edebî Podcastin 2. Bölüm Konuğu Handan Acar Yıldız

edebî
edebî
Published in
4 min readJul 12, 2020

Blog yazarı Evren Soyuçok tarafından hazırlanan, Türkçe edebiyat podcastleri arasında içeriği ve formatıyla ilk olma özelliği taşıyan edebî podcastin 2. bölümü yayımlandı. Yazar Handan Acar Yıldız‘ın konuk olduğu podcastte Buket Uzuner, Rasim Özdenören ve Melih Cevdet Anday’ın edebiyata dair görüşleri ele alınırken, Oktay Rifat‘ın edebiyatla ilgili bir sorusuna cevap aranıyor.

Yıldız, program süresince kendisine aktarılan edebiyatçıların görüşleriyle ilgili şu değerlendirmelerde bulundu:

Buket Uzuner: Aslında tüm yazarlar, insan hikâyelerinin özü olan aşk ve ölümü anlatırlar. Öte yandan mesele ettiğiniz şey, toplumsal veya kişisel de olsa yazmak siyasidir çünkü yaşam gibi aşk ve ölüm de özgürlük ve adalet talep eder. (Yaşayan Edebiyat 2, s.46)

Handan Acar Yıldız: Aşk mefhumunun bilinç ve ruh dünyamızda oluşturduğu iklime tutku diyoruz ki taşıdığımız en büyük tutku yaşamaya, hayatta kalmaya dairdir. Bugünlerde Jack London’un Ateş Yakmak isimli eseriyle muhatabım. Orada kişinin hayatta kalma mücadelesi, ibtidai insanın ateşi icat etmesine gönderme yaparak küçük bir öyküyle, edebiyatın gücüne yaslanarak anlatılır, yaşam mücadelesini kaybeden kahraman gözlerini kapatmadan önce kendisine hayatta kalmakla ilgili verilen son nasihati hatırlar. Uygulamadığı bilgiyi… İçimizdeki en büyük aşk hayatta kalma, yaşama aşkı olduğuna göre edebiyatın öncelikli konusu da aşk ve ölümdür. Çünkü yaşamın yani aşkın karşıtı ölümdür.

Özgürlük ve adalet kısmına gelince; insan politik bir varlıktır. Bugün bir insan tek başına, diğerlerinden uzak avcılık ve toplayıcılık ile yaşamayı tercih etse, bu politik bir seçimdir. Böyle yaşamasa, toplulukla kaynaşsa bu da politiktir. Bu bağlamda edebiyatta kişisel olanla toplumsal olanı birbirinden ortadan çizgi çekmiş gibi ayıramayız. Ama insanın doğuştan getirdiği özgürlük duygusu, politik bir varlık olmasıyla birlikte sekteye uğrar. İnsanoğlunun
handikabı; doğuştan getirdiği özgürlüğü ile bunu kısıtlayıcı unsur olarak politik bir varlık olması gerçeğinin karşı karşıya gelmesidir. İşte bu çelişkinin doğduğu noktada adalet arayışı devreye girer. İnsanın battığı çelişkide yüzeye çıkabilmek için cansimididir adalet.

Rasim Özdenören: Öykü, edebiyat çevresinde kendi hakkını yerine getirebildiği ölçüde edebî bir ürün olmayı hak eder veya etmez… Öykü bir görüşü dile getirsin, bir soruna çözüm bulsun diye yazılmaz, öykü olsun diye yazılır. Ama o öykü kendi hakkını vermeyi başarmışsa isteyen ondan kendi yorumlarına ulaşma fırsatını yakalayabilir. (Yaşayan Edebiyat 1, S. 58)

Handan Acar Yıldız: Metindeki anlatım şekli sembolik, sürrealist olsa dahi muhteva daima gerçeğe yaslıdır. Biz sürrealist metinlerde de realizmden bağımızı koparamayız. Fantastik yazının dâhilerinden Edgar Alan Poe, bir insanın analitik zekası ne kadar gelişmişse hayal gücünün o kadar gelişebileceğini söyler. Yazarın kendisi, yaşamda kapladığı alan itibariyle bizzat ne denli gerçeğe karşılık geliyorsa, ustalığını göstereceği metni de ki o metnin dili sembolik olsa dahi o denli kişisel gerçekliğimize karşılık gelecektir. Benim burada anladığım, öykünün, araçları amaca dönüştürmemesidir. Araç araç olarak kalmalıdır. Evet, nitelikli bir metinde maksat hasıl olmuştur çünkü o zaten bir gerçeğe karşılık gelir, hayale karşılık gelirken de gerçeğe karşılık gelir. Öykü kendi kendisi için yola çıkar fakat türünün hakkını verdiğinde kendi dışındaki onda kendini bulur. Taşımdır bu. Bu taşma, tıpkı bir iklimde doğa olaylarının — yağmurun ya da karın- neden olduğu gibi kendi kendinde bir taşımdır.

Melih Cevdet Anday: Bizim edebiyatımız şiir ağırlıklı olmuştur hep. Bilim adamı, felsefeci yetiştirememiz de bundandır, dil yüzündendir. Düzyazıyı hâlâ kurmaya çalışıyoruz. (Dakika Atlamadan, Everest Yayınları, s.334)

Handan Acar Yıldız: Öncelikle biliminsanı ve felsefeci yetiştirmemek tarzında, tarihin bütününe yayılacak bir kanı yerine belli bir dönemden sonra yetiştirmememiz gerçeğine dikkat çekmeyi tercih ederim. O belli bir dönemi ve saiklerini tespit etmenin bugün dahi önemine inanıyorum. Ne oldu da biz düşünür yetiştirememeye başladık. Biz derken bütün Doğu’yu kast ediyorum. Nazım ve nesir konusundaki ayrımı ise haklı buluyorum şöyle ki orta çağ boyunca, bunu en güzel izleyeceğimiz kaynaklardan biri de Bertrand Russell’ın Batı Felsefesi Tarihi’dir, gerek Batı gerek Doğu felsefesi kutsal metinlerden bağımsız gelişmedi. Hatta modern/çağdaş felsefede dahi Decartes Spinoza gibi filozofların ontolojilerinin, akılcı yaklaşımlarına rağmen mistisizmden tamamen bağımsız kurulmadığı görülür. Kutsal metinlerin felsefe üzerindeki etkisinin hakkını teslim ettik. Batı’da kutsal metin olan İncil nesirdir, Doğu’daki Kur’an ise manzumdur. İncil; Matta, Markos, Luka, Yuhanna üzerinden bir tarih aktarıcısı olduğunu kabul eder. Batı’nın nesirle muhataplığı önce ve eskidir. Ayrıca Doğu’da bazı konuların anlatımına, tamamen yasaklamak yerine temkinle yaklaşıldığı dönemlerde sembol tercih edilmiştir. Öte yandan lir lirik kavramı Grek kökenlidir. Bir sonucun tek bir nedeni olamaz ama bizde şiirin/ işitsel algının gelişmiş olmasının yeni çağa kadar dikkate aldığımız kutsal metinlerin manzum olmasıyla ilgili olduğunu düşünüyorum. Nesir bizde çok geç gelişti, evet. Edebiyattaki bazı türler de çok geç gelişti. Ama felsefe ve bilimdeki geri kalmışlığın birden fazla nedeni olduğuna inancım tam.

edebî podcastin ikinci yarısında Evren Soyuçok, Handan Acar Yıldız’a Buket Uzuner, Doğan Hızlan ve Oktay Rifat’tan hangisinin sorusunu cevaplamak istediğini sordu. Oktay Rifat’ı seçen Yıldız’a, Kaynak dergisinde Mayıs 1950’de Nihat Kuşlu’nun kendisiyle yaptığı söyleşide Rifat’in dile getirdiği sorusu yöneltildi:

Oktay Rifat: Bugünün sanat şartları, bizden toplumun dertlerini ele alan şiirler istiyor. Biz de bu çeşit şiirler yazmaya çalışıyoruz. Ama ödevimizi tam olarak yerine getirebiliyor muyuz? Halka dertlerinin çaresini ararken öncülük edebiliyor muyuz? (Kaynak dergisi, 1 Mayıs 1950)

Handan Acar Yıldız: Hermann Hesse’nin Bozkırkurdu isimli eserinde sanatçının burjuvanın ayrıcalığından yararlanması ve onu yansıtmasına dair uzun bir bölüm vardır. Aynı eleştirinin şiddetlisi Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ında geçerlidir. Dostoyevski Yeraltından Notlar’da sürekli mızırdananları yerer. Yani sanatçının toplumun, işlerini yoluna koymuş, hatta tuzu kuru kesiminden geldiğine dair bir eleştiri vardır. Bazen sanat eserlerinde bazen ise sanatla ilgili söyleşilerde bu eleştiri dile getirilir. Ben burada yine az önce temas ettiğimiz noktaya döneceğim. Sanatçının ya da edebiyatçının kendisi nasıl bir sosyal gerçekliğe karşılık geliyor? Kendisinin kapladığı alan nedir, nereye denk düşer, asıl hareket noktası budur bence. Toplumun derdini dile getirmesi ise bu eylemi ödev olarak algılamasından ziyade hayata bakışındaki dürüstlük ve samimiyete ilişkindir.

İki haftada bir yayımlanan edebî podcastin 2. bölümünü aşağıdan dinleyebilirsiniz:

--

--