınıra gelindiği kabul ediliyor.

Peki bu oldukça bilimsel örneği neden verdik? Görüldüğü üzere klasik işlemciler ve bilgisayım teknolojileri fiziksel sınırına dayanmış vaziyette. Güncel sorunların yeni bir paradigma ile çözülme ihtiyacı ortada ve bu konuda en verimli aday kuantum bilişim olarak görülüyor. Paradigma birileri istediği için değişmiyor; değişmek zorunda.

Photo by Brian Yurasits on Unsplash

Bir Çözüm Adresi Olarak Ulus Devletler

Peki ulus devlet paradigmasının arızaları güncel sorunların çözülmesine ne kadar engel? Düzensiz göç, küresel iklim değişikliği gibi meselelerde uluslarası çözümlerin sağlanması gerekliliği tartışmasızken ortada ciddi bir problem var: Uluslararası kuruluşlar ulus-devletlerin sorumluluk alması gerektiğini söylemek dışında çözüm üretemiyor. Mezkur sorunların çözümü için zengin ülkelerin daha fazla kaynak harcaması talep ediliyor. Son 4 yıldır Avrupa’nın en önemli tartışma başlığı olan düzensiz göç konusunda Avrupa Birliği gibi tarihin en güçlü devletler-üstü kuruluşu bile en ufak bir yaptırım ya da çözüm gücüne sahip değil; ulus devletleri adreslemek dışında.

Benzer şekilde zengin toplumlardan iklim değişikliği ile mücadele adı altında fedakarlık yapması beklenirken daha fakir ve aslında çevre kirliliğinde aslan payına sahip olan Çin, Hindistan gibi ülkelere plastik tüketimini azaltmaları konusunda baskı yapılamıyor. Elbette bunun çeşitli sebepleri var, belki de en belirgini zengin ülkelerin de kirliliklerini bu fakir ve kalabalık ülkelere outsource etmesi. Okyanuslara ulaşan plastik atıklarının %90'ı on tane nehirden kaynaklanırken, bu nehirlerin temizlenmesine yönelik uluslarası baski minimum seviyede. Kaltiesiz plastiklerin ve daha sonra bunlardan oluşan çöp yığınlarının devasa gemilerle dünyanın bir ucundan diğerine taşınmasını ise kimse sorun olarak görmüyor. Bir kaç milyon insanın yaşadığı ufak ülkelerin çevre politikaları ise dünyayı kurtaracakmış gibi medyada kendisine yer edinebiliyor. Kamuoyu aciliyetini kabul ettiği bu konuda bile matematiksel olarak önemsiz önlemlerle tatmin ediliyor. Özetle, uluslarası kuruluşların ulus-devlet sonrası paradigmaya geçmeyi reddeden ülkelere herhangi bir yaptırım gücü olmadığı görünüyor.

İki paradigmalı bir siyaset sahnesi karşımızda: Öncelikle ulus devlet paradigmasının ölmediğini görüyoruz. Çin, Rusya ve hatta Türkiye gibi bazı ülkeler egemenliklerini korurken Batı ülkeleri uluslararası kurumların ve Avrupa özelinde AB’nin uygun gördüğü kararları uygulamakla yükümlü olduğunu hissediyor. 2018’in sonunda imzalanan Küresel Göç Mutabakatına bazı Avrupalı muhafazakarların getirdiği eleştiri bu bağlamda önemli bir örnek teşkil ediyor: Uluslararası anlaşmaları genellikle Batılı ülkeler uyguluyor ve günün sonunda uluslarası ilişkiler oyununda kurallara uymayanlara karşı kaybedenler kendileri oluyor.

Çin ile ABD yakın geçmişe kadar farklı kural setlerine uyarak mücadele ediyordu. Brexit Referandumu ve Trump’ın seçilmesi de aslında ulus devlet paradigmasının hiç bitmediğini, aksine, her ne kadar siyaset bilimi camiası tarafından bittiği onlarca yıl önce ilan edilse de, canlılığını her zamanki gibi koruduğunu göstermekte. Üstelik bu seçimler aslında birer seçim değil, iki paradigmanın iç içe geçtiği uluslararası ilişkiler sisteminin temel bir arızasının görünürlük kazanması olarak bile görülebilir.

Her ne kadar güncel siyasi örnekler içeriyor olsa da bu yazımızın amacı aslında bir meta-analiz yapmak: Bilimlerin tartışılma biçimleri arasında basit bir karşılaştırmaya girişmektir. Fizikçilerin bir camia olarak gelecek tasavvuru yoktur. Bir araya gelip olması gerekenle ilgilenmezler, olanı anlamaya çalışırlar. Bu minvalde paradigma değişimleri de olmasını istedikleri için değil, olması gerektiği için gerçekleşir. Peki ya siyaset bilimi? Son yıllarda siyaset biliminin kriz kelimesi ile birlikte anılması, alandaki akademisyenlerinin öngörülerinin çoğunun boş çıkması yapısal bir sorun mu olarak görülmeli ve bu alandan beklenti düşük mü tutulmalı? Yoksa dünyanın en önde gelen üniversitelerin bile yeterince kalifiye siyaset bilimciler çıkaramadığı, gelecekte bu alanda çok daha başarılı bir neslin geleceği mi varsayılmalı?

Geniş bir araştırma konusu.

Düzensiz Dergi olarak yeni içeriklerden haberdar olabileceğiniz bir e-posta bültenimiz var: Üye Olmak İçin Tıklayınız

--

--